Açlık sanatı oldukça basit bir sanattır; sadece yemek yememeyi başarabilmek için gerekli birkaç husus hakkında bilgi edinen hemen her insanın rahatlıkla icra edebileceği türden bir sanat. Özel bir yetenek gerektirmez yani; bir hayli meşakkatli, zor mu zor bir eğitim süreci de yoktur öyle. Esasen içinden geçilecek özel bir eğitim süreci bile yoktur bu sanat için –her gerçek sanat gibi kişinin kendi kendine edindiği doğaçlama bir sanattır bu da. Fakat yine de hemen hiçbir sanatsever tarafından keyifle takip edilebilecek bir sanat da değildir kuşkusuz. Neticede birileri gerçekten aç kalmaktadır –çünkü bu sanatta sahtekârlığa pek rastlanmaz, pek çok kimsenin zannettiğinin aksine sahte açlıklar hiç de fazla yaşanmaz. Bu sebepten hep de tedirgin edici bir sanattır bu, çünkü çoklukla bir tokluk hissiyle son bulduğu sanılan açlığın, aslında tek son bulma halinin bu olmadığını hatırlatır hemen her zihne. Hal böyleyken, bu denli gerçek bir açlık söz konusuyken ve bu sanatı icra eden sanatçıların sonunun nereye varabileceği pek belliyken, kimilerince bu sanat sırf aç kalmak için yapılmaktadır sanki. Bu kimileri tarafından sanılır ki, açlık sanatçıları her birimiz gibi birer canlı değildir, onlar yemeden de yaşayabilen, yemeden yaşayabilmek gibi özel bir yeteneğe sahip olan apayrı birer insandır sanki. Ve yine bu kimileri, yapılan şeyi bir sanat değil de bir eğlence sanır çoklukla –onlar için televizyonlarda, gazetelerde, haber sitelerinde ya da bir sosyal medya paylaşımında kaç gün olduğu merakını gidermeye yarayan bir eğlencedir sanki her şey; öyle ki günler iyice geçmeye başladığında küstah bir şekilde şöyle konuştuklarını bile duyabilirsiniz: “Niye aç kalıyorlar ki hâlâ? Tek işsiz kalan onlar mı yani?” Elbette açlık, çoğu insan için bir sanat olmaktan öte bir dayanılmazlıktır. Aç kalmak dayanılmazdır –dahası aç kalma düşüncesi bile dayanılmazdır. Çünkü biliriz ki, aç kalırsak bitkin düşüp bir hastalığa yakalanabiliriz ve bizi yakalayan bu hastalık, bizi, asla bırakmayabilir. Bu yüzden, sık sık bir şeyler yeriz –hatta çoğu zaman hiç aç değilken bile bir şeyler yeriz. Denebilir ki, neredeyse tüm hayatımızı aç kalmamak için yaşarız. Bu noktada, duyarlı her zihin “Niye böyle bir sanat var ki?” diye soracaktır haklı olarak. Çünkü her gerçek sanat gibi bu sanat da bir ironiye işaret eder ve bu sanattaki ironi de şudur: açlık sanatı, açlığın asla yaşanmamasını isteyenlerin sanatıdır. Nitekim bu sanatın adını koyan Franz Kafka, bu ironiyi tüm boyutuyla gözler önüne serer: henüz ilk cümlesinde açlık sanatçılarına olan ilgideki azalmadan söz ederek başlar Açlık Sanatçısı öyküsüne. Öyküde sanatçının kendisi dışındaki hemen herkes, onun eninde sonunda bir şeyler yiyeceğinden emindir. Fakat açlık sanatçısı, “ne olursa olsun, hatta zorlansa bile ağzına bir lokma yiyecek” koymaz, çünkü “sanatçı onuru, böyle bir yola başvurmasına izin vermez.” Kafka, ironiyi titiz bir şekilde sunar okuyucularına. Açlık sanatçısı; aç kalmanın ne denli kolay bir şey olduğunu öykü boyunca sık sık dile getirir; bitkin düşmediğini göstermek için şarkılar söyler; açlığına son vermesi gerektiğini söyleyenlere kulak asmaz hiç. Sanatını ısrarla ve kararlılıkla sürdürür. Fakat onun bu kararlılığı onu görmeye gelenlerin sıkılmasına neden olur giderek, öyle ki bizzat onunla ilgilenmesi gereken görevliler bile sıkılmaya başlar ondan. Nitekim ilk başlarda titizlikle takip edilen aç kalma günlerinin sayısı bile takip edilmez olur birkaç hafta sonrasında. Nihayet herkes tarafından unutulduğu bir anda, içinde yaşadığı kafesi kontrol etmeye gelen yetkililerden biri fark eder onu, halen aç kalıp kalmadığını sorar. “Her zaman dileğim, açlık gösterilerime hayran olmanızdır,” diye karşılık verir açlık sanatçısı. Yetkili, “Zaten hayran değil miyiz!” diye sorar, o ise “Ama olmamanız gerekirdi,” diye itiraz eder. Yetkili, “Peki ama neden hayran olmayalım?” diye sorduğunda ise “Çünkü ister istemez aç kalmak zorundayım” der. Ve öyküdeki tüm ironinin gözler önüne serildiği noktada yetkili açlık sanatçısına neden aç kalmak zorunda olduğunu sorar, bu soruya verilen yanıt ise açlık sanatçısının hayatındaki son sözleridir: “Çünkü hoşuma giden yemek bulamıyorum. Bulsam inanın ki böyle bir ün peşinde koşmaz, ben de sizin gibi, başkaları gibi karnımı tıka basa doyururdum.” Elbette Kafka bu öyküsü için, hastalığından dolayı yaşamaya mahkûm kaldığı açlık durumunu bir motif olarak kullanmıştır. Fakat her edebiyat dehası gibi yazmaya başladığında yazdığı şeyin hayatı değil, hayatından esinlenen bir hayat olduğunun da gayet farkındadır kuşkusuz. Çünkü Kafka gibi dehalar bilir ki –ve her birimizin de bilmesi gerekir ki– duyarlı bir tavır kişilerden başlayıp ilkelere yönelmez, aksine ilkelerden başlayıp kişilere yönelir. Çünkü totolojik bir hatırlatmada bulunmak gerekirse; ilkeler, ilkseldir. Kaleme aldığı bu öykü hayatında yayımlanan son öyküsüdür Kafka’nın ve muhtemelen yazdığı da son öyküdür. Boğazındaki hastalığının onu artık hiçbir şey yiyemeyecek duruma getirdiği noktada, esasen yaşamı boyunca her an beklediği ölümün, bu sefer her seferkinden çok daha yakın olduğunu duyumsamış olması kuşkusuzdur –tıpkı iki insanın bir hastalıktan dolayı değil ama bir haksızlıktan dolayı 70 günden fazla bir süredir duyumsadığı gibi. Evet, söz konusu insanlar aç ve aç oldukları şey ilkesel olarak yemek değil! Ve her açlık sanatçısının sonu Kafka’nın öyküsündeki gibi olmak zorunda da değil… -------- Not: Franz Kafka’nın öyküsünden yapılan alıntılar ve göndermelerde Kâmuran Şipal çevirisi esas alınmıştır. Cem Yayınevi tarafından yapılan farklı basım yıllarında öykü Açlık Cambazı ve Açlık Şampiyonu isimleriyle yayımlanmıştır.