ÖZGECAN SIRMA
Özgürlük, yalnızca kâğıt üzerinde yazan bir kavram değildir. Gerçek bir demokrasi, halkın sadece seçim zamanlarında değil, her an iradesini ifade edebildiği bir sistemdir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 34. maddesi açıkça belirtir: Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız olmak kaydıyla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Ancak bu temel hak, son yıllarda sık sık çeşitli bahanelerle kısıtlanmakta, bazen fiili bazen de yasal düzenlemelerle adeta bir imtiyaz haline getirilmektedir.
Bu durum, yalnızca hukukun üstünlüğüne değil, aynı zamanda demokratik değerlerin temel ilkelerine de aykırıdır. Dünyanın farklı bölgelerinde benzer kısıtlamalara yönelik tepkilere bakıldığında, Türkiye’de yaşananların sadece yerel bir mesele olmadığı, küresel bir demokratik krizle paralellik gösterdiği görülmektedir.
Demokrasiye Dar Gelen Kısıtlamalar
Güvenlik gerekçesiyle ya da kamu düzenini koruma bahanesiyle gösteri hakkına getirilen sınırlamalar, otoriter eğilimlerin en bilindik örneklerinden biridir. Çin’de Tiananmen Meydanı’ndaki 1989 protestoları, hükümetin sert müdahalesiyle bastırılmış ve on binlerce insanın yaşamı tehlikeye girmişti. Bugün hâlâ Çin’de toplantı ve gösteri hakkı kısıtlı durumda, hatta Tiananmen olaylarını anmak bile suç sayılabiliyor.
Benzer şekilde, Rusya’da özellikle son yıllarda muhalif gösterilere getirilen sert yasaklar, sivil toplumun sesini boğmaya yönelik en net adımlardan biri olmuştur. 2021’de Aleksey Navalni’nin tutuklanmasını protesto eden binlerce insanın gözaltına alınması, bu hak ihlallerinin en güncel örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir.
Öte yandan, demokrasinin beşiği olarak görülen Batı ülkelerinde bile benzer eğilimler zaman zaman karşımıza çıkıyor. Fransa’da Sarı Yelekliler protestolarına karşı uygulanan aşırı polis şiddeti, ABD’de 2020’de Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketine yönelik baskılar, demokrasinin her zaman kendiliğinden garantili olmadığını gösteriyor. Ancak bu ülkelerde halkın güçlü tepkisi ve hukukun üstünlüğü, baskıyı sınırlayarak demokrasinin tamamen çökmesini engelleyen mekanizmalar yaratabiliyor.
Öğrenciler, Değişimin Öncüleridir
Tarih boyunca gençlik hareketleri, toplumsal değişimin motoru olmuştur. 1968’de Paris’teki öğrenci ayaklanmaları, sadece Fransa’yı değil, tüm dünyayı etkilemiş ve özgürlükçü hareketlerin yükselişine katkı sağlamıştır. ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı protestolarda öğrenciler başı çekmiş, Almanya’da 1960’ların sonlarında ortaya çıkan öğrenci hareketleri demokratik reformları tetiklemiştir.
Türkiye’de de benzer bir gelenek mevcuttur. 1968 kuşağından 1980’lere, hatta günümüze kadar öğrenciler, demokratik hakların korunması ve genişletilmesi için mücadele etmiştir. Ancak son yıllarda bu hak, polis ablukası, yargı baskısı ve keyfi yasaklarla sınırlandırılıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan rektör atamalarına karşı yapılan barışçıl protestoların sert müdahalelerle karşılanması, bunun en somut örneklerinden biridir. Oysa üniversiteler, sorgulamanın, tartışmanın ve demokratik bilincin yeşerdiği yerlerdir. Eğer öğrenciler susturulursa, geleceğin sesi de kısılmış olur.
Kısıtlamalar Hukuki mi?
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararları, toplantı ve gösteri hakkının keyfi şekilde sınırlandırılamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. AİHM, Türkiye ile ilgili birçok kararında, toplantı özgürlüğüne getirilen yasakların demokratik toplum düzeniyle bağdaşmadığını belirtmiştir. Örneğin, İzzettin Doğan ve diğerleri/Türkiye davasında mahkeme, barışçıl toplantıların engellenmesinin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine hükmetmiştir.
Türkiye Anayasası’nın 90. maddesi uyarınca, uluslararası sözleşmeler iç hukukun üstünde kabul edilmiştir. Dolayısıyla, AİHM kararları Türkiye için bağlayıcıdır. Ancak uygulamada bunun tam tersi bir tablo ortaya çıkmakta, birçok mahkeme uluslararası hukuku görmezden gelmektedir. Bu durum, yalnızca anayasal hakların ihlali değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğü ilkesinin de çiğnenmesi anlamına gelmektedir.
Özgürlük, Korkuyla Yönetilemez
Demokratik toplumlarda hükümetler, halkın sesini bastıran değil, ona kulak veren bir anlayışla hareket etmelidir. Baskı politikaları, kısa vadede kontrolü sağlasa da, uzun vadede toplumda büyük yaralar açar. Güvenlik bahanesiyle özgürlüklerin tırpanlanması, nihayetinde halk ile devlet arasındaki bağı zayıflatır ve kutuplaşmayı derinleştirir.
Unutmamak gerekir ki, bugün demokratik haklarımızı sokakta, meydanlarda, kampüslerde savunmazsak, yarın bu haklara sahip olup olmadığımızı bile sorgulamak zorunda kalabiliriz. Demokrasi, sandıktan ibaret değildir; demokrasi meydanlarda, sokaklarda, üniversite koridorlarında nefes alır. Eğer bu alanlar kısıtlanırsa, toplum da giderek nefessiz kalır.
O yüzden, anayasal haklarımızı savunmak, yalnızca bir kesimin değil, herkesin sorumluluğudur. Çünkü özgürlük, herkes için varsa anlamlıdır. Ve unutulmamalıdır ki, tarih, susanları değil, konuşanları yazar.