Dünden bugüne İsrail devletinin bir şekli anayasaya hala sahip olmayışı, bilinçli bir tercihin sonucu olarak gerçekleşmiştir. O da Yahudi kimliğinin dini ve laik tanımlamaları konusunda var olan çatışmadan kaynaklanmaktadır.

          “Küfr ile belki ama zulm ile paydar kalmaz memleket”

     (Nizamü’l-Mülk-Siyasetname)

Bu ülkenin son iki yüz yılında etkisi ve etkinliği inkâr edilmeyecek şekilde açık ve net olan Yahudilik ve bu konudaki ilgili çalışmalar maalesef sağlıklı bir şekilde yapılmamış, aksine sloganvari söylemlerle konu sulandırılarak zihinler iğdiş edilmiştir. Bu yazımızda ülkemizde özellikle dindar-muhafazakâr-milliyetçi camia olarak adlandırılan kesim üzerinde ve içerisinde oluşturulmuş ve aynı zamanda hakikatten çok uzak bir şekilde takdim edilmiş olan Yahudilik meselesini sadece Siyonizme indirgeyerek ele almış olmanın eksikliğini nazara alarak konuyu incelemeye çalışacağız.

Liberal anayasacılıkta, anayasalar, milleti oluşturan değerlerin veya birden fazla topluluk varsa onların ortak değerlerini nazara alarak fertleri devletlere karşı koruyan sözleşmelerdir. Her zaman şekli bir şekilde yazılı olması da gerekmemektedir. Bu anlamda; Birleşik Krallık, İsrail ve Yeni Zelanda şekli bir anayasaya sahip değildir. Bu ülkelerde anayasal gelenek ve konvansiyonlarla anayasa hukukunun temelleri oluşmuştur.

İslam anayasacılığında ise, Kur’an-i Hakim’den kaynağını alan İslam milletlerinin anayasaları, toplumun bireylerinin huzurunu sağlayacak mekanizmaları inşa ederek adalet ve eşitliği hedef olarak belirleyen belgelerdir. Bu çerçevede Kur’an anayasaların anayasası olarak kabul edilir. İslam hukukunun esası, ferdin hür teşebbüsünü sağlayacak şekildedir. Liberal anayasacılığın nazara almadığı ve/ya bilerek görmezden geldiği insanın öbür dünyasını da bu alemde kazanması gerektiği anlayışı da İslam anayasa hukukunun öncelikleri arasındadır. İslam hukukunda, devlet insan içindir, insan devlet için değildir. Bu nedenle, İslam hukukunun mer’i olduğu bir yerde Allah ve Resulünün belirlediği ölçüler dışındaki mesela liberal kapitalist, sosyalist kriterler esas alınarak anayasacılık düzenlemeleri yapılamaz.

Tekraren ifade edecek olursak, İslam anayasacılığı bahsi geçen ülkede fertlerin adalet ve eşitliğini sağlamak için icra edilir, İslam anayasacılığının temeli devleti ve yöneticileri kutsamak ve korumak gayesiyle değil, Hakkın ikamesi ve inşası içindir. Diğer bir ifadeyle, İslami anayasacılığın gayesi zulmü sona erdirmektir, Nizamü’l-Mülk’ün ifadesiyle; “zulüm devlete, nankörlük nimete zeval verir.” Bu nedenle, iktidar olmanın gayesi, millete adalet ve eşitliği getirecek işleri yapmak yoksa oligarşi ve otokrasi değildir. İslam anayasacılığının hedefi; güç ve kuvveti elinde tutan yaklaşımla (holding power approach) hukuki düzenlemeleri yapan değil, aksine her daim Hakkı nazara alarak adalet ve eşitliği gözeten devletin inşasıdır. Ayrıca, İslam hukukunda Müslümanlar devletin asli vatandaşı kabul edildiği için, tek dil ve tek millet anlayışı kabul edilemez. Liberal anayasacılık, her ne kadar bu görüşe karşı çıksa da etkin olduğu ülkelerde (ABD, Birleşik Krallık, Kanada, Fransa, Almanya, Danimarka, Norveç ve İsveç gibi) bir türlü ifade ettiği eşitliği ikame edememiş, aksine bahsi geçen ülkeye hakim olan değer yargıları veya asli etnik unsuru öne çıkaran uygulamalara devam etmektedir.

