Netflix Türkiye, Kübra dizisinin açıklamasında şu cümleleri kuruyor: “Kenar bir mahallede yaşayan kendi hâlinde bir genç, geleceği öngörüyormuş gibi görünen mesajlar aldıkça hem takipçi kitlesi hem de güçlü düşmanlar edinir.” Başrolünü Çağatay Uluçay’ın oynadığı Aslıhan Malbora, Ahsen Eroğlu, Nazan Kesal, Aytek Şayan, Cihan Talay ve Ahmet Mümtaz Taylan’ın performanslarıyla renklenen sekiz bölümlük dizi, modern zamanların din algısı üzerine bir inceleme aslında.

ü

Artık Herkes Farklı, Herkes Başka…

Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan, Taylan Biraderler’in kamerasından seyrettiğimiz Kübra, hikâyeyi sabırla takip edenlere nefis sahneler sunuyor. Ormancılar adlı mahallede yaşayan, görece toplumun dışında kalmış, biraz biraz kendi otonomisi olan bir mahallede yaşayan (adalet yoksa barış da yok) Gökhan adlı genç, asker dönüşü sakin bir profille evine döner. Oto tamircide çalışan, komşuları tarafından dürüst ve çalışkan bir genç olarak tarif edilen başrolümüz, nişanlısı Merve ile evlenip mutlu mesut yaşama hayalindedir.

ü

Onun sıradan hayatı, üyesi olduğu bir sanal arkadaşlık uygulamasıyla değişir. KÜBRA isimli hesaptan gelmeye başlayan mesajlar kafasını karıştırmaya başlar. “Sen farklısın” iletisi, Gökhan’ın olaylara bakışını değiştirir. Cep telefonuna gelen bildirimlerle kimi hadiseleri önceden (gayptan?) bilir ve bunları duyurmaya başlar. Bir peygamber olmadığını; fakat Allah’ın kendisiyle konuştuğunu yineler. Zaman içinde, gösterdiği new age mucizelerle de bu iddiasını ispatlar ve etrafına kalabalık toplanmaya başlar.

ü

Robotlar mı Tehlikeli, Yazılımsal Botlar mı?

Yazıyı tam da bunun için kaleme almak istedim aslında: Sosyal medyanın hayatımızın vazgeçilmez bir gıdası olması sonrası hemen herkes biricik, özel ve farklı hissediyor kendini. Barış Özcan’ın da dikkat çektiği gibi, “Yapay zekâ insanların sonunu getirebilir!” diye konuşanları duydukça aklımıza sadece Terminatör tipi robotlar geliyor. Halbuki yazıyla, sözle, kelimelerin gücüyle bizleri manipüle edebilen yazılımsal ‘bot’lar daha tehlikeli. Nitekim öyle de oluyor.

ü

Sağlam ve güvenilir bir silsile takip eden sufilerin, nefisleriyle giriştikleri cehd, yaşadıkları seyrisüluk sonrası ancak bir derviş olabildikleri zamanlardan, basit bir aplikasyon üzerinden gelen mesajlarla kendisinin seçilmiş olduğuna inanan günümüz insanının zavallı fotoğrafını görüyorsunuz aslında. Gökhan, Semavi oluyor ve kendisine “Ben kimim de Tanrı bana konuşuyor.” demek aklına gelmeden seçilmiş yahut 15 dakikalığına meşhur olmayı bekliyor. Belki de insanları böylesi bir zemine çeken motivasyon, bugünün YouTube şeyhlerinin üslubu, onların derinliği olmayan prodüksiyonlu anlatılarının Instagram’da bir reels izleme kolaylığında oluyor olmasıdır, kim bilir.

ü

“Sihir ve Kerametin Ortaya Çıkış Bakımından Farkları Yoktur”

Oysa tasavvuf erbabının itibar ettiği, son uykusunu Kastamonu’da uyuyan Şeyh Şaban-ı Veli’nin menkıbelerini derleyen Ömer Fuadî ta 17. yüzyılda şu ikazları düşer, kitabının başına: “Gerçek velilerin alameti üçtür: İlki her konudaki meşguliyeti Allah olmak, ikinci alamet, her konuda kaçış ve sığınacak mercii Allah olmak, üçüncü alamet ise her konuda, herhâlde ve her işte himmetini, kastını, işlerini, sözlerini, sıfatlarını ve hâllerini Allah’ın dışındaki varlıkları düşünmekten, dünya düşüncesi ve nefsin istekleri karışmayıp her işinde tüm samimiyet ve içtenliğiyle bizzat Allah için olmaktır. Netice olarak olağanüstü velâyet ve kerametleri olan kimse bahsedilen bu tariflerin manası üzerinde olup bu üç alametin kendisinde bulunması gerekmektedir. Çünkü velilerde ortaya çıkan olağanüstülükler onlardan başka sihirbaz ve istidrac ehlinde de ortaya çıkar. Bu yüzden sihir ve kerametin ortaya çıkış bakımından farkları yoktur. Her ikisi de tabiat kanunlarına karşı ortaya çıkan fiillerdir. Ancak bu fiiller birbirinden ayırt edileceği zaman kendisinden bu fiilin zuhur ettiği kimsenin hâl ve işaretine bakarak ayrılırlar.”

