Muhalefetin gündeme getirdiği hiçbir konu bu kadar kalıcı olmadı. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik darboğaz ve salgınla mücadeledeki başarısızlık, dış politikada hareket alanı kalmayan iktidarın siyaset alanının daralmasına yol açtı. Kamuoyu muhalefetin sesine daha duyarlı hale geldi. Fakat bu konunun gündemde kalıcılığını belirleyen önemli nedenlerden biri de, Merkez Bankasının işlemlerine ait çok teknik bir konuda, hükümet adına açıklama yapanların yetersizlikleri oldu. Neredeyse her gün bir açıklama yapmaya çalışan iktidar temsilcileri, yaptıkları her açıklamayla yeni soruları gündeme getirdiler; konunun daha da büyümesine yol açtılar. Elbette bu süreçte, konunun asıl muhatabı olan Merkez Bankasının, son zamanlara kadar sessiz kalması da dikkat çekmekteydi. Acaba bu kurumsal sessizliğin nedeni, açıklamaya konu olan işlemlerin siyasi bir karar sonucu olmaları mıydı? Muhalefetin astığı pankartlara hükümetin gösterdiği gereksiz, bazen mizah konusu olabilecek tepkiler, konunun kamuoyunda öne çıkmasına yol açtığını söylemek de mümkün. Yine de siyasilerin yaptıkları açıklamaların yetersizlikleri en az bunlar kadar önemliydi. Peki, ama bu açıklamalar neden yeterli olmuyor ve konu bir türlü kapatılamıyor? Her şeyden önce konu son derecede teknik bir konudur ve diğer siyasi konuların aksine iktidarın yeni bir söyleme ihtiyaç duyulmaktadır. Örneğin her zaman olduğu gibi bir “beka” söyleminin korumasının arkasına saklanmak, böyle bir durumda mümkün değildir. Zaten 128 milyar dolar gibi ülkenin “kara günlerinde” kullanımı için bulundurulan bir paranın harcanması, ülke için gerçek bir “beka” sorunu yaratmıştır ve bunun sorumlusu bizzat iktidardaki siyasilerdir. Diğer bir sebep ise, konunun tarafları bakımından ortaya çıkan nitelik farkıdır. Konunun ekonomik tahribatını sınırlayabilmek için yapılan açıklamaların hedef aldığı kesim finansal piyasalardaki iktisadi karar alıcılarıdır ve bunlar konunun gerektirdiği son derecede teknik bilgi donanımına sahiptirler. Dolayısıyla kamuoyunun sıradan, soyut, siyasi bir söylemle tatmin olması beklenemez. Bu kesimleri tatmin edecek bir açıklamanın da, benzer ölçüde teknik bilgi ve beceriye sahip muhatapları tarafından yapılması zaruridir. Zaten modern merkez bankacılığında piyasalara yön vermeyi amaçlayan etkin iletişim hedefinin gereği de budur. Bunca zaman finans camiasını yeterince ikna edecek bir açıklama yapılamamasının nedeni, çok uzun süreden beri AKP iktidarının ekonomi yönetiminde rol alan siyasi kadroların yetersizlikleri ve bu nitelikleri ile ekonominin en gelişmiş ve vasıf olarak en ileri düzeyde olduğu bir kesimle diyaloğa girebilecek niteliğe ve vizyona sahip olmamasıdır. Zira Merkez Bankasının günümüzde uygulamaya çalıştığı politikalar (en azından niyet olarak), bugün için iktisat biliminin ortaya koyduğu en modern politikalardır; ama ülkemizdeki siyasilerin ekonomi görüşlerinin hala 1970’lerin dünyasından kalmış olması düşündürücüdür. *** Haksızlık etmeyelim… Aslında konu hem siyasi hem de hukuki yönü bakımından karmaşık bir konudur. Serbest kur rejimlerinde meydana gelebilecek keskin dalgalanmaların önünü alabilmek için, merkez bankaları zaman zaman döviz piyasalarına müdahale edebilirler.  Ancak bu müdahaleler piyasalardaki ve ekonomideki genel yönelimleri etkileyecek, nispi fiyatlar üzerinde kalıcı bir etki yaratacak şekilde yapılmalıdır.  Daha da önemlisi süreklilik arz etmemesi gerekir. Eğer sürekli müdahale ihtiyacı söz konusu ise, o zaman uygulanan politikalar sorgulanmalı ve bu müdahaleleri gerekli kılan nedenler ivedilikle ortadan kaldırılmalıdır. Esnek kur rejiminde sürekli müdahale ihtiyacı, uygulanan politikaların hatalarına işaret etmektedir. Kurları esnek bırakmanın amacı da temelde budur. Ancak yanlış olan politikaların yanlışlığını görünmez kılmak için döviz piyasalarına yapılacak doğrudan müdahaleler, hiçbir zaman sürdürülebilir bir politika seçeneği olamaz. Döviz piyasasına müdahaleyle ekonomi yönetiminde yapılan yanlışları saklamaya çalışmak temelde siyasi bir karardır ve neticede iktidar için siyasi sonuçlar doğurur. