Laik-seküler çevreler dindarlarla eşitlenmeyi kabul etmekte zorlanıyorlar, tıpkı Türk milliyetçilerinin Kürtlerle eşitlenmeyi kabul etmekte zorlandıkları gibi.
Türkiye 1990’ların gerisinde. Faili meçhullerin olmaması kolluk kuvvetlerinin gelişmesinden veya hukukun ilerlemesinden değil rejimin artık buna ihtiyaç duymamasından kaynaklanıyor. Demokrasi, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade hürriyeti paramparça edildi; birçok muhalif zindanda. Erkler ayrılığı ortadan kaldırıldı, siyaset rejime cirolandı. Yasama işlevsiz, yargı ise zulümlere kanuni kılıf dikmekle meşgul. Yurttaşlar korku ile kuşatıldı; rejimin verdiği sınırlar içerisinde nefes alıp vermeye, dayattığı sefalete rağmen ayakta kalmaya çalışıyorlar. Muhalif görünen birçok gazeteci, entelektüel veya siyasetçi maalesef müesses nizamın kelimeleri ile cümle kuruyor.
Bunlar umutsuz olmamızı gerektirmez lakin ciddiyetten uzaklaşarak “helalleşeceğiz, hesaplaşacağız, yargılayacağız” gibi zikzaklarla dolu cümleler kurup, ne ile karşı karşıya olduğumuzu unutarak muhalefet etmeye devam edersek, neticeleri çok ağır olan bir hezimetle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz. Ülke, tarihi bir yol ayrımına doğru giderken muhalif liderlerin kavramların içini boşaltmaya, acıları istismar etmeye veya kutuplaştırıcı dile angaje olmaya hakları yok.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü meselesini gündeme getirmesinden sonra yaşananlar Türkiye’nin siyaseten nasıl bir yokluğa ve yoksulluğa mahkûm edildiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Kemal Bey, Türkiye’nin asırlık sorunlarını, iktidarın jargonu ve usulleriyle üç beş güne çözebileceğini sanıyor. Bu da onun samimiyetine ve ciddiyetine gölge düşürüyor.
Kılıçdaroğlu’nun bu konu özelinde daha önce defaatle dile getirdiği “Geçmişte hatalar yaptık” öz eleştirisine seküler tabandan veya medyadan bu zamana kadar ciddi bir tepki gelmedi. Ama bu hal sorunun çözüldüğü anlamına da gelmiyor. Toplumun seküler kanadının ciddi bir kesimi, hatanın farkına varmakla birlikte durumu içselleştirmekte zorluk çekiyor ki, bu da gayet tabii. Katları, yatları, kürsüleri kısacası varlıklı olan dindarları yadırgamaları, onları kendi oyun sahaları olan marina, lüks alışveriş merkezleri, malum tatil beldeleri gibi yerlere yakıştıramamaları hep bundan. Ve maalesef muhafazakâr-dindar kesim de küçümseyen bu bakışların, aşağılayan o fısıltıların farkında. Laik-seküler çevreler dindarlarla eşitlenmeyi kabul etmekte zorlanıyorlar, tıpkı Türk milliyetçilerinin Kürtlerle eşitlenmeyi kabul etmekte zorlandıkları gibi.
Başörtüsü meselesi kanunla çözülebilecek bir konu değil. Kimi sekter muhaliflerin dediği gibi Siyasal İslam’ın konusu ise hiç değil. Temel hak ve özgürlüklere, din ve vicdan hürriyetine dair bir mesele başörtüsü ve zaten hal-i hazırda anayasal ve yasal koruma altında.
Helalleşme, içselleştirilmesi, dolayısı ile zamana yayılması gereken bir duygu ve düşünce süreci, vicdan muhasebesi idi. Siz onu cumhurbaşkanlığı adaylığınıza mazot yaparsanız, Çözüm Süreci’nin akıbetinin insanlarda bıraktığı travmalara benzer hayal kırıklıklarına sebebiyet verirsiniz. Helalleşme amaç olmaktan çıktığı an, toplumsal kesimler arasındaki uçurumları daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Kayıpları, acıları onların arkasından dolaşarak yok edemezsiniz. Kabuk bağlamış yaraları kaşıyarak iyileştiremezsiniz.
