Türkiye’de AKP iktidar olduğu sürece hiçbir zaman MK’dan vazgeçtiğini görmeyeceğiz. Ama diğer tüm politikalarda olduğu gibi biraz orayı biraz burayı memnun ederek durumu idare etmeye çalışan bir ülke olarak birbirine zıt politikaları sürdürmenin sancısını yaşayacağız. AKP ile Müslüman Kardeşler arasındaki ilişkinin kökenleri aslında zannedildiğinden yenidir. AKP’nin kuruluş yılları dış politik yönelimi büyük ölçüde Batı eksenli olduğundan Müslüman Kardeşler konusunda Milli görüşten tevarüs ettiği ilişkileri sürdürme gereğini bile duymamıştı. AKP’nin ulusalcılar ve orduyla başı belada olduğu için kendince geliştirdiği beka algısı, o dönem daha çok Batılı ülkelerle ilişkileri geliştirmeyi, Türkiye’nin rotasını Brüksel’e göre ayarlamayı gerektiriyordu. Ancak gerek daha sonraki yıllarda Arap dünyasında AKP’ye gösterilen teveccüh gerekse Türkiye’nin kalkınma hızını katlamasına katkı sağlayacağını düşündüğü Arap dünyası ve Körfez yönelimi, Batılı rotaya eşlik etti. Bu yüzden de AKP, kuruluşundan birkaç sene sonra Arap dünyasına ve İslamcı hareketlere ilgi duymaya başladı. Arap ayaklanmalarının başlaması ise AKP’nin bu yönelimini tahkim ettiği gibi Arap ve İslam ülkeleriyle ilişki kurmakta ne kadar haklı olduğu algısını kendi içinde güçlendirdi. Ancak Türkiye’nin gerek Arap ayaklanmalarına öncülük etme gerekse Suriye’de kendisine yakın bir yönetim kurma hedeflerinin mutlak bir yenilgiyle “taçlandırılması” AKP politikalarıyla ilgili hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Ancak AKP’nin hızlı manevra yapabilme yeteneğinin hızla bazı şeyleri absorbe etmesiyle dış politikada yeniden bir toparlanma sürecine girildiğini gördük. Türkiye’nin Müslüman Kardeşlerle ilişkisiyle ilgili son birkaç yıllık süreç göz önüne alındığında bu dosyanın da Suriye ve Arap ayaklanmaları macerasına benzer bir fiyaskoyla sonuçlanacağını ve benzer bir sürece gireceğini bizlere göstermekteydi. Nitekim Türkiye, Sisi yönetimini memnun edecek birçok adım atmış, onun tepkisini çekecek her türlü çıkıştan da uzak durmaya çalışmıştı. Bu adımların başında Mısır yönetimine radikal muhalif unsurların gözaltına alınması, şiddete bulaştıkları iddia edilen bazı unsurların Mısır’a iade edilmesi, doğrudan İhvan kontrolündeki Mükemmilin Kanalının ofis ve stüdyolarının kapatılması, Şark Kanalında Sisi yönetimine yönelik şiddetli eleştirilerin yer aldığı bazı programların durdurulması gibi adımlar gelmekteydi. Mısır tarafı ise yaptığı açıklamalarda Türkiye’nin bu adımlarını olumlu bulduğunu ifade etmişti.
Erdoğan, İhvan’ı verimli bir şekilde kullanmasını bildi. Onun etinden, sütünden, yününden fazlasıyla yararlandı. Erdoğan'ın liderliğindeki Türkiye, Müslüman Kardeşler örgütüne özellikle de Arap Baharı sürecinde Mısır'daki Mursi hükümetine verdiği destekle hareketle ideolojik yakınlık kurarken kendi bölgesel etki alanını genişletti. Erdoğan, bu sayede bölgesel bir liderlik rolü üstlenmeye çalıştı.
Ancak geçtiğimiz hafta Ankara’da Erdoğan’la İhvan tandanslı Müslüman Alimler Birliği üyeleri arasındaki buluşma, Ankara’nın Körfez ülkeleri ve müttefiki Mısır’la mutlu sona ulaşma hayalinin o kadar da kolay olmadığını ortaya koydu. Zira öyle görünüyor ki Erdoğan, kendisini uluslararası şöhrete kavuşturan ve İslam dünyasındaki imajını sürekli parlatan İhvan gibi bir enstrümandan mahrum kalmak istemiyor. Erdoğan’ın bu son çıkışı, onun İhvan’la ilişkilerini bir kenara koyma gibi bir yönelim içerisinde olmadığını gösteriyor. Sadece bu da değil, İhvan her ne kadar büyük bir kriz içerisinde olsa da hala sivil propaganda alanında çok güçlü ve sosyal medyada belirli kesimler üzerinde hala etkili olabiliyor. Diğer taraftan Erdoğan’ın İhvan’la ilişkisi, yurt içinde sadece İslamcı hareketleri önemseyen belirli kesimleri değil aynı zamanda Türkiye’nin yurt dışındaki faaliyetlerini onun “dünya çapında bir lider” olduğu yönündeki algısını da güçlendiren bir faktör. Dolayısıyla başından beri Erdoğan gibi güç odaklı bir siyaset yürüten bir liderin hem içerde hem de dışarda elini bu kadar güçlendiren bir yapıdan kolayca vazgeçmesini beklemek saflık olur. Erdoğan, İhvan’ı verimli bir şekilde kullanmasını bildi. Onun etinden, sütünden, yününden fazlasıyla yararlandı. Erdoğan'ın liderliğindeki Türkiye, Müslüman Kardeşler örgütüne özellikle de Arap Baharı sürecinde Mısır'daki Mursi hükümetine verdiği destekle hareketle ideolojik yakınlık kurarken kendi bölgesel etki alanını genişletti. Erdoğan, bu sayede bölgesel bir liderlik rolü üstlenmeye çalıştı. Ancak her şey beklendiği gibi olmadığı gibi bu süreç, gerilimleri artması ve Türkiye’nin süreçten büyük kayıplarla çıkmasına neden oldu. Ve son olarak Erdoğan, Müslüman Kardeşler'in fikirlerinin ve dilinin Türkiye'deki siyasi manzarada etkili bir biçimde kullanması sayesinde Türkiye içinde de İslami hassasiyetlere dayalı bir tabanı harekete geçirerek siyasi gücünü pekiştirdi. Bu yüzden Türkiye’de AKP iktidar olduğu sürece hiçbir zaman MK’dan vazgeçtiğini görmeyeceğiz. Ama diğer tüm politikalarda olduğu gibi biraz orayı biraz burayı memnun ederek durumu idare etmeye çalışan bir ülke olarak birbirine zıt politikaları sürdürmenin sancısını yaşayacağız. Peki iktidar, İhvan yöneticilerini Mısır’a teslim etme ya da onunla bütün ilişkilerini koparma noktasına gelir mi? Şayet şartlar gerektirirse gelir. Bir başka ifadeyle İhvan’la ilişkileri, Erdoğan’ı beka riskiyle karşı karşıya getirir, içerde ve dışarda ciddi bir tepkinin birikmesine yol açar ve bu da onun koltuğunu tehdit ederse, evet. Ama bu noktaya gelmediği sürece iktidar neden kullanışlı bir enstrüman olan ve bölgesel liderlik iddiasını sürdürme noktasında kendisine ciddi bir zeminden kendini neden mahrum etsin, öyle değil mi?