Bağımlılığı ahlaki bir başarısızlıktan ziyade, ağırlıklı olarak çevresel faktörler dolayısıyla ortaya çıkan karmaşık bir beyin bozukluğu olarak kabul etmek gerektiğini düşünüyorum.
Bana göre insan, başarıları ve güçlü yönleri üzerinden değil, zayıflıkları ve kusurları üzerinden çok daha iyi anlaşılabilecek bir varlık. İnsanın kötücül yönlerine mercek tuttuğunuzda, karşınızdaki varlığın düğüm noktalarına, karmaşıklığına ve çelişkilerine varıyorsunuz. Burası –istisnasız her durumda- karşınızdaki insanla ilgili en kıymetli bilgiyi barındıran kısım oluyor. Bu nedenle “karanlık taraf”ı araştırmak bana hep çok daha cazip gelmiştir. Bu hafta da karanlık tarafı araştırarak geçirdiğim zamanlarda beni en çok etkileyen konulardan birine eğilmek istedim: bağımlılıklarımız.
Kimi insanların bağımlılık eğilimlerinin, genetik faktörler nedeniyle daha yüksek olduğu öne sürülür. Çevresel faktörler önemlidir; içinde büyüdüğünüz aile, arkadaş çevreniz, iş hayatınız, toplum, kültür sizi bağımlılıklara daha açık hâle getirebilir. Değer sistemleriniz, gündelik hayatınızda birlikte olduğunuz insanların neyi kutsayıp, neyi kötülediği, sizin için bu faktörlerin görece önemini azaltan uyum baskılarının sıklığı ve kuvveti, sizi bağımlılıklara yaklaştırabilir ya da onlardan uzaklaştırabilir.
Peki bağımlılık kişisel faktörlerle mi, çevresel faktörlerle mi daha yakından ilintilidir? Bazılarımızın bağımlılığın ağlarına düşmesi gerçekten diğerlerine kıyasla daha mı kolaydır? Tüm bu soruların cevaplarına uzun yıllar çevresel faktörler açısından bakmış bir davranışçı olarak, zaman zaman benim de insanı – kim bilir, belki de kendimi – aklama çabasıyla bu faktörlere daha fazla önem atfettiğimi itiraf etmeliyim. Öyle ya, insanın her zayıflığı, her kusuru, kendinden haz etmemesine neden olacak her çelişkisi için mutlaka dışarıda bir yerlerde bir suçlusu vardır. Gelin duruma, bizi kendi yanına çekmeye çalışan aklama çabasına direnerek, daha rasyonel bir açıdan yaklaşalım.
Öncelikle bağımlılığın en şaşırtıcı yanlarından biri, aynı zihinsel mekanizma üzerinden çok farklı alanlara dağılabilen bir zihinsel bozukluk türü olması… Alkolden, sosyal medyaya, işten bilgisayar oyunlarına kadar pek çok farklı madde, nesne, durum ya da koşul için bağımlılık derecesine varan “kopamama” davranışları sergileyebiliyoruz. Bir davranışsal bozukluğun bu kadar farklı versiyonlarda karşımıza çıkması, bu kadar geniş bir yaşam alanında kendine yer edinmesi sık rastlanan bir durum değil. Bu çok geniş kapsayıcılığın nedeni, bağımlılığın, tetikleyici faktörlerden bağımsız olarak aynı yolları izleyen bir kronik zihinsel bozukluk olması.
Bağımlılık, “tüm olumsuz sonuçlara rağmen” bir maddeye veya davranışa, zorlayıcı ve kontrol edilemez bir şekilde bağlanma ile karakterize edilen, karmaşık ve kronik bir beyin bozukluğu. Fiziksel, zihinsel ve sosyal zararlarına ve bu zararların birey tarafından açık bir şekilde fark edilmesine rağmen birey, bağımlılık yapan madde veya davranışa katılımını kontrol edemiyor, durduramıyor.
