Ben 1993 senesinde yedi yaşındaydım. Aynı sene bir grup yazar, tıpkı Evliya Çelebi gibi İstanbul’dan bir ‘Osmanlı Metropolü Bursa’ya gemiyle gidip, şehri geziyorlar. Günün sonunda da ‘Bursa Ütopyalar Forumu’ marifetiyle düzenlenen mimarlık anketinde katılımcılara, İmparatorluğun ilk payitahtının çarpık kentleşmeden nasıl kurtulup eski görüntüsüne kavuşacağı sorusu yönlendiriliyor. Arkitekt dergisinde, Ahmet Turhan Altıner’in hazırladığı dosyanın ‘birinci’si şöyle dile geliyor: Bursa’yı Yıkmak! Şimdi 2024 yılındayız, ben otuz sekiz yaşındayım ve şehrin işgali gün geçtikçe artarak devam ediyor. Bir yeri cebren ele geçirenlerin -istilanın sadece ‘harici bedhahlar’ca yapıldığını sanmayın lütfen- ve oralı addedilenlerin atasından kalan ahşap konağı, dedesinden yadigâr tarlayı, babasının mirasını nasıl tarumar, çarçur ettiğinin trajik bir fotoğrafı bugünkü şehir. Hayır, aklınıza hemen 2006 sonrası kentin elde kalan yıkık, dökük son klasik manzarasını da tamamen değiştiren Doğanbey TOKİ’ler gelmesin. Bu toplu konutlar, deliren bir şehrin hunisi hüviyetinde. Bu arada eski Bursa’nın ortasına böylesi devasa beton yapıyı dikenler, ‘camileri ahır yapan CeHaPe zihniyeti’ değil, ‘Osmanlı medeniyeti’ diskuru üzerinde tepinen ve bu söylemi istismar eden bir siyasî teşekkülün ‘akıncılar’ı, hâliyle bu arkaplan da hikâyenin bir başka tenakuzu. Yeri gelmişken Fatih’in emaneti addedilen İstanbul, nasıl eskinin mücahitleri ve Mustafa Kemal’in askerleri eliyle finans kapitalin metresi olduysa Bursa da aynı düşüncenin garsoniyeri konumunda ve ülkeye bu kötülüğü yapanlar, başkalarıyla nikâhlı… İşte bizim büyük çaresizliğimiz. “Eyvah, Osmanlı’nın Dibacesi Yıkıldı” Bu alanı iktisatlı kullanmak ve burayı bir ‘ağlama duvarı’na çevirmemek adına tarihsel background verip, meseleyi bir çerçeve içine almak istiyorum. Bursa’nın geçmiş zamanlarında, şehir tarihçilerinin de ittifakıyla üç büyük kırılma söz konusu: bunlardan ilki ahalinin ‘kıyamet-i suğra’, yani ‘küçük kıyamet’ diye andığı, 31. Osmanlı padişahı Abdülmecid’in saltanatına tesadüf eden 1855 Depremi. 2 Mart-12 Nisan tarihleri arasında vuku bulan sarsıntıların tespit edilebilen büyüklüğü 7,5. 1999 Gölcük Depremi’nin 7,4 olduğu hatırlanırsa mazideki zelzelenin nasıl bir afet olduğunu hayal edin. Öyle ki Abdülmecid ve Abdülaziz saltanatlarında başbakanlık yapmış, 1839 Tanzimat Fermanı esnasında genç yaşıyla Osmanlı ülkesinin yörüngesini ‘muasır medeniyet’e çevirenlerden Keçecizâde Fuat Paşa’nın “Eyvah, Osmanlı’nın dibacesi yıkıldı!” sözü, sadece bir üzüntü hâli değil, yıkıcı bir gerçeğe işaret ediyor. Çünkü bir zamanlar var olan, seyyahların dağı, ovası, dereleri ve mimarî yapılarıyla cennete benzettiği Bursa, bu şiddetli sarsıntıdan sonra terkidiyar eyler. Evliya Çelebi out, Ahmet Vefik Paşa in Meraklısı için kaydedelim: İşte bu yüzden, Evliya Çelebi’nin 27 Nisan 1640 tarihinde