Uluslararası arena belki de uzun zamandır olmadığı kadar pusulasız kalmış durumda. En azından modern uluslararası ilişkilerin çerçevesini oluşturan Viyana Kongresi’nden beri (1815), küresel sistemin yönlendirilmesinde çağın ruhuna rengini veren değerler etkili oluyordu. Ancak bugün, değerlerin silikleştiği ve rotaların belirsizleştiği bir dönemden geçiyoruz.
Büyük Anlatılar ve Uluslararası İlişkilerBirinci Dünya Savaşı sonrasında, Kıta Avrupası’nın çelişmelerine bulaşmamış Genç ABD’nin idealist başkanı W.Wilson’un liberal prensiplerini yansıtan ve işlevsiz kalan Milletler Cemiyeti girişimi, büyük paylaşım mücadelelerinin durulmaya hiç de hazır olmadığını kanıtlamıştı. Dönemin büyük devletlerinin tüm dünyayı peşinden sürüklediği büyük bir hesaplaşma, İkinci Dünya Savaşı gibi kanlı bir yok oluşla, yeniden kuruluşun da temelini oluşturdu.
Dünya Savaşı’nın kazananlarının uzlaşısıyla kurulan Birleşmiş Milletler Sistemi, egemen eşitliğini, devletlerin toprak bütünlüğünün korunmasını ve içişlerine karışmama ilkelerini önceleyen devlet merkezli bir sistemdi. Nükleer silah sahipliğini uluslararası barışı korumakla mükellef BM Güvenlik Konseyi üyelerinin tekeline vermek başta olmak üzere, pek çok absürtlüğü içinde barındırıyordu. Savaşı kazananların farklı ideolojik yönelimleriyle şekillenen Soğuk Savaş dinamikleri de bir haliyle bu sistemin içinde şekillendi.
Soğuk Savaş bir çeşit örtük uzlaşıya dayanan derin bir güç mücadelesiydi. Ve aslında her blokun kendi iç çelişmeleri de baki olmak üzere aynı zamanda bir değerler ve ideolojiler mücadelesiydi. Bir yanda liberalizm ve demokrasi diğer yanda sosyalizm ve anti-emperyalizm ve anti-koloniyalist bağımsızlık gibi büyük anlatılardan besleniyordu. Devletlerin kendi içlerindeki güç mücadeleleri de devletler arası ittifaklar ve karşıtlıklar da bu kavramlar etrafında meşrulaşıyordu. Geniş kitlelerin değer sistemleri haline gelmiş bu büyük anlatılar gündelik hayatın hemen her alanına yansıyordu.
Soğuk Savaş Sonrası Yeni ile Eski ArasındaLiberalizm neo-liberalleştikçe, sosyalizm halktan koptukça sistemi besleyen bu değerler de dejenere oldu ve kendi yok oluşlarını da hazırladı. En nihayetinde 90’larda Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle, Soğuk Savaş sonrası sistemin değerler zemini de “kazanan” Batı blokunun ideolojisi çerçevesinde ama yeni “küresel” koşullara uygun biçimde oluştu. Demokrasi ve hukukun üstünlüğüne ek olarak “insan hakları” bu dönemin önemli bir bileşeni olarak hepten bir dış politika aracı haline geldi. Kör topal varlığını sürdüren BM Sistemi, dönemin güçlü aktörlerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden işlevlendirildi. Bu dönemde insani müdahaleler ve barış operasyonları çok daha sık gündemimizde yer alırken “koruma sorumluluğu” gibi kavramların sistem içine sokulmasıyla BM sistemi kendiyle daha fazla çelişir hale geldi. Demokrasinin ve insan haklarının araçsallaştırılmasıyla kendi egemenlik alanlarının aşındırıldığına tanıklık eden (çoğu da eski Doğu Bloku ya da Bağlantısızlar hareketi bileşeni) Batılı, batı müttefiki ya da demokratik olmayan ülkeler, aslında BM sisteminin kuruluş değerleri olan egemen eşitliği, toprak bütünlüğü ve içişlerine karışmama ilkelerine daha fazla sarılarak bir anlamda “savunmaya” geçti. Bu dönemde etnik milliyetçilik ve özellikle İslami radikalizm, post-modern anlamda büyük anlatıların aşınmasının en önemli nişanelerinden olarak, farklı şekillerde araçsallaştırıldı.
Dünyanın ekonomik merkezinin Doğu’ya kayması ve Batı dışında yeni devletlerin maddi kapasitelerini artırması denkleme başka dinamikler ekledi. Ve bu süreç aslında şu an yaşadığımız “değerlerden ve ilkelerden yoksun” uluslararası ortamın temellerini de attı.
