Memleketin siyasi olanla hukuki olan arasında düğümlenmiş ve kısır döngüye hapsolmuş hazin serencamını muhalefetin en az hasarla atlatmaktan başka yolu yok, tüm maddi kültürel ve demokratik standartlar yerle yeksan olsa bile… Muhalefet uzunca süredir, popülizmin gölgesinde kuralları ve kurumları sonuna kadar keyfilikle tahrip edilmiş bir ülkeyi devralmaya hazırlanıyor. Bu sıradan bir devir teslim olmayacak zira her şeyden önce ülkenin kurallara ve kurumlara yeniden çok daha güçlü bir hukuki, siyasi ve sosyal bir mutabakatla bağlanması yani ülkenin teknokratik ve bürokratik olarak sağlam bir zeminde stabilize edilmesi gerekiyor. Bu durum, temelde makro ve mikro siyasallığa dair memlekette yüz yıldır çözülemeyen siyasi ve iktisadi sorunların da uzun erimli, güçlü ve sağlam bir zeminde çözülmesi yani her şeyden önce kalıcı bir normalleşme iddiası demek oluyor. Üstelik bu süreç, genel hatlarıyla meşrutiyet hareketlerinden bu yana siyasi tarihimize bakıldığında, geçmişte dönemsel yaşanan siyasi krizlerin ardından gelen ve görece halı altına süpürülerek geçiştirilen yalancı normalleşme süreçlerine de benzemiyor. Artık biriken sorunlar, büyük bir siyasal tecrübe yaratmış durumda ve oldukça aşikâr halde önümüzde duruyor. Her şey çok daha net biçimde görünür hale geldi ve kalıcı biçimde sosyal ve siyasi bir mutabakatla çözülmek durumunda, bunun kendisi başlı başına oldukça ağır bir küfeyi muhalefetin sırtına yüklüyor. Bu meselenin kendisi başlı başına ağır bir küfe, neredeyse cumhuriyeti ve devleti yeniden kurmakla eş değer. Bir yandan kurumları bürokratik ve teknokratik anlamda maksimum verimle yeniden inşa etmeniz gerekirken diğer yandan bunu belirli sistematik kurallarla hukuki bir zeminde stabilize etmeniz gerekiyor. Bu durum bir alt küme olarak aktüel anlamda siyasi olanın, bir üst küme olarak idari anlamda hukuki olanı kurarken yaşanan politik süreci her daim deforme ettiği gerçeğini de karşımıza getiriyor. Türkiye örneğini siyasal geçmişiyle bir kenara koyalım, zira bizim örneğimiz insanlık tarihinde çok cüzi ve mütevazı bir parantez niteliği taşıyor. Mamafih insanlık tarihinde nereye giderseniz gidin hangi örneğe bakarsanız bakın aktüel siyasi heyecanın ve iç siyasi egemenlik savaşlarının, kamusal mutabakatı ve menfaati temsil eden tüzel bürokratik iddiayı deforme ettiğini görebiliyorsunuz. Bu durum toplumlarda tabii olarak siyasi olandan bağımsız bir hukuki süreç yaratılamayacağını bize gösterirken, siyasi güç ve egemenlik mücadelesine aşkın bir toplumsal demokratik terbiyenin tüzel kurallara ve kurumlara dönüşmesi sürecinin ne kadar meşakkatli ve hatta imkân dışı olduğu gerçeğini de karşımıza getiriyor. Mesele hele ki Türkiye gibi siyasi güç mücadelesinin devletin siyasi ve iktisadi kaynak dağıtımıyla doğrudan ilişkili olduğu ülkelerde çok daha karmaşıklaşıyor. Buna sosyal anlamda devleti sınırlayacak şekilde devlet dışı sivil alanda maddi aktörlerin yetersizliğiyle malul asimetrik bir toplumsal yapı ekleniyor ve ayrıca gelenekten günümüze tevarüs eden kültürel otoriterlik her tarafı kuşatıyor. Böylesi bir memlekette siyasi güç iddiasının dizginlenmesinin ne kadar zor olduğu ve buna mukabil olgun bir demokratik terbiyenin adının dahi anılmayacağı bir bağlamı karşımıza getiriyor. Bu atmosferde, her tarafı kuşatan siyasi güç istencinden kapsayıcı demokratikleşmeye veya siyasal olandan hukuki olana olabildiğince az hasarla geçmek mecburiyetindeyseniz ve bu geçişi bir normalleşme reçetesine bağlayarak devleti yeniden kurmak zorundaysanız işiniz çok zor. Varsayılan biçimde dahi gerek maddi iktisadi gerek siyasi kültürel anlamda gelişen noksan demokratik terbiyenin kapsayıcı bir hukuk devleti kurmaya yetmeyeceğini görmek ve bunu itiraf etmek zor değil. Hele ki devletin, kendisiyle eklemlenmiş otoriter popülist tüm kara karizmalardan kurtarılarak tüzel kurum ve kurallara dönüşmesi adına mücadele ediyorsanız, muhalefetin zemin boşluğunu görmek işten bile değil. Muhalefetin yaşadığı kriz de doğrudan bununla ilintili görünüyor. Siyasi olana dair altılı masanın iktidar ve marjinallerle mücadelesi bir tarafta; hukuki olana dair ise devleti yeniden milletin yüksek menfaatlerine dayalı olarak kurmanın sorumluluğu diğer tarafta duruyor. Bir yanda insan tabiatının en vahşi arzusu olan hükmetme gayesi ve bunun en dehşetli hali olan siyasi güç istencinin gerek iktidarla gerekse marjinallerle mücadelesi; diğer yandaysa hukuki normalleşmenin sorumluluğuna binaen şart olmuş tüzel bürokratik bir devlet kurmanın sağduyu ve fedakârlığa muhtaç tabiatı duruyor. Buna bir de masa içi aktörlerin siyasi mücadelesi ile hepsi birbirinden oldukça farklı hukuk devleti ve kapsayıcı demokrasi teşekkülleri eklenince ortaya çıkan tablonun, tarihin en zor dönemecini karşımıza getirdiğini söylemek zor olmasa gerek. Ve hepsinden öte uçurumun kenarında kaderini avucuna almış ve öylece bekleyen bir millet. Bu karmaşık süreçte umudun sembolü gibi karşımızda duran hayalleri çalınmış bir gençliğin ve yoksulluktan yoksulluk beğenen mazlum Anadolu’nun; beyaz yaka eğitimli bir kalifiye orta sınıfı kültürel biçimde henüz yeni yeni yeşertmiş bir cumhuriyetin kaderi bu süreçte düğümleniyor. Muhalefetin, ülkenin güçle fedakârlık, hırsla sağduyu, siyasi ve iktisadi kaynak dağıtımına hapsolmuş imtiyazlı ve kayırmacı zulüm düzeninin devamıyla, devletin herkes için adil biçimde işleyen kamusal düzenini yeniden kurmak adına kritik bir eşikteyiz. Özetle memleketin siyasi olanla hukuki olan arasında düğümlenmiş ve yıllardır kısır bir döngüye hapsolmuş hazin serencamını muhalefetin en az hasarla atlatmaktan başka yolu yok, tüm maddi kültürel ve demokratik standartlar yerle yeksan olsa bile… Belki altyapı ve üstyapıya dair hemen her şey eksik ama unutmayalım ki bir şey fazla; sürece dair arızalı olan biten her şeyi yeniden yapma irademiz. Bundan daha büyük bir güvencemiz de yok…