Üzerimize alacağımız gömleği düşünürken beklenen satış rakamlarının derdinden hiç çıkamayız zaten. Çünkü o satışları tutturursak alacağımız zammın primin dönüp dolacağı yerdir kiramızdan başlayan kaygılar.

Telefonun alarmı sabah için kurulu ama gözümüzü açtığımız resmen gece. Daha güneşin doğacağına dair gökyüzünde en ufak bir aydınlanma belirtisi bile yok. Vücut saatimiz “error” veriyor ama ödenecek kiramız var. Mecburen kalkıyoruz.

Yarı uyur yarı uyanık vaziyette bir şeyler geçiriyoruz üzerimize. “Black Friday” indiriminde zar zor bedenini bulduğumuz bir şeyler bunlar. Başka türlü kıyafet alışverişi yapmak imkansıza yakın. Bu ülkede en azından tekstil uygun diyorduk bir zamanlar. Burada üretilip üzerine Avrupa’da etiketi vurulan ürünleri geçelim, bu memleketin has be has markaları bile çok pahalı.

Çoluğu çocuğu olanların yola çıkmadan önce servis telaşı var bir de. Servise yazdırmak mı okula kendin bırakmak mı denkleminde okula bırakmanın tarafını seçenler çoktan yola çıktı bile. Üç beş sene köşeye konsa ikinci el araba alınır o paralara zaten. Sabah trafiği iyice başlamadan çocukları bırakıp işe ulaşmak lazım.

Haftada bir iki gün evden çalışanlar şanslı sayılır. En azından iki sabah bu eziyeti çekmiyorlar. Metrobüsü, Marmarayı… Konserve gibi dizilmiş beyaz yakalar dolduruyoruz. Oturabilmek için durakta nerede beklemesi gerektiğini öğrenmiş tecrübeliler, oturup oturmama hesabını bile yapamayan tek gözü kapalılar. Bir şanslı sayılabilecek kitle de işyerinin servisi olanlar. Akşamları cebren ve hile ile fazla mesai yapmak zorunda kalanlar dahil, onlar en azından sabahları işyerlerine daha insani şartlarda ulaşabiliyorlar.

Köprü geçiyorlarsa rahatlıkla saatlerle ifade edeceğimiz süreleri geçirdikten sonra ofislerimize ulaşıyoruz. Çoğunlukla camdan kuleler, nadiren en azından camı penceresi açılabilen plazalarda yerlerimizi alıyoruz. Kapıdaki simitçiden simitimizi ya da en yakın karton bardağa isim yazan zincir kahveciden sabah kahvemizi alarak bilgisayar başına oturuyoruz. Zorlu bir yolculuktu, bir ödülü hak etmedik mi?

Akşamın bir saati yazarak, herkesten çok çalıştığını “cc”deki tüm yöneticilerine göstermeye çalışan iş arkadaşlarımızın “e-mail”lerini cevaplayarak başlıyoruz. Sadece onların kirası, onların okul taksidi varmış gibi, sanki o terfi son terfi şansı gibi… Sonrasında pandemiden kalma alışkanlık “zoom”lardan, “teams”lerden seçme bir “calendar” karşımızda. Öğlene kadar toplantılara giriyoruz. İlla biri çıkıyor, kadın çalışanlardan birine “yazman” muamelesi ile toplantı notu yazma işini kilitliyor. Toplantılar sürerken gelen telefonlardan, ekranda toplantı olduğunu görmesine rağmen sürekli “bir saniye kulaklığı çıkarır mısın” deyip hiç de acil olmayan maruzatını sunanlardan kalan vakitte toplantı notlarını yazmaya çalışıyoruz.

Bir bakmışız saat 12.

Yemekhanesi olanlar yer kapmak için, olmayanlar öğlen kalabalığına kalmamak için erkenden molaya çıkmaya çalışıyor. Verilen yemek ödeneği ile bir kase çorbanın parasının yetişmediği semtlerde çalışanların bir kısmı sağlıklı yaşam bahanesi ile evden yemeklerini getirmeye meyletmeye başladı bile.

Sabah toplu ulaşımdaki kadar acımasız olmasa da öğlen yemek saatinin de kendisine göre bir mücadelesi var tabi. Hangi ekiple yemeğe gideceğin bir statü konusu mesela. “Title” benzeşikler genelde bir arada olmayı seçiyor. Daha düşük ünvanlıları çağırmıyorlar bile. Ya da benzer mahalle çocukları olanlar dışarıdan pek kimseyi almak istemeyebiliyorlar aralarına.