Şunu da not etmek gerekirse, Batılı (kafada ve zihniyette) olan anayasa çalışmalarında özellikle son yıllarda sürekli olarak, İslam ve Müslümanlar liberal olmayan grup veya inanç olarak adlandırılmıştır. İslam hukukunun cari olduğu bir ülkede resmi olarak tek dil kabul edilebilir, fakat bu diğer dillerin yasaklanacağı anlamına gelemez. Tek millet anlayışı ise kesinlikle İslam inancına aykırıdır. İslam ümmeti tabiri ise Müslüman olanları kapsamaktadır, Müslüman devletleri değil. Kur’anın ifadesiyle, Allah insanları tanışsınlar ve ilişki kursunlar diye farklı kabilelerden, milletlerden yaratmıştır. Farklılık zenginliktir. Özetle; Şeriat yani İslam hukuku kin ve nefret için araç olamaz, onun gayesi yeryüzünde adalet ve eşitliği ikame ederek huzuru sağlamaktır.

İsrail’e Giden Yol

1948 yılında Filistin topraklarını işgal ederek kurulan [Filistinliler bu tarihten sonraki olayları Nekbe (büyük felaket) olarak adlandırmaktadır] İsrail devleti başlangıçta 600,000 kişilik Yahudi nüfusuna sahipti (O dönemde dünyada ki Yahudi nüfusunun % 10’undan daha azına tekabül etmektedir). 2004 yılı İsrail Merkezi İstatistik Kuruluşunun raporuna göre; İsrail nüfusunun % 76,4’ü Yahudi, % 16’sı Müslüman, % 2,1’i Hıristiyan, % 1,6’sı Dürzî, geri kalan % 3,85 ise sınıflandırılmamış olan, çoğunluğu Sovyet bloğuna ait ülkelerden gelmiş göçmenler, fakat hahamlık kurumlarınca Yahudi olarak kabul edilmeyen kişilerdir. 2016 yılına gelindiğinde ise İsrail’in nüfusu 10 kat artmış (68 yıl içinde) 8,5 milyona ulaşmıştır. Nüfusun % 74,8’ini Yahudiler, % 20,8’ini (1 milyon 800 bin) Araplar, % 4,4’ünü ise diğer unsurlar oluşturmaktadır.

Dünden bugüne İsrail devletinin bir şekli anayasaya hala sahip olmayışı, bilinçli bir tercihin sonucu olarak gerçekleşmiştir. O da Yahudi kimliğinin dini ve laik tanımlamaları konusunda var olan çatışmadan kaynaklanmaktadır. Bugün için hala İsrail Parlamentosu (Knesset) dini-laik çatışması çözümlenemediğinden dolayı şekli bir anayasa yapmaktan kaçınmaktadır, bunun yerine, anayasa yapımını zamana yayarak adım adım gerçekleştirme (incrementalist approach) yaklaşımı sergilemektedir. Ta ki laik ve dindar Yahudiler, Yahudi kimdir sorusunun cevabında anlaşana kadar bu durumun böyle devam edeceğini söylemek büyük bir öngörü olmasa gerek.

1949 yılında ilk kurulan İsrail Parlamentosu “Knesset” tek meclislidir, bir araya gelmek anlamına gelen İbranice bir kelimedir. İlk Meclis, ilk kurulduğunda Kurucu Meclis (constituent assembly) olarak adlandırılmıştır. İlk Meclis seçimi 25 Ocak 1949’da yapılmıştır. Meclis üyeleri ilk olarak 14 Şubat’da bir araya gelmiştir. İk gün sonra meclisin adını Knesset olarak değiştirmişlerdir. 1966 yılına kadar Knesset, sabit bir yere sahip olmamıştır. İsrail, parlamenter demokrasiye sahiptir. Seçimler 4 yılda bir yapılmaktadır. Her parti aldığı oy oranına göre meclise milletvekili göndermektedir. 120 milletvekili olan Knesset’de Araplar 17 milletvekiliyle mecliste yer almaktadır. Meclis her yıl iki dönem olarak, en az 8 ay çalışmaktadır. Eğer hükümet veya en az 30 milletvekili yazılı olarak talep ederse Knesset özel görüşme için bir araya gelir. Milletvekilleri meclis için ve mecliste yaptıkları çalışmalardan dolayı hayat boyu (bu konularla ilgili görevlerinden dolayı) kişisel dokunulmazlığa sahiptirler.

