Mutlu olmak için huzurlu olmak lazım, çünkü mutluluğun alt yapısı huzurdur. Kiynikçilere göre huzurlu olmak içinse erdemli olmak lazım. Erdemli insan özgürdür, özgür olan insan üç şeyden sakınır:
  1. Haz peşinde koşmaz, çünkü haz insanı köleleştirir.
  2. Sahip olmaya çalışmaz, çünkü sahip oldukların bir süre sonra sana sahip olmaya başlar
  3. Başkalarının senin hakkında ne dediğini umursamaz, çünkü umursadığında sen gerçek sen olamazsın, günde kırk kalıba girer çıkarsın.
Bu felsefeye, dünya zevklerinden ve yüklerinden arınarak adeta bir köpek gibi yaşamayı salık verdiği için Kiynikçi felsefe denmişti. Kiynik köpek; Kiynikçi ise köpeksi demektir. Kiynikçiliğin bilinen en ünlü temsilcisi Sinoplu Diyojen'dir. Diyojen'i anlamak için önce Sokrates'i anlamak lazım. Sokrates Sokrates MÖ yılında Atina'da yaşamış, sonra da ölüm cezasına çarptırılarak yaşamına baldıran zehri ile son vermiş önemli bir filozoftur. Peki, Atinalılar Sokrates gibi bir düşünürü neden öldürdü?  Çünkü onları rahatsız ediyordu, özellikle Atina egemenlerinin çocuklarını"doğurtma" dediği soru -cevap yöntemi ile sorguluyor, onları "doğru yola" sevk ediyordu. Ancak onun için doğru olan yol, egemenler için yanlıştı, yararlı değildi. Bu yüzden ona tahammül etmediler ve onu tıpkı İsa gibi öldürdüler. (İsa da Roma'yı rahatsız ettiği için öldürülmüştü.) Sokrates'i yargılayan hakimler "Neden rahatsız ediyorsun?" diye sorduklarında,"Çünkü ben at sineğiyim, at sinekleri rahatsız eder. Ama bu zararlı değil yararlı bir rahatsızlıktır" der. Nasıl yani? "Atlar hantal varlıklardır, sinek onu ısınca hareket eder." İnsanlar da öyledir, onları rahatsız etmediğin zaman oldukları yerde sayar, sorgulamaz, öğrenemez ve dolaysıyla ilerlemezler. Benim söylediklerim rahatsız etse bile doğru şeylerdir. "Sorularımın ulaştığı cevaplar onları erdemli ve dahi iyi yurttaş yapıyor."  Mahkeme heyeti ona, "Bunları söylemekten vazgeç seni affedelim" dediğinde, o "Bunu yapamam, o zaman kendimle çelişir, kendimi inkâr etmiş olurum" diye cevap verir. Sorgu sonunda Jüri toplanır, 280 kişi onu suçlu bulur. Bunun üzerine hâkim sorar,"Sana nasıl bir ceza verelim." Sokrates "Bana olimpiyat atletlerine verdiğiniz yemekten verin desem yapmazsınız", kendisi son derece yoksul biriydi çünkü. Beni sürgüne gönderin desem olmaz, çünkü siz benim hemşerilerim olarak bana tahammül etmediniz, yabancılar nasıl etsin, geriye beni öldürmeniz kalıyor. Bu sözler üzerine Jüri ikinci kez toplanıyor, bu kez 360 kişi onun baldıran zehri ile öldürülmesine hükmediyor. İlginçtir ilk jüri sadece onu sadece suçlu bulunmuşken, ikincisi, üstelik daha yüksek sayıda, ölümüne hükmediyor. Onu ölüme mahkûm edenlerin bu dünyada zerre kadar esemeleri okunmazken, Sokrat 2500 yıldır hala yaşıyor? Neden? Çünkü sadece güçlü bir felsefeye sahip değildi, aynı zamanda tutarlı da yaşadı ve bunu ölümü pahasına gösterdi. Karısı onu zindanda ziyaret edip "Seni haksız yere öldürecekler" dediğinde "İyi ya bir de haklı yer öldürselerdi, daha mı iyi olacaktı" diye cevaplar onu. Öğrencileri onu kaçırmayı teklif eder, kabul etmez. "Herkese erdemi ve dürüstlüğü tavsiye ederken ben nasıl aksini yaparım" diyerek karşı çıkar. Ve sonunda o büyük filozof baldıran zehri içerek ölür. Etkisi Platon ve Aristo'da sürdü Öğrencisi Platon hocasının öldürülmesi üzerine kahreder, Atina'yı terk eder. Sirakuza'ya yardım etmek üzere onu tanıyan kralın kayını tarafından davet