gerçekleştirdiği ve seyyahımızın kişisel tarihinin de ilk gezisi sayılan Bursa seyahati esnasında, Seyahatnâme’sine kaydettiği sözel ve gözel pasajlar, neyi kaybettiğimizin resimleri olması açısından ayrıca önemi haiz. Mezkûr hareketiarzdan sonra, laf olsun diye yazmıyorum, kaynakların aktardığına göre kent yerle bir olur. Mesela şehrin kalesi hükmündeki yirmi kubbeli Ulu Cami’nin on sekizi çöker, sadece iki kubbesi ayakta kalır, yıkım o derece derin gider yani. Sultan Aziz döneminde Anadolu Sağ Kol Müfettişi olan, Sultan Hamid devrinde de Bursa valisi tayin edilen Ahmet Vefik Paşa’nın üstün gayretleriyle şehirdeki asarıatika, yeniden ayağa kaldırılır ve üç aşağı beş yukarı bugünün manzarası sabitlenmiş olur, bu bir. Ovadan Önce Son Çıkış: 1958 Kapalıçarşı Yangını Kentin tarihinde doğal afetler de güzelliği kadar çok. Sadece deprem değil, sel ve yangınlarla da örülü bir hafızası var. İlk payitaht, İmparatorluğun en uzun yüzyılını ateşlerle tamamlar. 1853 Setbaşı, 1870 Kayhan ve 1889 Ulu Cami yangınları, felaketler silsilesi olur. 1904’teki Pirinç Han yangınından sonra (pek tabi Millî Mücadele esnasında şehri geçici bir süre elinde tutan Yunan kuvvetlerinin, Şükrü Naili Paşa’yı gördükten sonra kaçarken Bursa’nın kimi sembolik yapılarını yakıp yıkmaları söz konusu. Ancak bu kısa sürede vuku bulan garazkârane eylemler, ‘yabancı’ların ‘savaş zamanları’nın neticesi. Ben Bursa’nın rantsal dönüşümünü hunharca yapan ‘yerli’ler için merhum mimar Cengiz Bektaş’ın şu sözünü tekrar ediyorum: “Düşman bile Bursa’ya bu kötülüğü yapmaz.) şehrin kaderini tayin eden asıl büyük ateş, 1958 Kapalıçarşı yangınıyla saklandığı yerden dışarı çıkar, kadim örtüyü yutar ve hıncı geçene kadar rengini salmaya devam eder. Gaz Ocağının Düşürdüğü Ateş! Korkunun kızıl resmi için ailevî bir örnek vereyim: Annem 1959 yılında Hamzabey Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Mudanyalı olan rahmetli anneannem 1958’de ilk çocuğuna hamile. Heykel tarafından civar mahallelere uçurulan “Bursa yanıyor, kaçın…” sözleri, büyük annemin karnındaki bebeğe vurur ve anneannem korkudan çocuğunu düşürür. Toplumsal hâdiselerin insana bakan tarafları oldukça hüzünlü dedikten sonra gelelim yangının çıkış sebebini… Bir zamanlar Cami-i Kebir’in alt tarafında bulunan/kurulan sahaf dükkânları vardır. Esnaf Cavit Çemrek’in mücellithanesinde yanan gaz ocağı, sahibinin çay söylemek için dışarıya çıktığında devrilmesi sonucunda, bir hikâyenin de sonunu getirir. Demokratların İmdadına Sosyalist Mimar Yetişiyor Demokrat Parti’nin şehircilik karnesi oldukça zayıf; hatta cahilce. Münevver Ayaşlı’nın ‘küçük bir taşralı’ diye andığı Adnan Menderes’in uygulamaya koyduğu 1956 İstanbul İmar Planı’yla son payitahtın hangi ‘kör kazma’lara kurban gittiği acıklı bir hatıra. İşte aynı Demokratlar, belki de üzerlerindeki vandal lekeyi gölgelemek, ilk başkentteki