Cumhuriyet yönetiminin en önemli başarılarından biri güçlü kurumlara dayanan ulus-devlet inşasıdır. Osmanlı enkazı üzerine kurulan Cumhuriyet, farklı coğrafyalardan akın akın Anadolu’ya göç eden Müslüman gruplarla yerel nüfusu bütünleştirebildi. Geçtiğimiz hafta 100. yılına yaklaşan Cumhuriyet, önceki senelerde görülmeyen bir çoşkuyla kutlandı. Cumhuriyet kurumlarının içini boşaltan 12 Eylül yönetimi, bu önemli günü ruhsuz ve resmi törenlerle kutlardı. Ne yazık ki, o dönem yetişen kuşak Cumhuriyet yönetimini bu yılların militarist politika ve söylemleriyle özdeşleştirdi ve ondan uzaklaştı. AKP iktidarında Cumhuriyet kutlamaları neredeyse gündemden kalkmıştı. Halbuki, son yıllarda resmi olarak unutturulmak istenilen Cumhuriyet bayramını geniş halk kitleleri sahipleniyor. Cumhuriyete yönelik artan ilginin arkasında 2002 öncesi Türkiye siyasetini kıyasıya eleştiren siyasi kadroların iktidarı altında yaşanan ağır iktisadi buhran ve siyasi krizin büyük rolü var. Post-Kemalist çevreler tarafından hafife alınan Cumhuriyet kazanımlarının bile tehlikeye girdiği ve askeri yönetimler sırasında bile görülmeyen derecede kişiye dayalı otoriter bir rejimin kurulduğu dönemde bu toplumsal yönelime şaşırmamak gerekiyor. Tabii ki, 2019 yerel seçimlerinden sonra nüfusu yüksek birçok büyükşehir belediye başkanlıklarını CHP’li adayların kazanması da muhalefet bloğuna Erdoğan yönetimi karşısında siyasi alternatif sunma fırsatı verdi. Bu metinle başladığım yazı serisinde artık neredeyse 100 yaşına girecek olan Cumhuriyet idaresinin eleştirel bir muhasebesini yapacağım. Bugünkü yazımda Cumhuriyet’in tarihsel öneminden ve somut başarılarından bahsedeceğim. Cumhuriyet gerçekten de desteklenmeyi ve kutlanmayı hak ediyor. Fakat Cumhuriyetin başarılarını sahiplenirken, onun eksiklerini ve başarısızlıklarını unutmamalıyız. Sonraki yazımda Türkiye’de demokrasinin bir türlü pekişememesinden yola çıkarak, Cumhuriyet döneminde yaşanan siyasi sorunları irdeleyeceğim. 20 senelik AKP iktidarında Cumhuriyet kurumları ciddi tahribata uğradı ve ülkedeki toplumsal, siyasi ve iktisadi dinamikler temelden değişti. Ne geçmişe yönelik özlem, ne de eski yapıyı restore etmek artık mümkün olabilir. Serinin üçüncü yazısında Cumhuriyeti sahiplenmenin yolunun geçmişi idealize etme hatasına düşmeden geleceği şekillendirecek bir mücadeleden geçtiğini savunacağım. CUMHURİYETİN TARİHSEL ÖNEMİ Son dönemde kamuoyundaki tartışmalarda Cumhuriyetin ilanının tarihsel önemini hafife alan analizler gündeme gelmeye başladı. Belli kesimler nezdinde Cumhuriyet aslında Tanzimat’tan beri devam eden siyasi dönüşümün doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Cumhuriyetin modern bürokrasisini, Anayasa ve parlamento geleneğini Osmanlı son döneminden miras aldığını reddetmek mümkün değil. Nitekim 1908 Devrimi sonrasında parlamentonun üstünde hiçbir siyasi gücün kabul edilemeyeceği fikri siyasi çevrelerde yaygın şekilde kabul ediliyordu. Fakat hala meşruiyetini koruyan Osmanlı sarayı, 1918 sonrası görüldüğü üzere, karşı-devrim unsuru olarak varlığını devam ettirmişti. Daha da önemlisi Halife’nin varlığı seküler politikaların benimsenmesini zorlaştıran ve uzun vadede ciddi hukuki ve siyasi sorunlar yaratacak etkiye sahipti. 