Avrupa siyasetinde, ekonomik krizler ve ardından gelen kitlesel göç dalgasını kullanarak ana akım siyaset aktörlerinin hegemonyasına son veren radikâl/popülist hareketler, sağda ve solda eş zamanlı olarak ortaya çıkmalarına rağmen sol popülist diskur, tabana yayılamadan sönümlenmeye yüz tutmuş görünüyor. 2007-2008 kapitalist kriziyle birlikte Avrupa siyasetinin merkez alanında hegemonyayı elinde bulunduran partilerin güç kaybetmeye başlamaları ve boşalttıkları alanları sağdan ya da soldan daha radikâl söylemlerle gelen partilerin doldurması geleneksel siyasi paradigmada bir değişime neden oldu. Örneğin, Almanya'da Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPD), sosyal adalet, sosyal koruma, güçlü sendikalar gibi taleplerinden vazgeçip, neoliberal politikaya angaje olmasıyla yani sağa dümen kırmasıyla boşalan alan daha radikâl söylemlere sahip Sol Parti (Die Linke) tarafından hızla doldurulurken, uzun yıllar boyunca sağ kulvarı neredeyse tek başına domine eden Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ise bu süreçte popülist/faşist parti Almanya için Alternatif ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu noktada, Avrupa siyasetinde ortaya çıkan genel değişimlerden görece kendini koruyabilmiş Alman siyasetinde paradigma değişimine neden olan sol popülist Die Linke ile aşırı sağcı AfD arasında süregiden mücadelenin iyi takip edilmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra Alman solu bünyesinde faaliyet gösteren farklı eğilimleri aynı çatı altında bir araya getirmeyi amaçlayan Die Linke projesinin, parti içindeki reformist ve devrimci kanatların bitmek bilmeyen mücadelesi nedeniyle başarıya ulaşamadığını görüyoruz. Programı itibarıyla anti-kapitalist olmayan ancak anti-neoliberal özellikler taşıyan Die Linke, kapitalist aşırılıkları törpülemeyi hedefleyen, reformist bir anlayışla sol kulvarda yarışıyor. "Sosyal adalet" önermesiyle özellikle işçi sınıfı ve orta sınıfın dikkatini çekmeyi başaran Die Linke, yönetime geldiği eyaletlerde yaşanan bir takım sorunlar nedeniyle zaman içerisinde gerilemeye başladı ve gözden düştü. OY ORANLARINDA DRAMATİK DÜŞÜŞ Doğu Almanya ve batı Almanya'nın birleşmesiyle birlikte özellikle doğuda ortaya çıkan sosyal sorunlara çözüm önermekte zorlanan Die Linke'nin, şu aşamada doğu eyaletleri zemininde kazandığı "Volkspartie" yani "halk partisi" olma özelliğini, faşist parti AfD'ye kaptırdığını söylemek yanlış olmaz. SPD'nin sağa kayması, Yeşiller'in de farklı politik angajmanlar nedeniyle mücadele zeminine gelmekte çekingen davranmasıyla faşist partinin karşısında tek başına kalan Die Linke'nin, en son geçtiğimiz hafta yapılan Saksonya-Anhalt eyalet parlamentosu seçimlerinde yaşadığı yıkım epeyce dramatikti. Bu eyalette bir önceki seçimde yüzde 16,3 oy alan parti, son seçimde yüzde 11'e kadar geriledi. Faşist Parti AfD ise 3 puan kadar kaybetmesine rağmen yüzde 21 oy alarak eyaletin en güçlü ikinci partisi konumunu muhafaza etti. Yaklaşık 3 ay sonra yapılacak genel seçimlere ilişkin anketler de Die Linke’nin seçim barajı olan yüzde 5'in bir buçuk puan üzerine kadar gerilediğini gösteriyor. Seçim sonuçlarının açıklanmasının hemen ardından ekranlara çıkan Die Linke'nin eyalet başbakanı adayı Eva von Angern'in sonuçları değerlendirirken sarf ettiği, "AfD'nin puan kaybetmesi ve başbakanlığı kazanamaması bizim için çok önemli" cümlesi konuyu özetliyordu aslında. Angern, partisinin yaşadığı trajediye hiç değinmedi bile. Bu ifade partinin kendi başarısından çok faşist partinin başarısızlığına odaklanıldığını, bununla birlikte acziyeti ve yaşanan