edilir. Bir buluşmada kral ile tartışır, sözleri kralın hoşuna gitmeyince "Bunlar bir bunağın sözleri" der kral ona, filozof karşısındaki kral da olsa sözünü esirgemez "Seninkiler de zorba bir diktatörün sözleridir" der. Kral Diyonusyus bu davranışı üzerine onun köle olarak satılmasını emrederek bir gemiye teslim eder. Güçlü kuvvetli yapısından dolayı Platon takma isimli Aristofanes, Arapların deyimi ile namı diğer Eflatuni Cihan, bir köle pazarında haraç mezat satılırken Atinalı zengin bir hemşerisi tarafından fark edilirek satın alınır. Tüccar onu alıp Atina'ya getirir. Platonu azat etmekle kalmaz, bu büyük filozofa, kendisine ait Hakademos civarındaki arazisinden, okul kurması için 80 dönümlük bir koruluk verir. İşte Platon namı bugüne kadar gelen Akademiya denilen okulunu burada kurar. Öğrencisi Aristoteles ise ayakta gezinerek ders anlattığı için Prapatisyenler (ayakta gezinenler) denilen Lisyum'u kurar. Akademi bugün üniversiteler için, Lisyum da lise için kullanılmaktadır hala. Diyojen denilen şahsiyet Platon ve Aristo gibi dev filozofların hocası Sokrates'in düşünceleriyle tutarlı yaşamasının en uç figürlerindendir. Gündüz fenerle adam arayan bir adam: Sinoplu Diyojen Bir gün Aristo'nun öğrencisi de olan İmparator İskender'e methi gider Diyojen'in. İskender hemen emreder "Alın getrin bakalım nasıl bir adam bu Diyojen dedikleri". Askerler bir fıçıda yaşayan Diyojen'in kapısına dayanırlar. "İmparator seninle görüşmek istiyor" derler. "Buyursun gelsin, ben müsaittim" der onlara Diyojen. Şaşkına dönen askerler gidip büyük İskender'e olayı iletirler. Küplere binen genç imparator kızarak ayağa fırlar, peşinde onlarca askeri ile Diyojen'den hesap sormaya gider. Bir fıçının yanına geldiğinde, "İşte burada yaşıyor efendim" derler krala. İskender küçümseyen bir tavırla iğrenerek ona üsten bakıp "Ben Karal İskender" der, Diyojen bulunduğu yerden istifini bozmadan "Ben de köpek Diyojen" diye cevap verir. İskender ilk şoku yaşar, Diyojene "Ben koca bir imparatorum, bir emrimle seni yok edebilirim, sen benden hiç korkmuyor musun?" deyince, Diyojen ona "Niye, sen kötü biri misin ki senden korkayım" diye cevap verir. İskender bu cevap üzerine ne yapacağını şaşırır, kendini iyi bir kral olarak gören kişi kötüyüm diyemez, iyi biri olarak da ona kötülük yapması uygun düşmez. Bu durumda başka bir yola başvurur, karşısındakini aşağılamak için: "Bir şey iste, sana bahşedeyim, o zaman kudretimi gör" deyince Diyojen şöyle bir bakar, kendisi ile onu ısıtan güneşi arasında duran İskender'e "Bana güneşi verebilir misin?" İmparator bu istek karşısında ilk defa güçsüzlüğünün farkına varır ama pes etmez "Güneşi veremem ama onun dışında dile benden ne dilersin" dediğinde Diyojen ona şu ünlü yanıtı verir: Gölge etme başka ihsan istemez senden. Koca İskender fıçıda yaşayan bu zavallı gibi gördüğü adamın karşısında yenilmiş olarak oradan ayrılırken, "Ben İskender olmasaydım Diyojen olmak isterdim" dediği söylenir. Bu karşılaşmadan bir süre sonra doğuya sefere çıkar İskender. Gücün ve Hindistan'daki altınların, toprakların, taç ve tahtın peşine düşer. Giderken yolu üstündeki mezarlıkta Diyojen'in bir şeyler eşlediğini görür, durup, "Ne arıyorsun ihtiyar?" diye sorar. Diyojen "Baban Kör Filipin kemiklerini arıyorum, ama kralın kemikleri ile kölelerin kemikleri birbirine karıştığı için kimin kemiği kime ait belli değil, seçemiyorum" der. İskender verecek cevap