İsrail’in ilk Başbakanı olan David Ben-Gurion egemen bir Yahudi devleti inşa edildikten (ayrıca barış ve toplumsal güvenlik sağlandıktan) sonra anayasanın yapılacağını 1930 yılındaki bir yazısında ifade etmiştir. İlk Knesset’de ki 120 milletvekilinden sadece 16 tanesinin dini partileri temsil etmesine rağmen, Kurucu Meclis olarak seçilmiş olmasına rağmen bu Knesset seçimden 18 ay sonra 1950’de bir anayasa taslağı hazırlamayacağına karar vermiştir.

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, bunun temelinde Yahudi kimliğinin laikliğe (dünyevi) göre mi yoksa dine göre mi tanımlanacağı tartışması yer almaktadır. Mevcut Yahudi kimliğiyle ilgili tartışmalar Avrupa’da XVIII. Yüzyılın sonlarında başlamış olan modernizme karşı dindar Yahudilik ve milli Siyonist hareketin gösterdiği reaksiyonlara kadar gitmektedir. Milli Siyonist hareket geleneksel Yahudiliği temsil eden dindar Yahudiliğe karşı çıkmıştır. Bu anlamda, Siyonist hareket Zion (Kudüs-Hz. Davut’un şehri veya Allah’ın şehri)’da kurulacak olan yeni Yahudi kimliğinin dini toplumsal olmasından daha çok siyasi-bölgesel olarak inşa edilmesi niyetinde olmuştur. Aşırıcı (fundementalist-köktendinci) Yahudiler Siyonistlerin ateist yaklaşımına karşı çıkmış, çünkü siyonizmin kendini özgürleştirme görüşü Yahudilik dinini ihlal etmekteydi, Yahudiliğe göre Yahudileri sadece Allah kurtarabilir ve İsrail ülkesine dönmelerini sağlayabilirdi.

İsrail devleti kurulmadan önce dindar Agudat İsrail Partisi lideri M. Levin kurulacak devletin hukuk sisteminin Yahudi dini hukukuna (Halaka)  göre olmasını talep etmiştir. Dindar bir Yahudi (Orthodox Jew)  için Halaka devletin hukukundan önce gelir. Agudat Partisi milletvekillerinden birisi 1950 yılında ilk Knesset’de anayasa üzerine konuşma yapılırken şunu ifade etmiştir: “İnsanların yaptığı bir anayasaya İsrail’de yer yoktur. Tevrat’a aykırı bir anayasa kabul edilemez, zaten eğer Tevrat’a uygun ise o da gereksizdir.” Özetle, İsrail devletine giden yolda inşa döneminde dindar, aşırıcı Yahudiler devletin her alanında Tevrat hukukunun geçerli olmasını istemişlerdir.

Devletin kuruluş aşamasında istikrarın sağlanması siyasetçileri hayli meşgul eden konu olmuştur. Bu döneme ait önemli olaylardan birisi de Altalena meselesidir. Siyonist Irgun (IZL) grubuna ait bir gemi Haziran 1948’de sağcı milisler olarak kendi özerkliklerini kurmak için silah ve askerleri sahile yanaştırdığında İsrail Savunma Kuvvetleri gemiye ateş edip batırmışlardır ve güvertede ki bazı IZL üyeleri de öldürülmüştür. Bunun üzerine yer altında faaliyet gösteren iki aşırıcı genç Yahudi grubu devletin kutsala tecavüz ettiğini söyleyerek kınamışlardır. Bu gruplar, sosyalist İsrail hükümetinin İsrail dindar Yahudiliğini yıkacağına inanmışlardı. Hatta, Şabatın ihlali olarak düşündükleri için Tel Aviv’de Cumartesi açık olan kahve dükkânlarını, restoranları ve sinema salonlarını da ateşe vermişlerdir (Brit HaKana’im grubu). Kudüs’de taksileri, kamyonları, koşer olmayan kasapları da yakmışlardır. Kadınların orduya kabul edilmesini protesto etmek için Knesset’de patlatmak için bir korku bombası hazırlarken tutuklanmışlardır (Hamachane grubu). Grup liderleri 3-12 arasında hapis cezası almışlardır.