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi… Ancak müdahalenin yapılmasında uygulanacak yöntem ve usulün tartışılabilecek bir yanı yoktur.  Öncelikle müdahalenin taraflarının uyması gereken birtakım yasal kısıtlar olması kaçınılmazdır.  Bu nedenle 128 milyar doların hazine üzerinden kullanımı için TCMB ve Hazine’nin hazırladığı protokol yapılan müdahale için hukuki bir mekanizma oluşturma gayretidir.  Ancak bu mekanizmanın hem mevcut iktisadi yapının işleyişiyle çelişen, hem de müdahalenin şeffaflığı ve hesap verilebilirliğini düzenleyen hukuki mevzuata uygun olmayan yönleri bulunmaktadır. Açık ekonomilerde uygulanan esnek kur rejimlerinde döviz piyasalarına yapılacak böyle bir müdahalenin muhatabı her şeyden önce Merkez Bankasıdır; Hazine değil.  Usul bakımından birinci koşul budur.  Zira 1989 yılında 32 numaralı kararnamenin yürürlüğe girmesinden önce, TCMB ile Hazine arasında imzalanan protokol gereği, ortaya çıkan yeni kurumsal çevrede her iki kurumun kendi yetki alanlarına çekilmeleri kararlaştırılmış ve aralarındaki mali ilişkiler sınırlandırmıştır. Buna göre Hazinenin döviz piyasalarına müdahale etmesi gibi herhangi bir yetkisi ve sorumluluğu yoktur. İkinci önemli konu, yapılan müdahalelerin piyasa dinamiklerinin işlerliğini zedelememesi gereğidir.  Bu nedenle, merkez bankalarının döviz piyasalarına yapacakları müdahalelerin usulleri vardır.  Buna göre, merkez bankaları şeffaf, hesap verebilir ve döviz piyasasının tüm aktörlerini kapsayacak ihaleler yoluyla bu müdahalelerini gerçekleştirebilir ve sonuçlarını kamuoyuyla paylaşır.  Bu ihalelerde ortaya çıkan fiyat ve müdahale miktarının ekonomideki aktörlerin beklentilerinin oluşumunda önemi büyüktür.  Bu şekilde süreç şeffaf yürütüldüğünde, iktisadi aktörlerin beklentilerinin oluşumunda herhangi bir “bilgi aksaklığı” meydana gelmez. Döviz piyasalarındaki müdahaleleri şeffaflıktan ve hesap verilebilirlikten uzak bir şekilde yapmak, iktisadi karar vericilerin alacakları kararlarda “yanlış” yönlendirilmelerinin amaçlandığı, “kötü niyetli” bir davranış olarak düşünülebilir.  Bu kötü niyet, döviz piyasasındaki fiyatları baskı altına alıp, ekonomideki kaynakların siyasi karar alıcıların tercih ettikleri alanlara gitmesini temin eder.  Kaynakların bu şekilde kullanımını arzulayan karar alıcılar, bu müdahalelerden ülke için olmasa bile, kendi siyasi ikballeri için birtakım faydalar elde edebilirler.  İşte bu şekilde yapılan müdahaleler, yanlış fiyatlandırma davranışlarının sürdürülmeye çalışılmasıyla 128 milyar dolar gibi bir mali kaynağın heba edilmesiyle sonuçlanır. Yetkililer bahse konu olan rezerv miktarının “buharlaşmadığı”, ama TCMB yerine vatandaşın portföyüne geçtiğini de iddia etmektedirler.  Bu kısmen doğu olsa bile, açık bir ekonomide, hele bir de sermaye kontrollerinin olmadığı bir durumda, bireylerin portföyleri ile TCMB’ninki birbirinden ayrı hale gelir. Döviz tevdiat hesaplarında yerlilerle yabancıları ayıran yegâne farkın, yerlilerin bıyıkları olduğu unutulmamalıdır. --- Öner Günçavdı, İTÜ İşletme Fakültesi, İşletme Mühendisliği Bölümünde iktisat profesörüdür.  İTÜ’den lisans, İTÜ ve Warwick Üniversitelerinden yüksek lisan dereceleri bulunan Günçavdı, Nottingham Üniversitesi’nden de doktora derecesine sahiptir. Biri Düşten Gerçeğe: Türk Sanayinde Elginkan Topluluğu (İstanbul: Tarih Vakfı), diğeri Yolun Sonu (Ankara: Efil Yayınevi) olmak üzere iki telif kitabın ve çok sayıda bilimsel makalenin yazarıdır.