Muhalefet, “diline çeki düzen vermeli”; söylemlerini Erdoğan isminden uzaklaştırıp doğrudan iktidara yöneltmelidir. Denilebilir ki “iktidar demek, Erdoğan demektir”; öyledir ama hilafet demek de padişah demekti.
84 yıl olmuş gideli.
Gitmeden önce ne demişti?
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
İlki, “
toprak oldu”; yatıyor Anıtkabir’de.
“Kula kul olmak”tan kurtardıkları olarak her 10 Kasım’da saygıyla anıyoruz onu.
İkincisi, bizim rüyamızı temsil ediyor; özlemlerimize, dileklerimize cevap veriyor. İçimizde yaşamaya devam ediyor. Ölümsüz tarafı ağır basıyor; onun için Anıtkabir’e gitmemiz gerekmiyor.
Öte yandan biz gördüğümüze anlam veren bir toplumuz. İçimizde yaşattıklarımızı çoğu zaman unutuyor; görmemek için üstünü örtüyor, nefes almasına izin vermiyoruz ve hatta içimize attığımızı kullanarak, bize ahkâm kesenlerin çevresine toplanıyoruz.
Oysa o, bizzat kendisi, kendisinde simgeleşen şahsiyeti, “
memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluk” olarak tanımlamıştı.
KATILIMCI OLMANIN ÖNEMİ
Ne demek istemişti?
Nihayetinde “
onun naçiz vücudu”, bir simgedir. O simgenin, kurtuluşa ve kuruluşa önderlik etmesinin üzerinden yüz yıl; gidişini ölçü alırsak 84 yıl geçmiş.
Bir mucize gibi görünen onun önderliğinde gerçekleşen sürece yakından bakılırsa her bir aşaması, başından sonuna kadar planlanmış ve dört başı mamur bir senaryonun önemli ölçüde hayata geçirildiğini görürüz.
Yetenekli bir asker, müthiş bir stratejist ve olağanüstü bir savaşçı olan kişiliğini dikkate alarak, planlı, programlı çalışmak, içinden geçtiğimiz günler açısından çok daha fazla önem arz ediyor.
Sivas Kongresi kararıyla oluşturulan Heyeti Milliye ile birlikte Ankara’ya doğru giderken yönünü Hacıbektaş’a çevirmesi, Anadolu’nun gönlünü fethetmiş bir topluluğun desteğini almak istemesinden kaynaklanıyordu.
Samsun’dan Amasya’ya, Erzurum’dan Sivas’a, Sakarya’dan Büyük Taarruz’a uzanan mücadele çizgisinin her aşamasında katılımcı olduğunu biliyoruz. Savaş sırasında dahi komutanlarla istişare etmesi, kendisine güvendiği kadar katılımcılığı olduğunu da gösteriyor.
“
Tereyağından kıl çeker gibi” planladığı bu süreçleri Nutuk’ta da anlattığını biliyoruz.
Güçlü bir örgütlenme yeteneğinin yanında bütün toplumsal aktör hesaba katacak kadar katılımcı olduğunu, gittiği her yerleşim merkezinde resmi-sivil herkesle görüşmesinden ve onları sürece katmasından anlıyoruz.
Sivas Kongresi kararıyla oluşturulan Heyeti Milliye ile birlikte Ankara’ya doğru gelirken yönünü Hacıbektaş’a çevirmesi, kişisel bir tercih olmaktan çok, Anadolu’nun gönlünü fethetmiş bir topluluğun desteğini almak üzerine kurulu olmasından kaynaklanıyor.
2 Ocak 1920’de, Hacıbektaş’ta Çelebi Cemalettin Efendi ile Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir telgraf gönderip bilgi vermesi de aynı amacı taşıyor.
ZAMANLAMANIN ÖNEMİ
Mustafa Kemal’in saltanata karşı olduğu açıktır. Saltanatın simgesi padişaha da, halifelik kurumuna da…
Kurmak istediği yeni düzenin, “
Allah’ın adını kullanarak, kendileri için iktidar oluşturma heveslilerini” dışladığını da biliyoruz.
“
Millet egemenliği” ifadesini açıkça kullandığını ve Ankara’ya gelişinden yaklaşık dört ay sonra ilk iş olarak, bir Millet Meclisi açılmasına önderlik ettiğini de…
Attığı her adımda demokrasinin izleri var ama potansiyel demokrasi karşıtlarını karşısına almadığına tarih tanıktır. Dahası onları küçük düşürecek konuşma ve davranışlardan özenle kaçındığını gözlemliyoruz.