Ukrayna Savaşı Önemli Bir KırılmaRusya-Ukrayna savaşıyla uzun zamandır konvansiyonel bir devletlerarası savaştan uzak olan Avrupa tam ortasında ciddi bir savaşla karşı karşıya kaldı. Halkların kendi kaderini tayin hakkını ve demokrasiyi genellikle işlevsel olarak kullanan ABD’nin ya da AB ülkelerinin Kırım’ın ilhakını ya da Donetsk ve Lugansk referandumlarını tanımaması elbette çok ilgi çekici değildi. Ancak, en azından 1990’ların ortasından beri, BM sisteminin kuruluş değerlerine dayanarak dış politikasını iç işlerine karışmama, egemen eşitliği ya da toprak bütünlüğü ilkeleriyle “savunmada” sürdüren Rusya’nın politikası, bir anlamda ezber bozucuydu. Üstelik Rusya’nın politikasını meşrulaştırma zemini ABD’nin Irak işgali döneminde doktrinleşen önleyici savaş kavramıyla da uyum içindeydi.
Özellikle ABD’nin dış politikasında “insan hakları ve demokrasi” sınavından pek çok defa kaldığı herkesin malumu. Ancak İsrail- Filistin savaşındaki İsrail destekçiliğinin boyutları benim için olmasa bile pek çokları için şaşırtıcı oldu.
İttifaklar Belirli Paternlerden YoksunUluslararası ittifak yapılarının belirli bir patern izlemekten uzak olduğu görülüyor. Biden iktidara geldiğinde dünyayı Soğuk Savaş benzeri bir demokrasi-otoriterlik ikiliğine sokmayı denedi. Bu kendi iç siyasal güç mücadelesi açısından da uluslararası güç konsolidasyonu açısından da işlevsel gözüküyordu. Ancak bu ikilikle beklediği dinamizmi yaratamadı. Atlantik içi güç mücadeleleri Filistin-İsrail savaşı dahil hemen her temel konuda hayli kendini hissettiriyor. Öte yandan, ABD’nin nüfuz alanı Ortadoğu’da Çin’in hatırı sayılır bir popülaritesi olduğunu ya da Suudi Arabistan gibi geleneksel bir ABD müttefikinin BRICS çatısı altında İran’la yan yana gelebildiğini görüyoruz.
Batı ekonomik sisteminin “zorunluluğu” BM’nin İşlevselliği Tartışmalı2000’lerden beri kendi para birimleriyle ticaret yapmak, İMF ve Dünya Bankasına alternatif oluşturmak gibi konular gündemdeydi zaten. Batı karşıtı devletlerin Batı ekonomik sistemine bağımlılığı ciddi bir özerkleşme sorunuydu. Bu bağlamda, İran’a yönelik ambargonun delinmesi, Türkiye dahil olmak üzere bazı ülkeler için önemli sonuçlara neden oldu. Ancak Rusya’ya yönelik yaptırımlar, Rusya’nın gücü nispetinde karşılıksız kaldı. Bu, bir ekonomik sistem olarak “Batı finansal sisteminin” zorunlu olduğu algısına meydan okudu. Uluslararası hukuk zaten hiçbir zaman beklenen etkinliği gösterememişse de yakın zamanda hepten itibarsızlaştı. İsarail-Filistin meselesinin de gösterdiği gibi BM sisteminin neredeyse felç olduğu da ortada. Kaldı ki BM sisteminin anti-demokratik bir küresel yönetişim modeli olduğu zaten uzun zamandır tartışılıyordu.
Alternatifler “Kurucu” DeğilBurada üzerinde durulması gereken ise, Batı egemen uluslararası sisteme alternatif olarak hiçbir gücün ya da kurumun kurucu yapıda olmaması. Dünyaya, küresel ilişkilere, devletler arası ilişkilere Batı müdahalesine karşı olmanın dışında, yeni ya da yapılandırıcı hiçbir çerçeve sunmuyorlar. Alternatif, daha demokratik bir dünya sistemi, içi boş bir söylem olmanın önüne geçemiyor. Çatırdadığı ortada olan neoliberal modele alternatif de konulamıyor. Hatta Çin’in “neoliberal” ekonominin en baş savunucularından biri haline gelişini görüyoruz. Bir yanda sınırların aşınması, özellikle Batı’da sınırların aşırı derecede marjinalleşmesine neden olurken, öte yanda ekonominin de siyasetin de “kuralsızlaşması” ötesinde bir baskın eğilim ne yazık ki yok.
Değerlerin araçsallaştırılması hiç kuşkusuz her dönemde ve farklı aktörler açısından her zaman gündemde olan bir şeydi. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz şu süreçte, değerlerin aşınmış olması ve inandırıcılığını kaybetmesi, sistemin kaotikleşmesine neden oluyor. Alternatif değer sunabilecek bir bloklaşmayı önlüyor. Güç konsolide olmuyor. Bu, sistemin çok daha belirsiz esnek ve sürprizlere açık hale gelmesine neden oluyor. İlkeler olmadığı için, dış politik manevra çok daha kolayken bedelleri ise çok daha ağır oluyor.