Hep başkalarını getirdiği bu hastaneye gün gelip kendisinin de getirilebileceğini hiç düşünmemişti bugüne kadar.

O her zaman sağlıklı, aslan gibi bir adamdı!

Onun için çevresindeki hemen herkesin işine koşar, özellikle yaşlı arkadaşlarıyla çok yakından ilgilenir, sağlık sorunu olan hemen hemen tüm arkadaşlarını hastanelere o götürüp getirirdi.

Gece gündüz farketmez o daima göreve hazır bir asker gibi; onu arayacak olan sıradaki arkadaşının telefonunu bekler, eğer bir şey olur da aranmazsa, ya da kıymetli lerinden biri, başka biriyle hastaneye falan gidecek olursa bundan ciddi ciddi rahatsızlık duyardı.

En yakınlarının bile yüzüstü bırakıp gittiği pek çok insanın başında günlerce tek başına refakatçi olarak hastanelerde kaldığı bilinirdi.

Hayatın karmaşası içinde koşturup duran pek çok insan gibi o da farkında değildi aslında giderek ciddileşen sağlık durumunun.

Ama bir gün geldi ve rutin hastalıklarına ek olarak oldukça ciddi bir hastalığın eşiğine geldiğini öğrenirverdi birden.

Karşısındaki doktor genetik yatkınlığı olan ölümcül bir hastalıkla karşı karşıya olduğunu söylüyordu sanki şu anda.

Öyle ufak tefek bir hastalık da değildi bahsettiği.

Babası bu hastalıktan vefat etmişti.

Abisi ameliyat olmuş ve yıllarca süren uzun bir tedavi sürecinin ardından zor şer kurtarabilmişti bu illetten.

Demek ki şimdi sıra kendisine gelmişti.

Doktoru dinlerken her zamanki gibi elleri montunun cebindeydi. Yüzünde umarsız bir ifade vardı.

Öne doğru eğilmiş, boyunu kısaltmak ister gibi omuzlarını büzmüş, yarı kambur bir halde karşısındaki boşluğa bakar gibiydi.

Sanki masasındaki bilgisayarın ekranına bakarak konuşan doktor ondan bahsetmiyor da, hikaye anlatıyor muşçasına dinliyordu onu.

Dinlediklerini tıbben anlayabilecek kadar deneyim sahibi, epeyce bir tahlil sonucu okumuş, bu konuda ciddi birikimi olan bir adamdı.

Bembeyaz floresan ışığının altında ona seslenen doktorun sesi giderek daha derinden gelmeye başlıyordu.

Sanki sislerin ardında kalmış bir dünyadan bu tarafa sesleniyor gibiydi.

Tepesindeki parlak beyaz ışık giderek grileşiyor, bastığı zemin yavaş yavaş ayaklarının altından çekilir gibi oluyordu.

Doktor galiba bu işi biraz abartıyordu; ama onun dediği gibi olsa bile, normal şartlar altında, ölüm pek de umrunda değildi.

Daha önceden de ameliyat olmuş, hem araba, hem de motosikletle ağır trafik kazaları geçirmiş, tansiyon illeti yüzünden kaç defa ölümün kıyısından dönmüş, kavgada, kazada onlarca kemiği kırılmış ama her şeye rağmen hayatta kalmış, düştüğü yerden kalkmıştı.

Tercih hakkı olsa ilk olarak vurularak ölmeyi tercih ederdi.

Olmadı, bir trafik kazasında veya ani bir kalp krizi sonucunda falan da ayrılabilirdi bu dünyadan.

Hayattan pek bir beklentisi de yoktu zaten!

Nasıl olsundu ki? Yaşadığı yer Türkiye, yıl 2024.

Dost sohbetlerinde her daim “insanlar yaşa(ya)mıyor ki bu ülkede” derdi “sadece bitkilerin fotosentez yapması misali nefes alıp veriyor, hayatta kalmaya çalışıyoruz, işte o kadar”!

Üstelik kendince yapması gereken tüm görevlerini elinden geldiğince en iyi şekilde yerine getirmiş, epeyce bir zaman önce ununu elemiş, eleğini de asmıştı.

Organlarını ve kadavrasını bağışlayalı çok ama çok uzun bir zaman olmuştu.

Bir gün azrail çıkagelip de “haydi abbas vakit tamam” dese, “aman etme biraz daha kalayım hayatta” diyecek bir adam hiç değildi.

