Eğitim, sosyal ve ekonomik olarak dezavantajlı koşulların içinde dünyaya gelen insanlar için yoksulluktan ve yoksunluktan kurtulmanın genellikte biricik ve tek yoludur. İçinde bulunduğumuz pandemi günlerinde bu koşullar altında dünyaya gelen pek çok insan için bu biricik ve tek yol, ne yazık ki gün be gün kapanıyor. Bunun sonuçlarının ne olacağına ilişkin öngörülerde bulunmak hiç de zor değil elbette: zaten bir hayli önemli bir açıklığın varolduğu gelir dengesizlikleri daha bir artacak, zaten gerek dünya genelinde gerekse Türkiye özelinde iyiden iyiye yalpalayan pek çok demokratik hak, iyiden iyiye gerileyecek, sosyal çözülmeler yaşanacak, suç oranı artacak ve belki de en beteri yirminci yüzyılın ilk yarısındaki büyük büyük savaşlar çıkacak yine… Çizilmekte olan bu ürkütücü tablodan dolayı dünyadaki ülkelerin hemen hepsi pandeminin getirdiği tüm risklere rağmen kısmen ya da tamamen yüz yüze eğitime başlamayı seçti, seçiyor, seçmek zorunda olduklarını fark ediyor. Elbette zor bir karar anı bu. Eğitimin ne denli önemli bir etkinlik olduğu gerçeğinin karşısında sağlığın ne denli öncelikli olduğu gerçeğiyle karşı karşıya bırakıldığımız bir karar anı. Fakat her ne olursa olsun, karar almak gerekiyor. Ertelemek değil! Genel Tablo Birleşmiş Milletler tarafından geçtiğimiz Ağustos ayında yayımlanan Covid-19 ve Sonrasında Eğitim başlıklı rapor şunu ifade ediyor: Pandemi, 190'dan fazla ülkede yaklaşık 1,6 milyar öğrenciyi etkilemiş durumda… Bu sayı dünya öğrenci nüfusunun yüzde 94'üne karşılık geliyor. Düşük ve orta gelirli ülkelerde ise öğrencilerin tümü etkilenmiş durumda: raporda verilen oran yüzde 99… Kuşkusuz Türkiye özelinde de öğrencilerin tümü bu süreçten etkilendi ve etkileniyor. Rapora göre, dünya genelindeki okulların yüzde 43’ünde öğrencilerin el yıkamak için su ve sabuna erişimi bulunmuyor. Yani 21. yüzyıl dünyasında yüz milyonlarca öğrenci su ve sabunun olmadığı okullarda eğitim görüyor… Türkiye’deki okulların fiziksel koşullarına ilişkin sağlıklı bir araştırma yok –ya da böyle bir araştırmaya erişimimiz yok. Fakat ülkemizdeki devlet okullarının belirli standartlar doğrultusunda inşa edilmesinden dolayı su ve sabuna erişim konusunda büyük bir sıkıntının olmadığını söyleyebiliriz yine de. Ve kuşkusuz özel okullardaki koşulların daha iyi durumda olduğunu da. Pandemiye ilişkin ilk sınavını Mart-Haziran döneminde veren Millî Eğitim Bakanlığı, bu dönem için devreye soktuğu EBA sisteminin internet sitesine bu süreç boyunca toplam 3,1 milyar tıklama yapıldığını bildirmişti Temmuz ayının başlarında. Söz konusu açıklamayı yapan bakan yardımcısı Reha Denemeç, bu sayının çok yüksek olduğunu dile getirmiş ve bunun bir reyting rekoru olduğundan bahsetmişti. Fakat basit bir hesap yaptığımızda, söz konusu sistemi kullanan öğretmenleri göz ardı ettiğimizde bile bu sayı öğrenci başına toplamda 172-173 civarlarında bir tıklamaya karşılık geliyor. Ve yaklaşık 100 günlük bir süreçten söz ettiğimize göre, her bir öğrenci günde 1 ya da 2 kez EBA sitesini tıklamış durumda. Ki burada sözü edilen şey, sadece ve sadece tıklama! Herkesin internete girebileceği varsayımının hiç de gerçekçi olmadığı dünya genelindeki pek çok eğitim derneği tarafından haklı bir şekilde sürecin en başından beri ısrarla dile getiriliyor. Nitekim öğrencilerin yüzde 43’ünün su ve sabuna bile erişemediği bir dünyada internete çok yaygın bir şekilde erişebildiğini varsaymak kuşkusuz ki tam bir vurdumduymazlıktır. Fakat hatırlayınız, sürecin başında pek bilmiş, pek eğitmen, pek donanımlı, pek duyarlı pek çok insan televizyon kanallarında gün be gün konuk edilmiş ve geleceğin