bulamaz, başını sallar ve yoluna devam eder. Hindistan yollarında fethettiği topraklar bir kaya parçası gibi dağılıp giderken hastalanıp yatağa düşer. Ölümü düşününce Diyojen aklına gelir, "Demek ki bir süre sonra binlerce yoksul köle gibi öleceğim, kemiklerim onlarınkinden ayrıt edilemeyecek", ölümün onları eşitleyeceğini hayretler içinde düşünür ve bir süre sonra ölür. Diyojen ise fikirlerini aynı zamanda yaşam biçimi ile başkalarının ne dediğini umursamadan yaymaya devam eder. Ona göre "başkasının ne dediğini umursayan asla özgür olamaz." Var olmadan varlıklı olmaya çalışan da özgür değil; haz peşinde koşan da… Peki nasıl özgür olur bir insan?  Doğaya uygun yaşayarak. Bu da erdem demek, özgürlük demektir. Erdem ve özgürlük cesaret ister; toplumsal normların reddini ve temel ihtiyaçların ötesindeki arzuların reddini… Dolaysıyla erdemli, huzurlu ve özgür olmak kişinin kendisine bağlıdır.  Buna pratik alıştırmalarla ulaşabiliriz. Örneğin kadına duyulan arzu erkeği şehvetin esiri yapar, "o halde ben kendi kendimi tatmin ederek bu esaretten kurtulabilirim" diyerek Atina meydanında kimseyi umursamadan, elleriyle kendini tatmin eder. Kendine göre bunu insanlara göstererek yapmasının nedeni onların kafasına dank ettirmeye çalışmaktır. Sadece yaşayacak kadar karnını doyurur, temel ihtiyaçları kadar edinir her şeyi, fazlasını asla istemez. Başkalarının onun hakkındaki düşüncelerini umursamaz, zaten bunu önemseyeneler özgür değillerdir ve "ben evrenin vatandaşıyım" der, doğayla uyum içinde yaşar. Kiynikçilik ve Hedonistlik arasındaki denge: Stoacılık Stoacılar Hedonistler ile Kiynikçilerin arasında bir yerde dururlar. Toplum tarafından şiddetle reddedilmeyecek akılcı ve uygulanabilir tezler ileri sürerler. Yani bir denge durumu onlarınkisi. Temsilcisi, MÖ 4'ncü yüzyılda yaşayan, 3'ncü yüzyılda da ölen Kıbrıslı Zenon'dur. Zenon aslında çok zengin bir tüccardır, Atina'ya gemiyle mal götürürken gemisi batar ve iflas eder. Nihayet Atina'ya ulaştığında artık hiçbir şeyi olmayan biridir. Büyük ıstırap içinde dolanırken yolu bir kitapçıya düşer. Orada bir kitaba rastlar. Hani var ya "Bir kitap okudum hayatım değişti" sözü, tam da Zenon için sanki söylenmiş gibi. Zenefonun Sokrates üzerine yazdığı bir kitaptır bu. Zenefon Sokrates'in yanında dolaşan gençlerden biri, Zenon bu kitaptan çok etkileniyor. Kitapçıya "Bu insan gibi biri var mı Atina'da" diye soruyor, "ondan öğrenmek, öğrencisi olmak isterim" diyor. O sırada tesadüfen Krates diye Diyojen'in bir öğrencisi oradan geçmektedir.  Kitapçı hemen işaret eder "İşte aradığın kişi o, peşini bırakma" der. Zenon Krates'in peşine düşer, yakalayıp tanışır, öğrencisi olur ve kendini tamamen felsefeye verir, zaman geçtikçe, bir süre sonra başka birine dönüşür. Sütunlarla örülü bir salonu okula çevirir orada felsefe dersleri vermeye başlar. Yunancada sütün stoa demek olduğu için okula Stoa Okulu, okulun takipçilerine de Stoacılar denmiştir. Bu felsefe diğer ikisine göre daha akılcı, mutedil ve uygulanabilir bir felsefedir, denebilir. Diyojen'in birey söylemin aksine onlara göre toplumda da özgürlük mümkün. Bir  sosyal hayvan olan insan toplumda yaşayacaksa bazı kurallara uyması gerekir. Bu durumda erdem ve huzur bize bağlı. Eğer dışında olanları akılcı bir biçimde yorumlarsa insan huzurlu olabilir. Nasıl ki Zenon, gemi kazasından sonra her şeyini kaybettiği halde tekrar huzuru yakaladıysa onun gibi her kes her zaman