Hayatta belki de en büyük korkusu, insanlara muhtaç olacağı, ağrılı sancılı, yataklarda sürüneceği, yatağa bağımlı uzun bir tedavi sürecinin ardından kaybedilecek bir yaşamdı!

Hepsinden önce eşini, ailesini uzun bir süre boyunca üzecek olma ihtimalinden, belki de aylarca onları boşu boşuna meşgul etmekten, insanların ona acıyan gözlerle bakacak olması ihtimalinden nefret ediyordu.

Doktorunun ona söyledikleri ise neredeyse tam da böyle bir sona doğru hızla yaklaşmakta olduğu yönündeydi.

Onlarca tahlil, ultrason, MR falan derken iş gelip kanser illetinin kapısına kadar dayanmıştı.

Ciddi riskleri olan bir ameliyat geçirmesi, ardından gerek görülürse belki radyoterapi, belki kemoterapi görmesi gerekebilirdi.

Hani bıraksalar da ölse, çok (da) dert değildi ama sevenleri kolay kolay ölüme teslim etmezlerdi onu!

Kendisine kalsa hiç tedavi olmaz, kestirmeden karşı tarafa gitmeyi tercih ederdi.

Belki ameliyat olurdu ama ötesi, tecrübeleriyle de sabit olduğu üzere resmen zulümdü!

Sonuç ölümse eğer, zaten kaçınılmaz olan bu sonu, biraz daha hayatta kalma pahasına uzatmaya ne gerek vardı?

Üstelik; radyoterapi, kemoterapi vb. tedavilerle uzatıldığı düşünülen ömür pek de uzatılamıyordu aslında.

En iyisi geride kalan ömrünün tadını çıkarmaya çalışmaktı ona göre.

Mesela; ömrü boyunca mutlu olduğu, ya da merak ettiği yerlere gitmek, uzun zamandır gör(e)mediği eski dostlarını, arkadaşlarını, akrabalarını ziyaret etmek, kırdığı kalpleri onarmak, şu ya da bu biçimde üzdüğü insanların gönlünü almak ama bu arada kimseye hastalığından bir kuple dahi olsun bahsetmemek en iyisiydi.

Bu hastalığın iyi tarafı, ölümünün zorunlu olarak hastanede gerçekleşecek olması gerçekliğiydi. Böylece işe yarar organları, zamanında ve usulüne uygun olarak alınabilir, kadavrası da kullanılabilirdi.

Acaba, kanserli bir hastanın organları alınır ve/veya kullanılır mıydı?

Belki de, riskli olduğu için organları alınmazdı ama olsun en azından kadavrası işe yarardı.

Şimdi düşünmesi gereken en önemli sorun bu odadan çıktığında onu bekleyen arkadaşına inanılabilir bir beyaz yalan uydurmaktı.

Sonra arabayla geri dönerken ağzından çıkan(lar)a çok dikkat etmeli onu asla şüphelendirmemeliydi.

İşin en zor kısmı eve vardığında başlayacaktı. Eşi cin gibi bir kadındı.

Onu atlatmak öyle kolay olmazdı. Tahlilleri görmek ister, ağzından girip burnundan çıkar, sonunda gerçeği mutlaka ama mutlaka öğrenirdi.

Onun için en iyisi ona gerçeği uygun bir dille söylemekti.

Gerçeği sadece ona söylemeli ve bu sırrı ikisi arasındaki son sır olarak kendisi bu dünyadan ayrılıp gidene kadar elinden geldiğince saklamasını rica etmeliydi.

Hastanede başını o bekleyeceğine göre gerçeği kendisi söylemese bile o zaten öğrenecekti!

Başkalarından öğrenmesi onu daha çok yaralardı.

En iyisi gerçeği kendisinden duymasıydı.

Hem bunca yılın ardından en azından ona gerçeği söylemek gibi bir borcu olduğu da aşikardı.

“Dediğim gibi Kemal Bey” dedi doktor.

Derin bir uykudan uyanmaya çalışır gibi anlamsız anlamsız baktı güler yüzlü yaşlı adamın yüzüne.

“Fazlaca endişelenmenizi gerektiren bir durum yok. Tam anlamıyla emin olmak için bu MR’ın ardından sizden bir de biyopsi yaptırmanızı rica edeceğim. Sonrasına vakti geldiğinde birlikte karar veririz ama bence kendinizi ameliyat olmaya yavaş yavaş hazırlarsanız iyi edersiniz”...

Editör: Osman Biçer