eğitiminin çevrimiçi olacağını gururla ilan etmişlerdi hemen: bu pek eğitmen kimseler artık okullara gerek duyulmayacağını herkesin evinden istediği şekilde eğitim alabileceğini dile getiriyorlardı heyecanlı mı heyecanlı bir halde. Ve bunu Türkiye özelinde de layıkıyla yaşamıştık… Birleşmiş Milletler raporunda zorunlu eğitim sürecinde ilk kez bu denli büyük bir eğitim krizi yaşandığı ifade ediliyor. Fakat esas olan bu krizin çoktan beridir varolduğu. Pandemiyle birlikte gün yüzüne çıkan ise bu krizin bir kriz olmaktan çıkıp bir felakete dönüşmeye başladığı gerçeği. Görünen o ki, pandemi günleriyle birlikte ortaya çıkan halk sağlığı krizi sonrasında okul eğitimi olanaklarını tümüyle ya da kısmen kaybeden ve eğitim olanaklarında kalıcı olarak zarar görmüş bir pandemi neslini ortaya çıkaracak. Nitekim Dünya Bankası'na göre, kaybedilen okul eğitiminin uzun vadeli ekonomik maliyeti şimdiden 10 trilyon dolar olarak öngörülmekte! Ama şimdilik biz Türkiye özelinde konuşalım. Son günlerde sürekli olarak gündemi meşgul eden pandemi günlerinde eğitimin nasıl yapılacağına ilişkin yapıp edilenlere göz atalım önce… Madalyonun ön yüzü: Her yer açık, okullar kapalı! Soru şu: ülkemizdeki okulların kaçı, bu salgının ortasında öğrenim hayatının sürdürülebilmesi için gerekli hijyen olanaklarına sahiptir? Yanıt: bilmiyoruz! Yetkililer tarafından dile getirilen tek şey her tür olasılığa karşı gerekli önlemlerin alındığı. Sahadan gelen haberler ise hiç öyle değil. Peki, ama böyle bir veri niçin paylaşılmıyor? 4982 sayılı kanununun dördüncü maddesi “Herkes bilgi edinme hakkına sahiptir.” diye başlıyor. Fakat pandemi sürecine ilişkin ne hastaların yaş ortalamasına ilişkin bilgilere, ne hangi ilde, hangi semtte daha çok vaka olduğuna ne de hangi sektörlerin bulaşı daha çok yaydığına ilişkin hiçbir bilgi edinemiyoruz. Fakat ısrarla şu söyleniyor: okulları açmak çok tehlikeli? Bununla birlikte bu yeni dönemde sevdiklerimizin mutluluğundan, keyfimizden ödün vermeden tatilimizi gönlümüzce yaşayalım diye bizim için her türlü detay düşünülebiliyor ve öncelikli mi öncelikli tatil keyfimiz güvence altına alınabiliyor; ama işte eğitim haklarımız bir türlü güvence altına alınamıyor! Kültür ve Turizm Bakanlığı bir reklam filmiyle bu güvenceyi sunabilirken, Millî Eğitim Bakanlığı herhangi bir güvence sunamıyor! Peki! Neredeyse sürecin başından beri birçok Bilim Kurulu üyesi ya da ekranlarda gün be gün konuşan uzman veri okuyucularının birçoğu, durmaksızın okulların bulaş riskini artıracağından söz ediyor. Buna karşın; sürecin başından itibaren eğitim öğretime hep kapalı olan okullara inat, kurslar serbest bırakılıyor. Yani kurslara gitmek güvenli, ama okullar tehlikelidir, deniyor. Üstelik yasal olarak sadece tek bir ders verme yetkisi olan ama köşe bucak her yerde üniversite sınavlarına hazırlayan kursların serbestliğinden söz ediliyor burada, yani apaçık bir şekilde yasa dışı bir halde çalışan kurumları boy boy reklam panolarında görüp de hiçbir işlem yapmayan, dahası bu kurumları güvenli ilan eden bir yaklaşım dolaşıyor etrafta… Buna da peki! Fakat yine de Millî Eğitim Bakanlığı, özel okullar için 17 Ağustos ve tüm okullar için 31 Ağustosta yüz yüze eğitime başlamamak gibi çok yerinde bir karar vermeyi başarabildi. Çünkü her ne olursa olsun, bu tarihler sonrasında yaşanan vaka sayısındaki artış pek muhteşem veri okuyucuları tarafından derhal okullara bağlanacak ve denecekti ki: Okullar açıldığı için vaka sayıları artıyor. Ama öyle olmadı, bakanlık yerinde bir öngörüyle yüz yüze eğitimi başlatmadı ve görüldü ki vakalar yine de artıyor. Yani okullar kapalıyken