Dolayısıyla bu durumu bir öz kontrol bozukluğu olarak da tanımlamak mümkün. Sürekli hâle gelen bir davranışın bağımlılık olarak tanımlanabilmesi için zarar verici yanı dışında başka şartları da taşıması gerekiyor. Bağımlılık genellikle, maddeyi kullanmak veya davranışta bulunmak için güçlü bir istek veya zorlamayla, daha yüksek dozlar veya daha fazla yoğunluk gerektiren, artan bir toleransla, madde veya davranış kesildiğinde yoksunluk belirtileriyle karşılaşmayla ve maddeyi / olguyu / durumu elde etmeye, yaşamaya ya da kullanmaya, yaşamın diğer gerekliliklerinden çok daha fazla öncelik vermeyle karakterize ediliyor. Genetik, çevresel ve nörobiyolojik faktörlerden etkilenen “biyopsikososyal” bir durum. Yani, etkileri biyolojik, psikolojik ve sosyal alanda görülen, aynı zamanda bu alanlardaki faktörlerden beslenen, oldukça girift bir bozukluk. Öte yandan bağımlılık, modern toplumlarda geleneksel olarak ahlaki bir başarısızlık veya irade eksikliği olarak görülmesi dolayısıyla kişilerin psikolojik ve sosyal alanda çok daha büyük negatif etkilerle karşılaşmasına da neden oluyor.
Peki bağımlılığın bu kadar geniş bir alana sirayet eden ve hemen hemen hepimizin tecrübe ettiği bir bozukluk olmasına neden olan mekanizmalar neler?
Önceki yazılarda sıkça bahsettiğim bir kavram ile başlayalım: Nörotransmiterler, beyindeki nöronlar arasında sinyallerin iletilmesinden sorumlu olan kimyasallardır. Özellikle dopamin nörotransmiteri, beynin ödül sistemine dahil olması nedeniyle bağımlılıklarda kilit bir rol oynar. Ödül sistemi, ventral tegmental alan (VTA) ve nükleus akumbens adı verilen bölgeleri içeren bir beyin bölgeleri ağıdır. Bir kişi, kendisi tarafından “zevkli” olarak nitelendirilen faaliyetlerde bulunduğunda (tanımı gereği, kişiden kişiye farklılık gösterir) veya bağımlılık yapan maddeler tükettiğinde, beyinde dopamin salınımı artar ve bir ödül ve öfori (neşe, coşku) duygusu yaratılır.
Bağımlılıkta hem psikolojik hem de sosyal açıdan en ağır problem kaynaklarından biri de öz kontrol yitimidir. Bağımlılık ödül sisteminin yanında, bilişsel kontrol ve karar verme süreçlerini de bozar.
Uyuşturucu veya alkol gibi bağımlılık yapan maddeler, beyindeki dopamin seviyelerini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen maddeler olduklarından, bu süreçte direkt bir tetikleyici görevi görürler. (Ancak endirekt olarak haz duygusuna yol açan madde dışı durumlar da benzer bir mekanizma üzerinden dopamin döngüsünü çalıştırabilir.) Örneğin, kokain veya metamfetamin gibi maddeler, dopamin geri alımını bloke ederek nöronlar arası boşlukta dopamin birikmesine ve dolayısıyla etkilerinin yoğunlaşmasına neden olabilir.
Bu durum zamanla dopaminin normal dengesini bozar. Beyin, dopamin reseptör yoğunluğunu azaltarak veya ödül sisteminin hassasiyetini değiştirerek bu birikime uyum sağlamaya çalışır. Sonuç olarak bireyler doğal ödüllere duyarsızlaşır ve istenen ödül düzeyine ulaşmak için zevk veren maddeye ya da davranışa giderek daha fazla bağımlı hâle gelirler. (Burada lütfen bir saniyeliğine durup sosyal medya bağımlılığınızı ve giderek artan ekran sürelerinizi düşünün.)
Bağımlılık yaratan davranışın tekrarlanması, beyin yapısı ve işlevinde uzun süreli değişikliklere neden olur. Bu değişiklikler, hem hücresel hem de sinaptik seviyelerde meydana gelir ve yalnızca ödül merkezinde değil, hafıza ve karar verme süreçlerinde yer alan nöral devrelerde de değişikliklere yol açar. Bu tür olumsuz nöroplastik değişiklikler, bağımlılık davranışlarını güçlendirebilir ve bireylerin bağımlılık faktörünü bırakmalarını veya kontrol etmelerini zorlaştırabilir.