1922-24 arasında yapılan devrimler sayesinde bu iki başlı yapı tamamen yıkıldığı gibi artık geriye dönüş olanağı da ortadan kalkmış oldu. Cumhuriyet fikrinin kendisi de Osmanlı son döneminde kamuoyunda yaşanan tartışmalarda ilk defa ortaya çıkmış olabilir. Fakat o dönemde farklı Cumhuriyet modellerinin gündemde olduğu ve içlerinden en otoriter versiyonun seçildiği iddiası ampirik verilerle uyuşmuyor. Cumhuriyetçilik fikri o dönemki düşünce akımları içinde herhalde en cılız ve en az destekçiye sahip olanıydı. İttihatçı çevrelerde bile küçük bir azınlık dışında sahiplenen yoktu. Nitekim, Milli Mücadelenin önder kadrosundan birçok isim Cumhuriyetin ilanına karşıydı. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nda kazandığı büyük halk desteği olmasaydı bu büyük kırılma gerçekleşmeyecekti. Bazılarına göre günümüzde monarşiyle yönetilen ülkelerin az sayıda olması ve özellikle Orta Doğu’da birçok otoriter rejimin Cumhuriyet idaresine sahip olması cumhuriyet yönetimine sahip olmanın önemini azaltıyor. Tabii ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir türlü demokrasisini pekiştirememesi üstünde durulması gereken bir eksiklik. Fakat Orta Doğu’daki muadillerinin aksine Türkiye’de cumhuriyet yönetiminin çok ciddi bir siyasi dönüşümü hem de 1920’ler gibi erken bir tarihte başlattığını ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da çok partili ve rekabetçi bir siyasi yapıya evrildiğini gözden kaçırmamalıyız. Uzun süredir Erdoğan yönetiminin otoriter politikalarına karşın muhalefet bloğunun bir türlü zayıflamamasının arkasında işte bu köklü gelenek yatmaktadır. CUMHURİYETİN SOMUT KAZANIMLARI Cumhuriyet yönetiminin en önemli başarılarından biri birçok gelişmekte olan ülkedeki muadillerine göre kapasitesi yüksek, güçlü kurumlara dayanan ulus-devlet inşasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerine kurulan Cumhuriyet idaresi, oluşturmaya çalıştığı ulusal kimlik aracılığıyla farklı coğrafyalardan akın akın Anadolu’ya göç eden Müslüman gruplarla yerel nüfusu bütünleştirebildi. O zamana kadar siyasi kurumlarla ilişkisi düşük seviyede kalan kitleler ilk defa vatandaşlık bağlarıyla yeni rejime dahil edildi ve siyasi, kültürel ve iktisadi açıdan merkezle bağlar kurdu. Çok partili parlamenter yapıya geçildikten sonra oluşan siyasi rekabet vatandaş olma bilincini güçlendirdi. Öte yandan, takip edilen eğitim politikaları sayesinde ulusal kültür geniş kitlelere başarıyla yayıldı. Ulusal kimlik inşasının Kürt ve gayri-Müslim kesimlere yönelik dışlayıcı boyutunun olduğu yadsınamaz. Fakat uzun süren savaşlarla tükenmiş Anadolu coğrafyasında kısıtlı iktisadi imkanlara karşın büyük bir toplumsal atılım gerçekleşti. Cumhuriyet idaresinin bürokratik kurumlara yaptığı yatırım Tanzimat döneminden beri temelini şahıs iradesinden almayan devlet idaresi kurma hedefinin zirve noktası oldu. Özellikle erken Cumhuriyet döneminde kamu sektörü halkın eğitim ve sağlık seviyesini yükseltme ve hayat standartlarını geliştirme amacıyla yeniden düzenlendi. Bu sayede, uzun süren savaşlar ve Osmanlı idaresinin ilgisizliği nedeniyle fakirleşen Anadolu’da kamusal yatırımlar ve sunulan hizmetler daha yüksek seviyelere çıktı. Erken Cumhuriyet döneminde yürütülen demiryolu politikası, sıtma ve verem gibi salgın hastalıklarla mücadele ve sanayi yatırımları 1911-1922 arası savaşların ve 1929 Ekonomik Buhranı’nın yarattığı derin yoksulluğu aşmada önemli başarılar kazandı. Çok partili parlamenter sisteme geçiş sonrası merkez sağ iktidarların inşa ettikleri sulama kanalları, karayolları, barajlar, elektrik ve telekomünikasyon ağları sayesinde Anadolu kırsalının fiziki dönüşümü sağladı.