yıkımı tersine çevirmek, bu karamsar tabloya bir bahçe düşü kazandırmak adına gerçekten ve cidden umutlu bir adım atarlar. İtalyan Sosyalist Partisi Roma Belediye Meclisi Üyesi Luigi Piccinato, DP’li Bursa Belediye Başkanı -ki 1955’te şehre kazandırdığı Kültür Park’tan ötürü Bursalılar kendisine medyunuşükrandır- Reşat Oyal’ın davetiyle Bursa’ya gelir. Kadim ile Modern Arasında Gerilim Olmamalı! Yangın sonrası kentin nazım planı üzerine çalışan İtalyan mimar, yetkililere şaşırtıcı bir rapor sunar. Evet gün geçtikçe kaçınılmaz bir trendle sanayi şehrine evrilse de eski Bursa, tıpkı Roma gibi muhafaza edilecek, yöresine kurulan uydu kentlerle yaşamını sürdürecektir. Sosyalist mimara göre Osmanlılar; beylikten devlete geçerken, kadim kentin antik şemasını zedelemeden ve Bizans varlığını yok etmeden kendi anlayışlarına göre bir şehir inşa eder. Bunu da eskiyi yıkıp kendi damgasını vurarak değil, taş üstüne taş koyarak Osmanlı kent kimliğini yaratır. Piccinato, her şehirde olmayan duplicazione’ın, yani ikiliğin, yani eski ve yeninin iç içe olma hâlinin Bursa’da var olduğunu, dolayısıyla kentin hassas terazide ölçülüp işlenmesi gerektiğini söyledikten sonra şu öneriyi sunar: Kadim ile modern arasında bir gerilim oluşturulmayacak, yeninin hatırına eskinin üzerinden buldozer gibi geçilmeyecek, gerekirse çağdaş şehircilik ilkelerinden taviz verilecek, geleneksel konut ve yerleşme dokusu ne olursa olsun muhafaza edilecektir. Peki, ne olur? Aslında yazıyı sabırla bu cümleye kadar okuyanlar cevabı günümüz Bursa’sına bakıp verebilirler.   Bursa, Bursalılara Bırakılmalı mı? Piccinato’nun hazırladığı nazım planı, Ocak 1960’ta İmar ve İskân Bakanı Hayrettin Erkmen tarafından onaylanıp yürürlüğe girer, ancak tasarlanan bu düzen en çok Bursalı kodamanların karşı çıkması neticesinde uygulanmaz. Akabinde 27 Mayıs Askerî Müdahalesi’nin siyaseti baştan dizayn etmesiyle de eski Bursa’nın tekrardan yaratılma süreci rafa kaldırılır. Bütün bu hikâyeyi bize aktaran çok değerli Mithat Kırayoğlu’nun istifhamlarına ortak olalım: “… bu olağanüstü, istisnai planlama deneyiminden günümüze neler kaldı diye soruyoruz; cevap ise ne yazık ki hiçbir şey. Piccinato’nun kente ilişkin nüfus projeksiyonu, ülke gerçekleri tarafından kısa sürede ıskartaya çıkarıldı. Ancak bu durum onun planını olduğu gibi rafa kaldırıp bir daha yüzüne bile bakmamak için geçerli bir mazeret miydi? Piccinato’nun planı, günümüzde yapılmakta olan birçok imar planının aksine, statik bir şemadan ibaret değildi. O plan kentin geleceğine ilişkin bir politika belirleme, ilkeleri, umutları ve potansiyel gelişme senaryolarını ortaya koyma çabasındaydı. Kentin gelişimini kendi hâline bırakıp planlama sorumluluğundan kaçarak 600 yıldır korunagelmiş dengenin bozulmasına göz yumacağımız yerde, Piccinato’nun geleceğe dair umutlarını çağdaş Bursa’nın hemşerileri olarak