Bağımlılıkta hem psikolojik hem de sosyal açıdan en ağır problem kaynaklarından biri de öz kontrol yitimidir. Bağımlılık ödül sisteminin yanında, bilişsel kontrol ve karar verme süreçlerini de bozar. Bağımlı bireylerde dürtü kontrolü ve karar verme gibi yürütme işlevlerinden sorumlu bir bölge olan prefrontal korteks (PFC) aktivitesinde azalma görülebilmektedir. Kısacası, bağımlılık durumunda rasyonel beyin ikinci plana atılır. Bağımlılık yapan maddelere veya davranışlara kronik olarak maruz kalmak, PFC ile diğer beyin bölgeleri arasındaki iletişimi bozabilir; bu da muhakeme bozukluğuna, artan dürtüselliğe ve isteklere karşı koyma yeteneğinin azalmasına yol açar. Bu bozulma, bağımlılık davranışlarının daha da kalıcı olmasına neden olur ve bireyin bırakma çabalarını da engeller.
Bağımlılıkta çevresel faktörler önemli bir rol oynarken, genetik faktörler de bireyin yatkınlığına katkıda bulunur. Araştırmalar bize dopamin sinyali, nörotransmiter metabolizması ve ödül sisteminin işleyişi ile ilgili bazı genlerin, artan bağımlılık riski ile ilişki olduğunu gösteriyor. Genetik varyasyonlar, bağımlılık geliştirme olasılığını ve yoksunluk belirtilerinin şiddetini etkileyebiliyor. Bununla birlikte, genetiğin tek başına bağımlılığı belirlemediğinin altını çizmekte de fayda var. Genetik bu süreçlerde belirleyici bir faktör olmaktan ziyade bireyin bağımlılıklara açık olma riskini şekillendiren bir faktör olarak yer alıyor. Dolayısıyla süreci şekillendiren faktörlerin ağırlıklı olarak çevresel faktörler olduğundan bahsetmek mümkün.
Bağımlılıkta çevresel faktörler önemli bir rol oynarken, genetik faktörler de bireyin yatkınlığına katkıda bulunur. Araştırmalar bize dopamin sinyali, nörotransmiter metabolizması ve ödül sisteminin işleyişi ile ilgili bazı genlerin, artan bağımlılık riski ile ilişki olduğunu gösteriyor.
Son zamanlarda çevresel faktörlerin bağımlılık üzerine etkilerini sistemik boyuttan inceleyen çok güzel eserlerle karşılaşıyorum. Bu, üzerinden önemle durulması gereken bir konu; zira hemen hemen her konuda olduğu gibi bağımlılık konusunda da tüm sorumluluğu bireyin omuzlarına bırakan hâkim bir söylemle karşı karşıyayız. Konuya bu açıdan yaklaşan eserlerden biri kimilerimizin çok satanlar raflarında gördüğü için rağbet etmediği, ancak çok kıymetli bir kitap olduğunu düşündüğüm, Johann Hari’nin “Çalınan Dikkat” adlı kitabı.
Bu kitap, sosyal medya bağımlılığının bireyin üzerine bırakılan yüküne karşı çıkarak, bunun bireyin kontrolünün dışında, çok güçlü bir çevresel faktör olduğundan bahsediyor ve bizi bağımlılıklara hapseden sistemlerin kuvvetli bir eleştirisini sunuyor. Yine bu konuda incelemeye değer harika bir kitap olan Prof. Robert Sapolsky’nin “Davranış” kitabında da insanın “karanlık yönü”ne çok disiplinli ve muazzam genişlikte bir perspektiften bakılıyor. Her iki kitabı da şiddetle tavsiye ediyorum.
Bu bakış açısı üzerinden, bağımlılığı ahlaki bir başarısızlıktan ziyade, ağırlıklı olarak çevresel faktörler dolayısıyla ortaya çıkan karmaşık bir beyin bozukluğu olarak kabul etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu sayede damgalanmayı bir nebze de olsa azaltmak ve bağımlılıkla boğuşan bireylere karşı şefkatli bir yaklaşımı geliştirmek de belki mümkün olabilir. Herkesten önce de kendimize karşı…