ataletten kaynaklı çaresizliği göstermesi açısından oldukça kıymetliydi. Peki sağda ve solda radikâl/popülist aktörlerin birbirleriyle mücadelesi geleneksel siyaset partilerini rahatlatıyor mu? Hayır. Örneğin SPD'nin oyları artmıyor, parti hızla erimeye devam ediyor. Hristiyan Birlik için de durum aynı. Birlik’in öyle eskisi gibi yüzde 40’lara tırmanan oy oranları tatlı birer hülya olarak kaldı. KİRLİ SİYASET DİLİ Geleneksel siyaset aktörlerinin işlevsiz kaldığı bu periyotta faşist parti AfD, artan göçmen nüfusu ve paralelinde yaşanan sosyal sorunlara ilişkin ürettiği ırkçı ve dışlayıcı politikaların oluşturduğu rüzgârla yelkenlerini şişirerek zirveye doğru olan yolculuğuna devam ediyor. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin ardından işsizlik, yoksulluk, dışlanma ve bazı eşitsizliklere muhatap olan doğu Almanlar içerisinde faşist parti ciddi bir taban oluşturmayı başardı. Bu şekilde yükselen AfD, son tahlilde zeminini büyüterek, Almanya'da 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Hristiyan Birlik'in de sağında istikrarlı bir siyasi hareket oluşturmayı başardı. Tüm bunların yanı sıra bir de yine AfD’nin de yoğun çabasıyla toplumda gitgide kurumsallaşan gündelik ırkçılık sorunu var. İnsanlara ten, saç renkleri ya da isimleri nedeniyle uygulanan ırkçılık artık ülkenin rutinleri arasında yer alıyor. Alman düşünür Jurgen Habermas, artan ırkçılıkla ilgili olarak, “Toplumda göçmenlere karşı düşmanlık yeni bir olay değil ama artıyor. Yine de bu eğilimler yeni ortaya çıkmış gibi sunuluyor. Aslında barlarda konuşulan klişeler televizyonlarda talk-showlara yerleşti ve sağa kayma potansiyeline sahip seçmeni cezbetmeye çalışan medyatik kadın ve erkek siyasetçilerin söylemine malzeme oldu” tespitinde bulunuyor. Habermas’ın deyişiyle barlarda kullanılan ırkçı jargonun siyasetin dili haline gelmesinde faşist partinin epeyce katkısının olduğu açık bir şekilde ortada. AR DAMARI ÇATLADI Şöyle ki faşist parti ve benzeri hareketler, uzun bir süredir Nazi rejimi sırasında yahudilere, romanlara ve eşcinsellere yaşatılan acıları toplumun hafızasından silmek için çabalıyor. Bu çaba bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve sabırla sarf ediliyor. Bunun sonucunda toplumun Nazi utancına ilişkin ar damarının nihayet çatladığını görüyoruz. Vücutlarda Nazi sembollerine atıfta bulunan dövmeler, araba kaportalarına yapıştırılan Nazi dönemine ait sembolleri çağrıştıran çıkartmalar havalarda uçuşuyor. Sonuç olarak, göç ya da göçmenlik gibi karmaşık sorunlara, “göçmen almayın artık” ya da “göçmenleri ülkelerine gönderin” tarzı hiçbir derinliği olmayan, sıradan çözümler öneren neofaşist partiler, politikada medeni tartışma kültürünün yıpranmasına ve kısmen terk edilmesine neden oldu. Çünkü faşist söylemlerin geniş halk kitleleri arasında alıcısı olduğunu gören merkez siyasetin sağ ve sol unsurları da faşizmin bulanık sularına yelken açtı. İşte tam da bu nedenle sosyalist sol, aşırı sağa karşı yürüttüğü mücadelede cephede yalnız kaldığı için yenilmek üzere. Öte yandan şunu görmek gerekiyor, kapitalist küreselleşme ırkçılığı köpürtüyor. Bu yüzden kapitalizm içerisinde bu soruna çözüm aramak en hafif tabirle saflık olur. Talan ve emek soygunu temelli bir sistem dayatan kapitalizmi reforme edemezsiniz. O nedenle sosyalist solun bir an önce Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht’ten miras kalan mücadeleci ruhla parlamento dışında çalışmaya başlaması gerekiyor. Orada alan geniş. Sendikalar, emekçiler, orta sınıfa ait vatandaşlar… Ezcümle parlamentodan kafayı şöyle bir sokağa uzatmak lazım.