sahiplenemez miydik? Bir İtalyan meslek adamının bizim şehrimize duyduğu sevgi ve gösterdiği özeni biz de sürdürmeye çalışamaz mıydık?” Bu, iki. “Yok Birbirimizden Farkımız/Hepimiz Osmanlı Bankasıyız…” Üç büyük kırılma ânının öyküsünü kabaca anlattım, şimdi gelelim üçüncüsüne… CHP ve Adalet Partisi koalisyonuyla oluşan 26. Türkiye Hükümeti, İsmet İnönü’nün başbakanlığıyla yola koyulur. Bu sırada Amerikalı Checci and Company adlı firma, 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı adına (Sadece sağcıları Amerikancı olmakla itham edenlere, ithaf edelim. Ve o meşhur reklam filmi sloganını atalım: Yok birbirimizden farkımız/Hepimiz Osmanlı bankasıyız!) uygun bir sanayi bölgesi arama haberini duyurur. Listede; İstanbul, Adapazarı, Adana, Mersin, Zonguldak ve Bursa vardır. Belirlenen on sekiz kritere sahip tek şehir Bursa olur ve en yüksek puanla birinci çıkar. Hazırlanan raporlar, alınan kararlar doğrultusunda Türkiye’nin ilk sanayi bölgesi yeşil Bursa’nın üzerini örter ve onu uykuya bırakır. İşte, bu saatten sonra ilk başkentin son kırıntıları da halının altına süpürülür, ardından kenti âdeta istila edecek olan kontrolsüz göçle Bursa’nın demografik yapısı değişmeye başlar. Yeşil Bursa’daki Maç, Fabrika Düdüğüyle Bitti! Bilmem, gördünüz mü? Koç Holding Onursal Başkanı Mustafa Rahmi Koç’un, otuz sekiz yaşındayken (yani benimle yaşıtken) 1968’de kurulan Türkiye Otomobil Fabrikası AŞ’nin bir sene sonra Demirtaş’taki üretimevinin temelinin atıldığı zamanda, şantiye alanında eli cebinde yürüyen bir fotoğrafı vardır. Bu arada fabrika yeri ile ilgili İstanbul, İzmit, Adapazarı, Arifiye, Orhangazi ve Bursa bölgeleri gezilmiş ve yine Bursa’da karar kılınmıştır. İşte, kimi romantik şehir tarihçileri, dönemin Bursa Valisi Enver Saatçigil ve Koç Ailesi’nin katılımıyla 13 Nisan 1969 tarihinde başlangıcı ilan edilen fabrikaların düdüğüyle maçın bittiğini serdeder. Hayat devam ediyordur, bugün birçok nüfusun ekmek kapısı olan TOFAŞ, kendi kapısını 12 Şubat 1971 Cuma günü büyük bir törenle açar, evet bu da üç. Murat 124’lere Adını Veren Padişah! Yeri gelmişken; ilk otomobilin heyecanı yanına bu arabaya bir isim bulma telaşı da gelir. Fabrikanın yanından geçen çaydan mülhem ‘Nilüfer’, Bursa ovasına atıf yapan ‘Ova’, şehrin ipekçilik damarını önceleyen ‘Koza’, sırtını yasladığı ‘Uludağ’ ve nihayet Bursa sancağına adını vermiş olan Murad-ı Hüdavendigar’ı akla getiren ‘Murat’… Bu isimler arasında İtalyan ortaklar da kendi tarihlerinde adı geçen bir generali hatırlattığından ‘Murat’ isminde uzlaşılır. Mutabakat neticesinde; Murat 124’ten beş sene içinde toplam 134 bin 867 adet satılır. 