vaka sayısı artıyor. Elbette şu denebilir halen: Açılırsa daha çok artacak ama. Öyle mi? Seyahat ve turizm uygulamaları mümkün olduğu kadar gevşetilmiş bir haldeyken, yani rahat rahat tatil yapabilir, gezebilir, restoranlara, kafelere, eğlence mekânlarına gidebilir, dışarıda rahat rahat dolaşabilir ve hemen her şeyi pek bir “mesafeli” şekilde rahatça yapabilirken tek başına okulların kapalı olması mı güvende tutacak bizleri? Bu denkleme mi ikna olalım yani? Yani okul dışında her yerde bulunma serbestisi tanıyıp, okullara gitmelerini yasaklayarak mı öğrencilerin sağlıklarını koruyoruz şimdi? Bu nasıl bir denklemdir, bu nasıl bir bilimselliktir? Buna da peki diyelim? Açık bir şekilde birbiriyle hiç de tutarlı bir bütün oluşturmayan bu uygulamalar, sürecin doğru bir şekilde yönetilmesini bir kenara bırakın, sürecin şu ya da bu şekilde yönetildiğine dair bile çok büyük şüpheler doğuruyor içimizde. Hem buraya kadarı madalyonun sadece ön yüzüne işaret ediyor yalnızca… Madalyonun arka yüzü: Eğitimin uzaktan hali; nereye kadar, kimler için? Nüfusunun yüzde 30’undan fazlasının, yani yaklaşık 27 milyon kişinin öğrenci olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu öğrencilerin 18 milyondan fazlası okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerde bulunuyor. En temel pedagojik esaslar şunu açıkça gösteriyor ki, üniversite ve lise öğrencileri için belirli alanlarda daima –ve olağanüstü durumlar içindeyken de tüm alanlarda geçici süreliğine uzaktan bir eğitim uygulamasını yürütmek pekâlâ mümkündür. Kuşkusuz uzaktan eğitim için pek de uygun olmayan alanlar için bir kayıp söz konusu olacaktır, fakat yine de söz konusu olan olağanüstü bir hal iken bu kayıp göze alınabilir ve alınması da gerekir elbette. Bununla birlikte ortaokul öğrencileri için eğitimi bir bütün olarak uzaktan yürütmenin faturaları biraz daha ağırdır. Ancak olağanüstü koşullar altında nispeten ağır bu fatura da göze alınmak zorunda kalınabilir ve eğitim faaliyetleri koşullar olağanlaşıncaya dek uzaktan bir şekilde yürütülebilir. Gelgelelim, ne denli ağır bir fatura göz önüne alınmaya kalkılırsa kalkılsın, ilkokul öğrencileri için uzaktan eğitimin uygulanabilir bir model olduğunu söylemek hiçbir şekilde mümkün değildir. Sözgelimi henüz okuma yazmayı dahi öğrenmeyen öğrencilere internet ya da televizyon aracılığıyla nasıl okuma yazma öğretebileceğinizi düşünün bir şöyle. Böyle bir şeyin mümkün olmadığı, bir bütün olarak hiçbir şekilde yürütülebilir olmadığı çok çok açık bir durumdur. Ve haliyle okul öncesi eğitimin de bu şekilde yapılamayacağı çok daha açıktır. Öyle ki bu basit esas, gelecekte okulların yerini dijital ortamların alacağını söyleyen kimseler için bile, eğitim denen etkinliğe ilişkin birkaç saniyelik bir düşünme zahmetine katlanmaları sonrasında fark edilebilir düzeyde bir açıklığa sahiptir! Şu halde pandemi günlerinde eğitime ilişkin en öncelikli sorun okul öncesi ve ilkokul öğrencilerinin eğitiminin nasıl organize edileceğine ilişkin sorundur. Türkiye’de bu kademelerde yaklaşık 7 milyon öğrenci bulunuyor. Ve bu öğrenciler için uzaktan eğitim asla devreye sokulabilecek bir model değil. Nitekim bu noktada bakanlığın ilk olarak okul öncesi ve birinci sınıflar düzeyinde yüz yüze eğitime başlama kararı almasındaki saik de bu olsa gerek. Ancak yine de buraya kadar dile getirdiğim esaslar konunun sadece teorik yönüne işaret ediyor. Pratikte ise çok daha farklı, çözülmesi çok daha güç sorunlar çıkıyor karşımıza. Öyle ki okul öncesi ve ilkokullarda yüz yüze, geri kalan kademelerde ise uzaktan eğitim yaparak geçirmemize izin vermeyecek denli büyük sorunlar bunlar. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye özelinde de internet erişiminin çok yaygın bir durum olmadığı çok açık. TÜİK verileri ülkemizde hanelerin yüzde 12’sine yakınında hiçbir internet erişiminin olmadığını gösteriyor. Ve son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar da hanelerin yaklaşık yüzde 40’ında tek bir bilgisayarın bile bulunmadığına işaret ediyor. Dahası her birimiz çok iyi biliyoruz ki, bir evde bir bilgisayarın bulunması demek, o evdeki birden çok öğrenci için uzaktan eğitim olanaklarının varolması anlamını taşımıyor asla. Elbette bu noktada, bakanlığın EBATV’yi de devreye soktuğu hatırlatılabilir bana, fakat eğitimin vazgeçilmesi olan öğretmen öğrenci etkileşiminden yoksun bu girişimin anlamlı fakat yine de çok yetersiz olduğu gerçeğini görmezlikten gelmek hiç mümkün değil yine de. Kısacası, açık bir şekilde ülkemizdeki öğrenciler arasında gözle görülür bir dijital uçurum söz konusu. Bu uçurumun giderilmesi için tek sorumluluğu Millî Eğitim Bakanlığına yüklemek de elbette ki çok yanlış bir tutum olur. Fakat yine de bu uçurumun giderilmesine yönelik atılan ciddi adımlardan söz etmek de mümkün değil. Şu halde teorik esaslar uzaktan eğitimin kimler için uygulanabilir olduğuna yönelik ciddi sorunlara işaret ederken, pratik esaslar böyle bir yöntemin sadece kimler için değil nereye kadar uygulanabilir olduğu yönünde de ciddi sorunlara işaret ediyor. Çünkü ne denli gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın pandemiden önce dünya genelinde olduğu gibi Türkiye özelinde de zaten devasa bir eğitim krizi söz konusuydu. Pandemiyle birlikte ise bu kriz daha bir derinleşti ve artık bir kriz olmaktan da çıkıp doğrudan eğitimden yoksun kalma, eğitimden yoksun bırakılma gibi çok daha radikal bir noktaya gelindi: bir felaket noktasına. Ve artık, derhal bir seçim yapmak zorundayız, ya bu felaketten kurtulmayı seçeceğiz ya da bu felaketten de öteye geçmek için koşar adımlarla yol almaya devam edeceğiz ısrarla. İçinde bulunduğumuz olağanüstü günlerin getirdiği koşullar ne denli ağır olursa olsun bir takım kararlar alıp bunları uygulamaya başlamamız gerektiği çok açık. Bunun için de en başta yetkili kimselerin bir şeyleri ertelemeyi bir karar alma olarak değerlendirme yanlışından derhal uzaklaşması gerekiyor artık. Sadece bir şeyleri erteleyip, her erteleme süresi tamamlandığında yeni bir ertelemeyle devam etmek, asla bir karar almak demek değildir. Karar, yani sonuca bağlanması gereken bir soruna ilişkin enikonu düşünülerek, araştırılarak, tartışılarak verilen kesin yargı. Ve bu yargıyla birlikte derli toplu, düzenli bir durumu var edebilmek için atılan ilk adım, başlangıç. Esasen karar sözcüğüyle aynı kökenden gelen istikrar sözcüğünün ifade ettiği anlam da budur. Bir şeyleri düzene koyabilmek için, bir şeyleri düzenleyebilmek için öncelikle bir karar almak gerekir ve bu kararı süratle, titiz bir şekilde hayata geçirmek… Burada “kesin” kavramı da önemlidir, çünkü kesinlik duraksamaya yer bırakmayan bir tavrı içerir, yani şayet kararlar gerekli kesinliği taşımazsa hayata geçirilemezler. Ertelemek ise bir karar almak demek değildir! Öte yandan, bu sürecin baş aktörleri olan eğitmenlerin de, “Suçlayacak birilerini buldum rahat ettim” zihniyetinden derhal uzaklaşıp bizzat taşın altına ellerini koyması gerekmektedir. Nitekim bu süreç sadece yetkili kimselerin inisiyatifine bırakılamayacak kadar elzem bir durumdur. Ve böylesine elzem durumlar bir eğitmen için, eğitimin başat amacı olan erdemli insanlar yetiştirme noktasında en temel etik sorumluluğa işaret eder. (devam edecek)