Ulusal kimlik inşasının Kürt ve gayri-Müslim kesimlere yönelik dışlayıcı boyutunun olduğu yadsınamaz. Fakat uzun süren savaşlarla tükenmiş Anadolu coğrafyasında kısıtlı iktisadi imkanlara karşın büyük bir toplumsal atılım gerçekleşti.
Karma ve seküler eğitim Cumhuriyet yönetiminin topluma yaptığı yatırımların öne çıktığı alanların başında gelir. Sadece büyükşehirlerle sınırlı kalmayıp, Anadolu geneline yayılan devlet eğitim kurumları sayesinde yakın zamana kadar okumak toplumsal hareketliliği temin ediyordu. Modern eğitim kurumları ilk defa Tanzimat döneminde açılmaya başlandı ama 20. yüzyıl başında bile bu kurumların ulaşabildiği insan sayısı çok azdı. Daha da önemlisi toplumun yarısını pratikte eve hapseden bir toplumsal düzen hüküm sürüyordu. Medreseleri de içine alan ikili eğitim sistemi nedeniyle seküler müfredattan geçen öğrenci sayısı kısıtlıydı. Cumhuriyet idaresiyle birlikte tamamen aşılmasalar bile bu engellere çok büyük darbe vuruldu. Köy Enstitüleri aracılığıyla okullar ilk defa kırsal bölgelere de açıldı. Barışçı dış politika Cumhuriyet hükümetlerinin yakın zaman kadar öne çıkan bir diğer başarısıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşen savaşlar nüfus ve toprak kaybı yaratmasının yanında iktisadi büyümeyi de çok olumsuz şekilde etkiliyordu. Bu durumun farkında olan Kemalist elitler erken Cumhuriyet döneminde Türkiye dış politikasını barışçı çizgiye getirdiler. Bu dönemde Türkiye kimisi yakın zamana kadar savaştığı ülkeler de dahil olmak üzere komşularıyla dostluk anlaşmaları imzalayarak çok zor bir coğrafyada etrafını barış havzasına çevirdi. Arap Baharı’na kadar çok farklı ideolojik kökenden gelen partilerin kurduğu hükümetler bu çizgiyi devam ettirdi. Son olarak, Cumhuriyetin ülkede başlattığı büyük hukuki dönüşümden bahsetmek gerekiyor. Uygulamada zaman zaman yetersiz kalınmasına karşın, Müslüman coğrafyada seküler değerleri bu derece kitleselleştiren başka bir ülke bulmak hayli zor olacaktır. Medeni Kanun ve sonrasında atılan siyasi adımlar Müslüman dünya için adeta bir devrim niteliği taşımaktadır. Seküler hukuk sistemi kadın-erkek eşitliğini merkezine alan bir anlayışı yürürlüğe koydu. AKP iktidarı altında bu kazanımların saldırı altında olması onların önemini azaltmıyor. Erdoğan sonrası Türkiye’de yazımda anlattığım bu Cumhuriyet bakiyesinin büyük bir siyasi dönüşüm ve demokratikleşmenin motoru olacağını düşünüyorum.