ü

Peygamberler Tarihi’nden Sahneler

Filme dönersek; Gökhan’ın (Semavi’nin) yaşadığı mistik tecrübelerin silüetinde ‘peygamberler tarihi’nden görüntüler akıyor. Bir kere Semavi yetim, babası hastalıktan ötürü vefat ettiğinden annesi ve kız kardeşine o bakmak zorunda. Hazreti Muhammed’in babasız kalışına göndermeyle başlayan oyunluk, Semavi’nin insanları uyarması, evlerinde kalmalarını söyleyerek Nuh Tufanı’na selamla devam ediyor. Mahallede çıkan olaylar esnasında silahla vurulması; ancak kurşunun bedenine işlememesi, yani ölüp dirilmesi epey bir Hazreti İsa efekti olmuş, keza kanlı gömlek de Hazreti Yusuf’un hikâyesidir malum. Hazreti Musa’nın kıssasında olduğu gibi Semavi de Allah’ı görmek istiyor. Filmde dağ değil, fakat koca bir bina yerle bir oluyor. Bu bağlamda KÜBRA’yı da pekâlâ vahiy meleği Cebrail’in yerine koyabiliriz.

ü

Kübra, Ekber, Kibir, Kebir ve Kabir! Spoiler olacak ama sonradan anlıyoruz ki Gökhan’la konuşan Tanrı değil, Knowledge Unit Based Reasoning Automaton, yani KUBRA, yani yapay zekâ. Malum Kübra ismi, daha büyük, ulu demek. Dizi açılışlarında, Kübra isminin Arapça aynı kökten türeyen Ekber, Kibir, Kebir’den sonra insanın son durağı Kabir’e dönüşmesi çok şık bir intro gerçekten.

ü

Bu arada Netflix Türkiye, Kübra’nın ikinci sezonunu ilan etti. Hep beraber göreceğiz işin içine devletin de dahil olduğu bu yeni sürümde Gökhan, Semavi olarak yürümeyi seçtiği yolda, holdingleşme yolunu mı tevessül edecek, yoksa tek başına kaldığı kulübesinde hakikatin kapısını mı aralayacak? İkinci seçenek biraz zor gibi; çünkü ‘din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını’ duyuruyor. Evet, Marks haklı ‘din, halkın afyonunu oluşturuyor.’ Hâl böyle olunca da zaten bir mürşidin gözetiminde çile çıkarmadan vaaz kürsüsüne çıkan Gökhan’ın nefis mücadelesi, süpermarket mistisizmi kıvamında ilerleyecek sanki.

ü

Tanrı’ya İnanmak Değil, Onu Bilmek Mesele

Son sözü Nilay Örnek’in ‘Nasıl Olunur’ adlı programına katılan Taylan Biraderler’den Yağmur Taylan’a veriyorum: “İnsan, dinî bir varlık, kesin. Ve din arketipi ile doğuyor, doğasında var bu, yani bilinç dışı. İnsanın esas ihtiyacı olan şey, bir dine körü körüne inanması da değil, ona ulaşması, onu anlaması. Jung’a soruyorlar ya, Tanrı’ya inanmıyor musun diye. Hayır, inanmama gerek yok biliyorum diye cevap veriyor. Zaten doğru olan yeterlilik olmadan bir şeye inanmak doğru ve iyi bir şey değil, inanç bu yönüyle çok tehlikeli. Çünkü gerçekte ne olduğu bilinmiyor; ama bilmen lazım. Toplumun yüzde doksan dokuzu öylesine inanıyor dine. Çok küçük bir azınlık deneyimleyerek inanıyor. İslam’da da onun o kolu var aslında: tasavvuf. Ama deneyimleyerek inanma, günümüzde tamamen bitmiş durumda eskinde varmış. Zaten bugünün en büyük problemi de bu.”

Editör: Samet Altıntaş