Bugün, Batı’ya dönüşün yolunu arayan hükümetin yolu Doğu Akdeniz ve Körfez’de geri adım atarak araması tesadüf değil ya… 1945 Ekim’inde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ABD’den gelen ziyaretçilerini ve Amerika’nın Türkiye Büyükelçisini ağırlar. Konu, ülkeyi kurucu liderinden teslim alarak büyük bir devrimin bayrağını taşıyan İnönü’nün siyasi geleceğine geldiğinde ülkenin Milli Şefi, ziyaretçilerini şaşırtacak bir cümle kurar: ‘Mecliste muhalefetin lideri olarak oturabileceğim gün, görevimi tamamladığımı düşüneceğim…’ Zira İnönü için ‘devrim’in varması gereken yer; yani o ‘muasır medeniyet’ hedefi, demokrasinin ta kendisidir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulmaya başlayan iki kutuplu sistemde Sovyetlere karşı mücadeleyi olabildiğince geniş bir koalisyonla yapmak isteyen ABD için bu iyi bir haberdir. Zaten Truman Hükümeti de Amerikan Kongresi’ne, Türkiye’nin demokratikleşme adımlarını ülkenin NATO’ya alınabilecek, güvenilir bir müttefik olduğunun kanıtı diye anlatacaktır. Fakat kapalı kapılar ardında Amerikan yönetimi, İnönü’nün adımlarını cesaretlendirecek adımlar atmamakta; hatta zaman zaman prematüre doğan bir demokrasinin zafiyet doğurabileceği yönünde uyarılarını esirgememektir. Türkiye’ye verilen yardımlar da demokratikleşme koşullarına bağlanmamıştır. Zira Batı için Türkiye, Sovyetlerin yayılmacılığını Akdeniz ile Karadeniz’i birbirine bağlayan, stratejik bir coğrafyada kesecek bir partnerdir. Türkiye için ise Batı İttifakı’nın parçası olmak, bir ulusal güvenlik meselesidir. Çünkü sınırlarına dayanan Sovyetler, İnönü Hükümeti’nden toprak talep edebilecek kadar kural tanımaz bir haldedir. NATO, bu tehlikeyi savuşturacak kalkandır. Dolayısıyla ortaya çıkan, bir güvenlik ittifakıdır. Fakat İnönü, bütün bunlara rağmen, 1950’de Türkiye’yi seçime götürür ve kendini o tarihi sandalyede, muhalefetin lideri olarak bulur. Yıllar sonra bu seçimi, ‘En büyük yenilgim en büyük zaferimdir. ’ diye tanımlayacaktır. Türkiye, zorunda kaldığı için değil; bir medeniyet tasavvuruna inandığı için demokrasiyi seçmiştir. *** Ukrayna Savaşı ile beraber uluslararası alanda tekrardan safların sıkılaştığı bu dönemde, Türkiye’nin hükümetinin yıllar boyunca ısrarla izlediği politikalar yüzünden koptuğu Batı’yla tekrardan nasıl güvene dayalı bir ilişki kurabileceğini tartışırken bu tarihi hatırlamak lazım. Zira bir yandan bu ilişkilerin ancak ve ancak Türkiye’nin demokrasi zeminine geri dönmesiyle kurulabileceği söylenirken; bir yandan da jeopolitik hesaplamaların, değerlere dayalı ilişkilere baskın çıkabileceği bir döneme de giriyoruz. Tıpkı Soğuk Savaş’ın başında, milli güvenliğini NATO’da arayan Türkiye’nin yaşadığı dönem gibi… Hoş, Batı ile müttefiklik tarihimizde Truman Hükümeti’nin ikiyüzlülüğü -neredeyse- bir değişmezdir. Demokratikleşmeyi, Türkiye ile müttefikliğin sarsılmaz garantisi olarak Kongre’ye satan Beyaz Saray; gelecek on yıllarda ülkemizin bir türlü içinden çıkamayacağı darbeler sarmalı ve anti-demokratik politikalar karşısında, müttefikliği askıya almamıştır. Geçtiğimiz on yıldaki kopma ise, Erdoğan Hükümeti’nin istekli ve ısrarlı bir şekilde Batı-karşıtı politikalar izlemesi sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bugün, Batı’ya dönüşün yolunu arayan hükümetin de yolu bu politikalardan -özellikle- Doğu Akdeniz ve Körfez’de geri adım atarak araması tesadüf değil ya… Dolayısıyla soru, hükümetin 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni fonlamakla tehdit ettiği Birleşik Arap Emirlikleri ile arayı düzeltmesinin ya da ilişkileri askıya almanın ötesinde, mezara gömdüğü İsrail ve Mısır ile barış adımları atmasının, Batı’nın Erdoğan ile yeni bir sayfa açması için yeterli olup olmayacağı… Şüphesiz ki bu yeni dış politika anlayışı, birtakım olumlu gelişmelere sebep olacaktır. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’nin F-16 alımına dair tutum değiştirmesi, bunun bir örneği. Ancak o ‘yeni sayfa’nın, eskisi gibi olmayacağı da kesin gibi. Zira Ukrayna Savaşı’nın ardından gelen bu ‘yeni dünya’nın ideolojik ayrımları da çıkar çatışmaları da Soğuk Savaş’ın sınırlarında değil artık. ‘Akdeniz’e inmeye çalışan Ruslar’, arşivlerde bir karikatür sadece. Yerini, Tayvan’ı ilhak etmek isteyen Çin aldı belki de. Dolayısıyla Türkiye’ye, yakın geçmişine bakıp stratejik anlamlar yüklemekten kaçınmak elzem. Tam da bu yüzden geçtiğimiz haftalarda Perspektif’e verdiği söyleşide eski diplomat Sinan Ülgen, Türkiye’nin Batı’ya yakınlaşırken ‘jeo-stratejik kartın ötesinde demokrasi kartını da kullanması lazım’ diyordu. Şüphesiz ki Batı, gerekirse şeytanla da aynı masaya oturur; zebanilerle de iş yapar. Ama bu ne şeytana ne de zebanilere güven duyduğu anlamına gelir. Olsa olsa, zorunlu bir alışveriş çıkar o masadan. Hükümetin Batı ile kurmaya çalıştığı ilişki de bu ‘al gülüm ver gülüm’ matematiğine dayanıyor daha çok. Oysa Türkiye’nin yapması gereken seçim, bundan çok daha uzun vadeli ve hakkaniyetli bir düşünme becerisini gerektiriyor. Zira insanlık suçları işlemeye çekinmeyen bir kötülük aksının üzerinde durmak ile bu barbarlığa karşı çıkmak arasındaki seçim; bir alışveriş konusu değil. Bir medeniyet tasavvuru. İnönü, 1950’de ‘görevini’ yapıp demokrasiye geçerken, böylesine büyük bir seçim yapmıştı. Türkiye’nin kimliği, medeniyeti için yenilgiyi göze alıp, demokraside zaferi görmüştü. Yine, her şeye rağmen, demokrasiyi seçmesi lazım Türkiye’nin. ‘Al gülüm ver gülüm’ü değil.