1950 yılında İsrail’in ilk Knesset’i biraz da Jefferson modeli anayasacılık anlayışını benimseyerek, hiçbir neslin bir sonra ki neslin elini kolunu bağlayamayacağı düşüncesiyle hareket ederek, devrimci davranmak yerine gelişimci modeli kabullenerek anayasa yazımını zamana bıraktığı görülmektedir. O dönemin kayıtlarında bazı milletvekillerinin “Yahudi nüfusunun % 5’inin seçtiği bir meclis anavatan ve bütün Yahudiler için bir anayasa yapmaya hangi yetkiyle (karar vermektedir)?” ifadesini kullandığını görmekteyiz.

Anayasa yapılamayacağı anlaşıldıktan sonra, İsrailli siyasetçiler anayasal boşluğu doldurmak için Anglo-Saxon İngiliz geleneğinde yer alan bir nevi anayasal konvansiyonlarla yani Temel Yasalar yaparak çözüm arama yoluna girmişlerdir. 1958 yılında ilk Temel Yasa kabul edildi. 1992 yılına kadar 9 Temel Yasa kabul edilmiştir. Bunların çoğu hükümetin kurumsal yapılanmaları hakkında olmuştur. Bu dönemde yasalaştırma çalışmaları yapılırken dini grupların statüleriyle ilgili olarak, İngiliz Manda döneminin hukuki metinleri nazara alındığından, bu durumda Osmanlı yasalarının İsrail hukuk sistemine dahil edilmesini (özellikle Osmanlı Millet sistemi) netice vermiştir. Bugün için İsrail’de 14 dini grup resmi olarak kabul edilmektedir; Yahudiler, Müslümanlar, Rum Ortodoks, Roman Katolik, Grekoryan Ermenileri, Katolik Ermeniler, Süryani Katolikler, Keldaniler, Rum Katolikler, Marunîler, Süryani Ortodokslar, Dürzîler, Piskopos Protestanlar ve Bahaîler. İsrail demokrasisi bir anlamda bir arada yaşayarak dine dayalı grup oluşturma yaklaşımıyla; bir bölgede asli unsur olamayan iki veya daha fazla topluluğun ortaklaşa hareket etmelerini öneren uzlaşmacı (consociationalism) bir model görüntüsü sergilemektedir.

İsrail Yüksek Mahkemesi

İsrail’de laik ve dindar Yahudiler arasındaki Yahudi kimliğiyle ilgili tartışmalar çok ciddi bir şekilde devam ederken, pek çok Yahudi hukukçu ve özellikle köktendinci Yahudiler, dindar Yahudiler İsrail Yüksek Mahkemesinin diğer Batı demokrasilerinde olduğu gibi liberal-laik Yahudi görüşünü destekleyen bir merkez olduğu kanaatini taşır hale gelmiştir. Bundan dolayı, İsrail Yüksek Mahkemesi eski başkanı Aharon Barak, İsrail’in parlamenter demokrasiden anayasal demokrasiye geçiş yaptığını ve bu nedenle Yüksek Mahkemenin rolünün değiştiğini ifade etmiştir.

Esasında Knesset, Yüksek Mahkemeye yargısal denetim yetkisini açıkça vermemiştir. Fakat Barak’ın verdiği kararlarla (ABD Yüksek Mahkemesinin başlangıçtaki hakimlerinin yargısal denetimi inşa ederken yaptıklarına benzer şekilde), özellikle 1995 yılında Mahkemenin Başkanı iken United Mizrahi Bank v. Migdal kararında 500 sayfayı aşan sunumuyla Mahkemenin “anayasal manifestosu” nu yazmıştır. Bu kararla, Knesset ile Yüksek Mahkeme arasında tansiyon artmış ve İsrail’in anayasal problemleri daha karmaşık hale gelmiştir. Yüksek Mahkemenin verdiği bazı kararlardan dolayı Knesset Temel Yasalarda ekler veya değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır. Fakat, Knesset yasamanın üstünlüğünü korumak adına 1982 tarihli Kanada Haklar Şartı’nda ki gibi Mahkemenin kararını yasama organı işlemiyle 5 yıl boyunca askıya alma (tekrar yenilenebilir) hükmüne benzer bir düzenleme yapmıştır.