Mustafa Kemal, Ankara’ya vardığı ilk gün Hacı Bayram Veli Camii’ne gitmişti; meclisi de dualarla açmışlardı. Çok inançlı olmadığı halde neden yapmıştı bunu? İki nedenle…
Ankara’ya geldiği ilk gün, Hacı Bayram Veli Camii’ne gitmişti; meclisi de dualarla açmışlardı.
Çok inançlı olmadığı halde neden yapmıştı bunu?
İki nedenle…
Birincisi herkesin inancına saygılı olduğunu göstermek istemişti; kuruluş sürecinin en temel adımlarından biri olan laiklik bunu gerektirirdi çünkü.
İkincisi maneviyatı yüksek Anadolu insanının, ülkeyi “
yedi düvele teslim eden” padişahı önemsediğini görmüştü. Çünkü hilafet de padişahın şahsında temsil edilmişti. Zaten bu nedenledir ki saltanat, 1 Kasım 1922’de yani henüz Cumhuriyet ilan edilmeden kaldırılırken, hilafet, Cumhuriyet kurulduktan yaklaşık beş ay sonra kaldırılabilmişti.
Bildiklerinizi tekrar ediyor olabilirim ama o bildiklerinizin arasına gizlenmiş olan olguları açığa çıkarmak ve adımlamaya hazırlandığımız ikinci yüzyılın anlam haritasına katkıda bulunmaktır amacım.
Araştırmalar, iktidardan uzaklaşan kitlelerin, muhalefetin gemisine binmekte tereddüt ettiklerini gösteriyor.
Neden?
Birincisi, iktidarın icraatları nedeniyle gündelik hayatlarını sürdüremez konumda olan ama aynı zamanda “
maneviyatı yüksek” halkımız ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında sahici bir illiyet bağı var. Kendilerinin aç ve açıkta olmalarını önemsiyorlar ama yakınlık duydukları Erdoğan’ı da “
yedirmek” istemiyorlar.
Bu mevzu, bizi ikinci gerçeğe ulaştırıyor. O da iktidar ile yurttaş arasında
“yabancılar”ın anlamakta zorlandıkları bir
“dil” olduğu ve o “
dil” üzerinden iletişim kurdukları gerçeğidir.
KULLANDIĞIMIZ DİLİN ÖNEMİ
Ne yapmalı peki?
Başarılı bir sonuca ulaşabilmek için öncelikle bu “
dili öğrenmek”, konuşulan “
dili tercüme etmek” gerekiyor. Zira “
dil, düşüncenin evidir”. İkincisi, öğrenilmesi gereken bu “
dil” ile o kitleye amacın “
Erdoğan’ı yemek olmadığını”, biriken sorunları çözmek amacında olunduğunu anlatmak gerekiyor.
Buradan hareketle iktidarın “
taşıyıcı kolonu” konumundaki seçmeni gerçek sorunlarıyla tanıştırmak mümkün olabilir.
Muhalefet, “
diline çeki düzen vermeli”; söylemlerini Erdoğan isminden uzaklaştırıp doğrudan iktidara yöneltmelidir. Denilebilir ki “
iktidar demek, Erdoğan demektir”; öyledir ama hilafet demek de padişah demekti.
Demek ki muhalefet, “
diline çeki düzen vermeli”; söylemlerini Erdoğan isminden uzaklaştırıp doğrudan iktidara yöneltmelidir.
Denilebilir ki “
iktidar demek, Erdoğan demektir”; öyledir ama hilafet demek de padişah demekti. İkisini birbirinden ayıran tarihi tecrübeye sahip bir geleneğimiz varken, eleştirinin dozunu aşağılamaktan çıkartıp, gerçeği göstermeyi ve üstelik Erdoğan vurgusu yapmaktan kaçınmayı gerektiriyor.
Bir iletişimci olarak, iktidara hazırlanan “
Altılı Masa”nın, hepsinden önemlisi bu masanın “
volan kayışı” rolündeki Kemal Kılıçdaroğlu’nun bunu dikkate alacak bir üslup geliştirmesi, gelecek yüzyılımızın seyrini de belirleyeceğini düşünüyorum.
Ne demiş atalarımız?
“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkartır.”