1974 yılının en önemli olaylarından biri de TOFAŞ’ın Mısır’a yaptığı ihracat olur. Evliyâ Çelebi’nin seyahat ettiği son şehre, gezginliğinin görücüye çıktığı ilk şehirden yetmiş adet Murat 124 yollanır. Külhanbeylerinin Elinde Ufalanan Bir Kasaba İrisi Bugün Bursa Ticaret Sanayi Odası, BTSO’nun (yönetim kurulu üyelerinin ne kadarı Bursasporlu, kaçı İstanbul takımı tutuyor acaba?) tefahür ederek anlattığı ‘ilk organize sanayi bölgesi olma’ hâdisesi şehrin son makas değişikliği aslında. Tam burada, “Ne yani, Bursa kalkınmasın mı, üreten bir kent olmasın mı?” sorularını soran, sonradan görme külhanbeylerinin çok da anlayamayacakları bir gerçeği tekrar edeyim o zaman: Amaç; Bursa’nın endüstriyel anlamda ilerlemesine takoz koyup, boş beleş sloganlarla kentin gittikçe pisleşen havasını daha da kirletmek değil. Soru/n; şehircilik meselesinde, sadece paranın sözünün geçtiği, eskiye dair ne varsa yıkılıp kenara atıldığı, Bursa’nın hangi kültürü temsil ettiği realitesi göz ardı edilerek, bir kasaba irisine, evet sıradan bir Anadolu şehrini döndürülmesi. Balat’taki Kafeler ya da Arabayatağı’ndaki Kahveler O zaman bir soru da benden: Sizce bugün (Nilüfer) Balat’taki kafelerde ve (Yıldırım) Arabayatağı’ndaki kahvelerde oturanlar, beledî hudutların sabitlemesiyle aynı yerde ikamet ediyor olsalar da aynı şehirde mi yaşıyorlar? Mekân varyasyonları hesap edilmeden girişilen ‘iyi niyetli’ gayretlerin neticesinde, bırakın şehre dışarıdan gelenleri, kendilerini Bursalı sayanlar (kentteki iç göçle başlayan: Çekirge-Kükürtlü-Bademli-Özlüce) ahir ömürlerini bir Ege kasabasında geçirmek için doğdukları toprakları hem de arkalarına bakmadan bırakıp gidiyorlar. Neden? Çünkü belli başlı lokasyonlar hariç Bursa, yaşanacak bir şehir değil artık. Türbeler versus Fabrikalar Şahsî fikrim, pekâlâ Gazi’nin 1 Ekim 1925 tarihinde İpek-İş’in temel atma töreninde yaptığı konuşmada, “Efendiler, Bursa başlı başına bir sanat (sanayi) memleketi olmaya pek elverişlidir. Onun için dilerim, Bursa’da her şeye ait fabrikalar çoğalsın hiç olmazsa türbelerinin sayısına ulaşsın.” dediği nokta. Hatta ‘türbeler, camiler, eski bahçeler’i anan/arayan Tanpınar’ın günlüğüne düştüğü şu notu önemserim: “Biz Avrupalılaşacağız. Fakat Asya-yı Sağra’da oturan Türk milleti olarak. Ve kitle hâlinde Avrupalılaştığımız nispette Avrupalılaşacağız. Kitle hâlinde değişmek. İşte bütün mesele. Bunun da tek yolu var: Sanayileşmek, müreffeh olmak. O zaman bayramlar da ramazan da hoşumuza gider. Çünkü kendimize mahsus bir hayat yaratmış oluruz.” “Oluşacak Büyük Göçü Hesaplayamadık” Beş Şehir müellifinin başka bir yazısında dile getirdiği gibi Bursa’ya bir renk cümbüşü katan ovanın tesislerle donatılması, başı boş bırakılan yerleşmelerle, acele iskânlarla tarumar edilmesi kimliksiz, kişiliksiz, kompleksli hemşeriler yarattı. Organize Sanayi Bölgesi’nin kuruluşu sırasında yedi yıl İdare Komitesi Başkanı olarak görev yapan Fuat Özyol’un “Hata mı işlemişiz, sevaba mı girmişiz, bilemiyorum şimdi. Ama bildiğim Bursa kayboldu.” cümleleri, badelharabülbasra mesabesinde. Yine Bursa Ticaret ve Sanayi Odası eski