huzuru yakalama şansına sahiptir. Epiktetos gibi Stoacılar ise "güç ikiliğinden" bahsederek, bazı şeylerin bizim elimizde, gücümüz dahilinde olduğunu bazılarının olmadığını söylerler. Gücümüz dahilinde olmayan şeyler için endişelenmek akıl karı değil, çünkü bu konuda zaten bir şey gelmez elimizden. Eğer gücün dahilinde ise gene endişelenme, çünkü senin elinde, yap o zaman ve huzura kavuş, endişelenme boşu boşuna. Bu takdirde iyi bir insan olmak da senin elinde. Çünkü tek bir amacı var insanın, o da erdemli ve iyi insan olmaktır. Bir köle filozof olduğu halde bir imparator filozof olan Marcus Arelius'un arkasından yürüdüğü Seneca'ya göre eğer bir şey erdemden uzaklaştırıyorsa tercih edilmemeli. Markus Arelius mutlu yaşam için pek az şey gerekli. İhtiyaç duyduğunuz her şey içinizde ve düşüncelerinizde var, diyor. Tercih edilen farksızlar sizi erdemden uzaklaştırmayan şeylerdir. Bazı zevkler, para, güç gibi bazı şeyleri ölçülü akılcı kullanabilirsiniz. Bunları kullanarak daha iyi şeyler yapabilir erdeminiz daha etkili tecelli edebilir. Ve Zenon böyle buyurdu! Zenon sonunda ulaştığı sonuca göre yaşamda önemli olan hiç düşmemek değil düştükten sonra kalkabilmek olduğudur. Ona göre dışımızda gelebilecek gelişebilecek olayları biz belirleyemeyiz (ki insanın mutlu mutsuz kılan da bu karşılaştığı olaylardadır zaten) ama onlara karşı mücadele edebiliriz. 1- Bizi mutsuz eden şey bizim karşılaştığımız olayları nasıl yorumladığımız ve onlara karşı nasıl tutum aldığımızdır. Bu durumda mutluluk ve huzur dışsal olaylara bağlı değil çünkü onlara hükmümüz geçmez. O halde mutluluk ve huzur içsel olana bağlıdır. Fiziksel rahatsızlıkların kaynağı nasıl ki fiziksel beden ve organlarsa düşünsel rahatsızlıkların kaynağı da ruhsal ve psikolojiktir (Yüzyıllar sonra Freud bunu dediğinde mistisizmle suçlanacaktı) ve biz düşüncelerimize yön verebiliriz. 2- Elinde olanakların dahilinde olanları istersen kavuşabilir ve mutlu olabilirsin. İsteklerin küçükten büyüğe gitsin. Ulaşmayacağın şeyleri istemek sadece mutsuzluk verir. Burada ruhun doyuma ulaşması ve kendini buna göre terbiye etmen önemli. Çünkü istemenin bir sınırı yok. Sınırı olmayan istekler ruhumuzu daima hasta eder. Örneğin bir telefon çıkıyor onu alıyoruz, bir üst modeli çıkıyor hemen ona da koşuyoruz, (bunun adı, doyumsuz hedonist adaptasyondur). Kıyafet de öyle. Moda insana değil para kazanana, kapitaliste uyarlanmış bir mekanizmadır. Bunu takip eden asla tatmin olmaz, tatmin olmayan da asla mutlu olmaz. Bu yüzden kapitalizm ruhumuzu yücelten şeylerle uğraşmaz o bedenimizi pazarlamanın peşindedir, onun için doyumsuz hazzı ha bire harlar durur. Stoacılar bu noktada dengeyi savunur. 3- Hedonik çılgınlık ise ancak negatif canlandırma ile durdurulabilir. Elimizde olanı bir an yitirdiğimizi düşünün. O zaman ona elimizdeyken gereken değeri veririz. Biz bunu yapmayız genellikle. Ancak hastalıkta sağlığın, yoksullukta varsıllığın, yaşlılıkta gençliğin kıymetini anlıyoruz, o zaman da iş işten geçmiş oluyor. Aşırılıktan kaçının. İnsan ruhuna ve bedenine aşırı gelecek her şeyden sakın diyor. Aşırı sevinç gibi aşırı mutluluk, aşırı korku gibi aşırı cesaret, aşırı istekler, velhasıl her şeyin aşırısı insan ruhuna zararlıdır. İsteklerin sonunun olmadığı gibi aşırılıkların da sonu yok. Bu yüzden olsa gerek, Aristo, erdem dengedir, der. O halde bu aşırılıklara ket vurabilir, dengede tutabilirsen mutlu olabilirsin.