Masalar kapılıp, yemekler yenildikten sonra bir sigara yanında çay ya da kahve içiliyor. En çok dedikodu da iş fikri de bu kahve molalarında çıkıyor zaten. Nasıl yükseldiğine hayret edilen kişiler üzerinden geçildikten sonra çocuğu olanlar okul, ders, başarı üçlemesinde, olmayanlar en trend etkinlikler üzerinde kısa sohbetler çeviriyor.

Kısa çünkü mesai başlar. Kiranın, okul taksitlerinin dışında gelmekte olan yaz var önümüzde. Ne yapalım askeri harekata gider gibi zifiri karanlıkta evden çıkıp akşamın bir yarısı eve dönerken senede bir tatil yapmayalım mı yani? Çocuğu olanlarımız hele, üç ay yaz, o minikleri nasıl denize güneşe çıkarmadan geçsin?

Yunanistan adalara 7 günlük vize getirmiş hem. Malum Ege koylarında maaşımızı bir geceye bırakmadan tatil yapamıyoruz artık. Euro olmuş otuz, ona rağmen kıyının karşısı nasıl oluyorsa daha uygun. Hem gerçek bir kaçış lazım hepimize. “Akıllı” işletmecilerden de toksik işyerlerinden de.

Yemekten geldik. Herkes kendi kulisinin derdinde. Ekip toplantısı olur illa. Ama konu ekibin yaptığı işler değil “ben” ne yaptım üzerine. Kurumsal hayatta duyunca en “irrite” olduğumuz kelime. Ben,ben,ben!

“Bakın ben bu yere düşmüş kalemi en estetik şekilde eğilmek sureti ile sol elimin tüm parmaklarının koordineli çalışması sonucu tutuyorum ve olması gereken masaya muntazam bir şekilde geri yerleştiriyorum. Ben bu çalışmam sayesinde şirketimizi bir kalem masrafından kurtararak şu kadar gelir kazandırıyorum”

Ama o kalemle yazacağın defteri biz sayfa sayfa diktik ekipçe. Sen yoktun biz o sayfaların kağıdını kendimiz yoğurduk. Emeklere çökülür. Ses edilmeye korkulur. Zaten o reklamını yapanın koruyucusu bir üstü de vardır muhakkak yakınlarda bir yerlerde, konuşamazsın.

Sonradan gelen yöneticinin şirketin eskisine, eski çalışanların yeni nesil gençlere, sözde iyi ilişki adı altında ucundan yalakalık yapanların daha omurgalı duranlara… Gücü yettiğinin yettiğine inceden giydirdiği toplantılar da geçer. Gizli saklı pazarlıklar döner. İşini iyi yapanlar, işini iyi yapmaya çalışanlar değil başka meziyetlerini geliştirenler tırmanır basamakları, izleriz.

Yeni Türkiye aynı zamanda Yeni İş Dünyası. Eskiden de vardı ama hiç bu kadar aleni olmamıştı.

Kiramızı, taksitimizi, onca yıl yaladığımız mürekkebin hakkı istediğimiz yaşam standardını, elde ettiğimiz ama elimizden kayıp gitmekte olan küçücük ayrıcalıkları ve bu düzende belki karakterli duruşumuzu sorgularız. Eğer bir yerinde ne olursa olsun omurgalı kalayım dersek ne uzar ne kısalırız. Bize semer vurulur, birileri semerin üzerinde Üsküdar’ı geçer, biz de sadece bakarız.

Bakarız ki saat altı olmuş. Mesaisiz günü bitirebiliyorsak gerisin geri, yine karanlıkta, yine konserve misali doluşuruz metrolara, metrobüslere. Çocuğu da okuldan kim alacaktı bu akşam derdine geri döneriz. Kira derdine döneriz. Üzerimize alacağımız gömleği düşünürken beklenen satış rakamlarının derdinden hiç çıkamayız zaten. Çünkü o satışları tutturursak alacağımız zammın primin dönüp dolacağı yerdir kiramızdan başlayan kaygılar. O kaygılar kafada trafikteki saatler sonra yine karanlıkta eve geliriz. Ve günü aynısını yarın bir daha yaşamak üzere bitiririz.

ü

ü

ü

Editör: Gizem İspir