başkanlarından Hüseyin Suat Sungur, yıllar sonra verdiği mülakatta şunları kaydetmişti: “Nerede hata yaptığımıza gelince; 1959’da ABD hükümeti Türkiye’de bir sanayi bölgesi kurulması için 2,5 milyon dolarlık bir fon oluşturdu. Bu sanayi bölgesi için de Adana, Bursa ile yarışa girdi ve en sonunda ipi Bursa göğüsledi. Biz bu çerçevede OSB’yi Mudanya yolundaki bataklık ve sazlık bölgede kurduk. Yanlış yaptığımız şey, konuyu tüm unsurları ve sonuçlarıyla değerlendiremedik, bütünsel yaklaşamadık. Oluşacak büyük göçü, bunun olumsuz etkilerini hesaplayamadık. Keşke o günlere dönmek mümkün olsaydı da aynı yanlışı yapmasaydık.” Kentsel Devrim için Ne Yapmalı? Bu geniş yazıyı ‘eski Bursalılar Facebook sayfası’ like’lasın diye değil, çarpık kentleşmenin kronolojisini vermek adına uzattım. Bursa; dağdan mülhem kaya tuzunun suyun içinde erimesi gibi, ovadan mütevellit dut yaprağının yenmesi gibi avucumuzdan kaydı gitti. Kentsel Devrim’e inanmış biri olarak pek tabi Marksist sosyolog Henri Lefebvre’n “Oysa söylenecek pek az şey vardır; yaşanacaklarsa daha da azdır. Yaşanan, ezilir. Tasarlanan, baskın çıkar. Tarihsel olan, özlem şeklinde yaşanır, doğa, pişmanlık konusudur, ufuk geridedir.” cümlelerini virt gibi yinelemekle beraber bugüne de birkaç söz düşmek lazım: AKP’li sabık belediye başkanı Alinur Aktaş, hemşerilerden de destek gören ‘Tarihî Çarşı ve Hanlar Bölgesi’ projesi kapsamında, “Bursa’yı yaparak değil, yıkarak güzelleştireceğiz” diyerek eldeki tek çıkış yolu kartını göstermişti. “Bursa’yı da Yık Tekrar Yap” Açıkçası ben de topyekûn şehri yeniden yapılandırma gayretinin değil, eski Bursa’nın çerini çöpünü temizlemenin kâfi olacağını düşünüyorum. Üstünkörü bir tarifle söylersem benim Bursa’m Nâzım’la Piraye’nin buluştuğu Hüsnügüzel Çay Bahçesi’nden başlıyor, Kazım Baykal’ın bilgilendirme levhasını astığı Zeyniler Cami’nin çeşmesiyle bitiyor. Şehrin geri kalanı bir yatakhane olduğundan ne yalan söyleyeyim o taraflarıyla alakalı değilim. Bu yazının jeneriği de eski Bursa’yı (Atatürk Stadı’nın yeniden inşası da dâhil) kurtarmak zaten. Hani Osman Gazi, oğlu Orhan’a söylediği nispet edilen gazelde, (söz konusu şiir Tek Parti’nin Uludağ dergisinde 1941’de Necip Aksoy tarafından neşredilir) “Kırıp geçirdin küffarı/Bursa’yı da yık tekrar yap” diyor ya, işte aslolan İmparatorluğun kurucu babasının gösterdiği arazinin yeniden açığa çıkması, gerisi de lafügüzaf zaten. Velhasıl yazıyı; Aziz Nesin’in 21 Aralık 1948 tarihinde dönemin Bursa valisi Haşim İşcan’a çatarak bitirdiği şiirindeki özneyi değiştirip, yetmiş altı yıl sonra çiçeği burnunda CHP’li belediye reisine tarihî sorumluluğunu hatırlatarak, seslenerek bitirelim: “Batmadan boğulmadan çıksak bahri Bursa’dan/İsteyip asasını ya Hazreti Musa’dan/Ya da çıksak göklere ibret alıp İsa’dan/Ya deveyi gütmeli ya Bursa’dan gitmeli/Söylesene Mustafa Bey ne halt etmeli?”