Dönerci ustası üstüne basa basa Strasbourg’da çok para kazandığını söyledikten sonra, “ama hiç yaşamadık,” demişti. “Haftada yedi gün, günde oniki saatten fazla çalışıyorum. Bu dükkândan başka bir hayatım olmadı. Değdi mi bilmiyorum, para kazandım ama yaşamadım ben.”

Katedralin hemen yanındaki Maison de Kammerzell’de “şukrut” yemeyi beklerken, Strssbourg’a ilk gelişimden aklımda neler kaldığını düşünüyorum.

Charles Aznavour’un Colmar’daki konserine giderken bir gece kalmıştım bu şehirde.

İlk hatırladığım, trenden indikten sonra karşıma çıkan dönerci.

Burada evlenip barklanmış, çocukları olmuş, onları da evlendirmiş, hepsine birer ev almış, daha sonra torunları…

Dönerci ustası üstüne basa basa Strasbourg’da çok para kazandığını söyledikten sonra, “ama hiç yaşamadık,” demişti. “Haftada yedi gün, günde oniki saatten fazla çalışıyorum. Bu dükkândan başka bir hayatım olmadı. Değdi mi bilmiyorum, para kazandım ama yaşamadım ben.”

Bir yandan sıfırdan yaptıklarıyla övünürken, öte yandan yitip giden zamana hayıflanıyordu.

Strasbourg’a ilk gelişimde tanıştığım bu dönerci ustasının hayat hikâyesi daha sonra başka şehirlerde de karşıma çıktı.

Buralarda tutanabilmenin, başarılı olmanın bedelini bir hayatı yaşamamakla ödüyordu insanlar.

Aklımda kalan bir diğer şey de botanik bahçesi.

Dünyanın her yerinden getirilmiş her çeşit bitkinin biraradalığı aslında hoş gözükebilir, oysa bunun altında yabana atılmayacak bir emperyal propaganda çabası var.

Bir coğrafyada daha önce kimsenin görmediği ağaçları, bitkileri, çiçekleri sergiliyorsunuz ve insanlar doğal olarak sizin dünyanın en bilinmedik yerlerine dahi ulaştığınızı anlıyorlar.

Oradaki bitkileri alıp getirecek gücünüz olduğunu görüyorlar.

Bu da iktidarınızı pekiştirmenize yol açıyor, meşruiyetinizi artırıyor.

Ama bunları bir kenara bırakıp ânın tadını çıkarmak istiyorum, oraya gene gidecek, yemyeşil ağaçların arasında dolaşacağım -üstelik aylardan mayıs, ağaçlar da çiçeklenmiştir.

Bir başkası, Michelin yıldızlı bir restorandaki ilk yemeğimi yine o kısa gezi esnasında Strasbourg’da yemiştim.

Katedralin ihtişamı ilk görüşte insanı yakalıyor, şimdi, aradan geçen seneler sonra yeniden bu şehre geldiğimde bile o ihtişamı hissediyorum.

1467’de inşa edilen Maison de Kammerzell, geçmişi düşünmeye çok elverişli zira mobilyalarından duvar resimlerine şehrin kadim kültürünü sırtlanıp bugüne kadar taşımış gibi.

Şukrut deyip duruyorum, onun da ne olduğunu anlatayım.

Stephanie Henaut ile Jeni Mitchell’in olağanüstü kitabı Lezzetli Fransa Tarihi’nde Hunların fethinden sonra burada yayılan şukrutun hikâyesi şöyle anlatılıyor.

“Hunlar şukrut (choucroute) ya da sauerkraut olarak anılan lahana turşusunun Alsas başkenti Strazburg gibi Fransa’nın doğusundaki bölgelerin mutfağına girmesini sağladı.”

Asya steplerinden gelen işgalciler sayesinde bu coğrafyada tanına bu yemeği esas meşhur edense onüçüncü yüzyıldaki Moğol işgalciler olmuş.

“Şukrut ve Almanya arasındaki ilişki, bir toplumu yedikleri ile aşağılamanın yirminci yüzyılda modern bir örneğini doğurmuştur: dünya savaşları esnasında Anglo-Sakson ülkelerde ‘kraut’, Fransa’da ise ‘şukrut yiyicier’, Almanlar için aşağılayıcı bir lakap olarak kullanılmıştır. Hatta Birinci Dünya Savaşı esnasında Amerikalı sauerkraut üreticileri ürünlerinin adını ‘özgürlük salatası’ olarak değiştirmiştir.”

Tabaktaki tarihi düşünürken aklımın bir yanında da Baskın Oran’ın bana gelmeden Alsace hakkında söyledikleri vardı.

Alsacelılar, Almanca -Almancanın bir lehçesi- konuştukları ve defalarca iki ülke arasında gidip geldikleri halde Fransa'ya tam bağlıdırlar çünkü Fransa onlara yazılı özel hakları tanımıştır ve Almanlar onları aşağılamışlardır.

Dahası, Fransa toprağı olmasına rağmen bu bölgede Alman yasaları geçerlidir ve bu yüzden işçi hakları daha güçlüdür; çok turistik bir bölge olmasına rağmen belli bir saatte kapanır dükkânlar.

Baskın Oran’ın Etnik ve Dinsel Azınlıklar kitabından bir alıntı: “1925’te dönemin milli eğitim bakanı, ‘Fransa’nın tarihsel birliği için Bretoncanın ortadan kaldırılması gerekir’ demişti. Fransa bugün hâlâ etnik grup ve azınlık kavramlarını kullanmaktan kaçınmakla birlikte, ülkesindeki dil ve kültür farklılıklarının uluslararası belgelerde öngörülen standartları fazlasıyla karşılayacak biçimde korunmasına ve geliştirilmesine olanak tanımakta, bunu da merkeziyetçilikten uzaklaşarak yapmaktadır.  Fransa’daki azınlık haklarına birkaç örnek vermek gerekirse: Fransız Anayasası’nın 2. maddesi, T.C. Anayasası’nın ‘[Türkiye Devletinin] Dili Türkçedir’ diyen 3. maddesine benzer biçimde, ‘Cumhuriyetin dili Fransızcadır’ der. Fakat bu ülkede bir de ‘Fransa Dilleri’ (Langues de France) kavramı vardır ve 2001’de şöyle tanımlanmıştır: ‘Fransa Dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir.’ Nitekim, Fransa Temmuz 2008’de bu dilleri anayasasının 75-1. maddesine sokmuştur: ‘Bölgesel diller, Fransa’nın ulusal mirasıdır’.”

Eh, bu kadar tarih yeter; şimdi bir tabak şukrut yiyip şehri dolaşma zamanı.