Helalleşme aceleye gelmeyecek, aşama aşama kat edilmesi gereken bir kavram, bir yolculuk. Demlenmesi lazım. Kolaycılığa kaçamaz, kısa yoldan helalleşelim diyemezsiniz. Üzerinden 11 yıl geçtikten sonra Roboski’ye gidiyorsunuz ama geçen sene kaybettiğimiz Deniz Poyraz’ın ailesine taziye ziyaretinde bulunmuyorsunuz. Neden?
Popülist politikalara yönelmeyi anlıyorum, lakin daldan dala konarak, cülus dağıtır gibi makam dağıtmayı anlayamıyorum. Her mağduriyeti, üzerine enine boyuna düşünmeden, önünü ardını hesap etmeden “Ben çözerim” demek bunca yaşanan acıyı tam olarak idrak edemediğiniz anlamına gelir. Cumhurbaşkanlığı adaylığı her türden politik söylemi işportaya çıkararak ulaşılabilecek bir konum değildir. Ortada Altılı Masa varken “Miras bırakmak istiyorum” demek kendi kurduğunuz masayı yok saymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Başörtüsü meselesi kanunla çözülebilecek bir konu değil. Kimi sekter muhaliflerin dediği gibi Siyasal İslam’ın konusu ise hiç değil. Temel hak ve özgürlüklere, din ve vicdan hürriyetine dair bir mesele başörtüsü ve zaten hal-i hazırda anayasal ve yasal koruma altında. Varsa dindarların bir şüphesi, bu şüphe yasalara dair değil size dairdir ve buda popülist söylemlerle çözülmez. İnsanlar sizin ne dediğinize göre değil sokakta karşılaştıklarına, hayatın içinde yaşadıklarına göre karar alıyorlar. Bu sebeple Kemal Bey keşke başka kesimlerle değil de öncelikle kendi tabanı ile diyalog kurmaya gayret etse ve demokrasi anlayışı, laiklik kavramının yeniden tanımlanması, Kürt meselesinin çözümü gibi temel konularda onlara yönelik bir değişimin fitilini ateşleyebilse.
Helalleşme, içselleştirilmesi, dolayısı ile zamana yayılması gereken bir duygu ve düşünce süreci, vicdan muhasebesi idi. Siz onu cumhurbaşkanlığı adaylığınıza mazot yaparsanız, Çözüm Süreci’nin akıbetinin insanlarda bıraktığı travmalara benzer hayal kırıklıklarına sebebiyet verirsiniz.
Mevcut cumhurbaşkanlığı koltuğunun Sauron’un yüzüğünden farkı yok. O koltuk oturanı zehirlemekten başka bir işe yaramaz ve sadece Erdoğan’a hizmet eder. İşte tam da bu sebeple Altılı Masa’nın temel mottosu güçlendirilmiş parlamenter sistemken ve millete cumhurbaşkanlığının mevcut yetkilerini kaldırmayı, alanını daraltmayı taahhüt etmişken Kemal Bey’in bu koltuğa karşı bu denli hırslı olmasının sebebi nedir? Neden 2014 veya 2018’de aynı hırsa sahip değildi? Bugün neden sahip?
Kemal Bey öznesi, nesnesi ve yüklemi “ben” olan cümleler kurmaya devam ettikçe Altılı Masa gereksiz tartışmalara sıkışıyor, Türkiye zarar görüyor. Siz bu masanın mihmandarlığına soyunduğunuz an da bırakmıştınız zaten en büyük mirası Kemal Bey. Neden şimdi bu mirasa halel getirecek politik söylemlere prim veriyorsunuz? Zaman daralıyor Kemal Bey. Millet, muhalefetin kimi aday göstereceğinden ziyade ne vaat edeceği ve ettiklerini nasıl inşa edeceği ile ilgileniyor.