Bugünün İsrail’inde Yüksek Mahkeme liberal-laik vizyonun koruyucusu, Knesset ise dini partilerin alanında dini korumaya devam ediyor gözükmektedir (etnik demokrasinin koruyucusu). Aşırı dindarlar, Yüksek Mahkeme ve hakimleri için, “yargısal diktatörlük”, “İsrail’in zalimleri” ve İsrail’in Nazileri” gibi tabirleri kullanmaktan kaçınmamışlardır. Hakim Barak kendisi için defalarca yapılan ölüm tehditlerinden sonra koruma altına alınmıştır. Aslında, Barak’ın amacı Batının demokratik prensipleriyle Yahudilik değerlerini eşitlemeye çalışmaktır. Barak’a göre İsrail devletinin değerleri Halaka ruhunu taşımamalı ve İsrail devleti Yahudi hukuku ile tanımlanmamalıdır. Bu hadiselerin neticesi olarak 2001 yılında anayasa konseyi kurulması veya anayasa mahkemesi kurulması için verilen iki yasa teklifini Knesset reddetmiştir. Görünen o ki; bazıları için yazılı olmayan bir anayasanın yokluğunun neticesi olarak Yahudilik ve demokrasi arasındaki dengeyi sağlamak görevi yargıya kalmış gibi gözükmektedir. Özetle, İsrail toplumu din ve liberal demokrasi arasındaki kültür savaşlarına tanıklık ederek yoluna devam etmektedir.

Sonuç Yerine

Esasında sadece İsrail’de ki değil bütün dünyada ki Yahudilere George Washington’ın ABD’nin kuruluşunda Yahudi topluluğuna yazdıklarını hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz; Avrupa ve Amerika’da bir grup olarak yüzyıllarca zulme uğradınız, Washington onlara şu bilgilendirmeyi de yapmıştır; hiç bir dinin takipçileri inançlarından dolayı ikinci sınıf vatandaşlar yapılamaz:

“Tolerans, artık bir grup hazlarını yaşarken diğerinin ise tabii haklarını yaşadığı şeklinde konuşulmamaktadır. ABD Hükümeti ne mutlu ki (artık) taassuba müeyyide uygulamıyor, zulme yardım etmiyor, (buna) onun koruması altında yaşayanların iyi vatandaşlar olarak kendilerini aşağı indirgeyip her yerde etkili destek vermelerini gerekli kılmaktadır.

… Bu vatanda ikamet eden Hz. İbrahim (A. S.)’den gelenlerin çocukları onların dışında ikamet edenlerin iyi niyetinden aydınlanıp mutlu yaşayacaklardır, bu esnada her bir kişi güvenli bir şekilde kendi üzüm asması ve incir ağacının altında kimse onu korkutmadan oturacaktır. Bütün merhametlerin banisi bizim yolumuzu aydınlat ve bizi karanlıkta bırakma ve her türlü işimizde bizleri faydalı kıl ve Onun bahşettiği zaman ve şekilde sonsuza dek mutlu olalım.”

Washington şunu ümit etmişti; Avrupa’nın aksine Amerika, hiç bir dine sadece eve gelmiş istenmeyen bir  misafir olarak “tolerans” gösterilmeyecek bir yer olacaktır, fakat bir dine değil hepsine koruma sağlanacaktır, orası herkesin kendi “üzüm asması ve incir ağacı” altında sulh içinde dinleneceği bir yer olacaktır. Washington’a göre, din hürriyetini korumanın gayesi; sadece hakları korumak meselesi değildir, her bir kişinin güvenli bir yere sahip olmasına, korkmadan bir yerde yaşamasına izin vermektir.