Temelde yer alan, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı sorunların yer aldığı büyük resim görülmek istenmemektedir. Bu nedenle görmeye devam ettiğimiz kadınların değersiz hayatları ve canları olmaktadır.

Yaşadığımız coğrafyanın kaderimizi oluşturan talihsiz nedenlerinden midir bilinmez, sorunlarımızın olmadığı bir dönem olmamıştır. Her gün bir öncekine eklenen yeni meseleler ve yeni tehditler ile yaşayıp gitmeye öyle alıştık ki, yaşadıklarımızın hem kendi hem de çocuklarımızın kaderini şekillendirdiğinin farkına bile varamıyoruz artık. Bu sebeptendir ki olan biten hiç bir şeye itiraz etmiyor, değişmesi için sorumluluk almıyoruz. Huzursuzluğun ve kaosun derinliklerinde çırpınırken kendimizi konformizmin güvenli limanlarına bırakıyoruz. Uyum sağlayarak güvende olduğumuzu düşünürken güvensizliğin ve tehditlerin yapı taşlarından birine dönüşüyoruz.

Bütün yaşadığımız meseleler içinde bir mesele var ki, asla gereken ihtimamı göremiyor. Toplumun her zerresine nüfuz ederek, görünmez biçimlerde, anlaşılmaz şekillerde kendini yenilemeye ve kanayan büyük bir yara olarak karşımıza çıkmaya devam ediyor.  Doğduğunuz andan itibaren tüm yaşayacaklarınızın yönünü belirleyen, kendi seçimlerinizin olmasına müsaade etmeyen ve sizi kendi değerleri üzerinden tanımlayan TOPLUMSAL CİNSİYET meselesinden bahsediyorum evet.

Kadınlığı ve erkekliği yalnızca biyolojik farklılıklarla belirlenen bir ayrım olarak görmenin ötesinde, kültür, gelenek, toplumsal sınıf, ataerkillik, siyaset gibi toplumdaki bütün üretim araçları ile bağlantılı oluşan cinsiyet tanımlarına toplumsal cinsiyet denilmektedir. Dünyaya biyolojik bir cinsiyetle gelerek kadın-erkek ayrımının bir parçası olurken, toplum tarafından belirlenen roller, geleneksel ve kültürel normlar ve içselleştirilmiş kuralların oluşturduğu bütün faktörler devreye girerek ihtiyaç duyulan yeni cinsiyet tanımları oluşmaktadır.

Oluşan bu tanımlara neden olan ana faktörün biyolojik cinsiyet olduğunu iddia eden düşünürlerin ve savunucularının sayısı hiç az değildir.  Fiziki üstünlüğünden dolayı erkeklerin, kadına, doğaya ve topluma egemen olduğunu kabul eden bu görüş aynı şekilde kadına, fiziki zayıflığından dolayı edilgen, pasif ve korunması gereken bir acziyet yüklemektedir. İşte oluşan bu basit ve bir o kadar da ilkel mantıkla toplumsal ilişki ağları kurulmakta ve kadınlar hayatları boyunca bu mantığın ağır tahribatlarını yaşamaktadırlar.

Konu toplum tarafından genellikle kadın erkek eşitliği üzerinden ele alındığı için kafa karıştırıcı ya da kimilerine göre gereksiz bir tartışma olarak değerlendirilmektedir. Çünkü kadın ve erkeğin anatomik ve fizyolojik olarak eşit olması mümkün değildir ve dolayısıyla tam bir eşitlikten bahsetmek mümkün değildir.

Fakat eşitlik mücadelesi olarak algılanan bu durum, kadın ve erkeğin dünyaya gelirken cinsiyetlerinden kaynaklı olan farklılıkların yarattığı bir eşitsizlikten öte, hak ve adalet konusunda yaşadığı eşitsizliklerden kaynaklanmaktadır. Yani kadınların sırf kadın olmalarından dolayı, ayrımcılık, eşitsizlik ve adaletsizliğe maruz kalmalarıdır bu mücadeleye neden olan.

Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki bu ayrımın resmi olarak literatüre girmesinden sonra toplumsal cinsiyet kavramı da gelişerek, tüm cinsel yönelimleri ve kişilerin kendi cinsiyetlerini kendilerinin seçebileceği yönündeki görüşleri de içine alarak genişlemiştir. Bu noktadan sonra aranan ayrıştırıcı ve bölücü güç bulunmuş ve özellikle muhafazakâr kesimler tarafından toplumsal cinsiyet kavramı bir tehdit olarak algılanmıştır.

Katledilen onca kadının gerçekliğine rağmen bu cinayetler önlenememekte, şiddet failleri ceza indirimleri ile ödüllendirilmektedir. Önleyici ve koruyucu tedbirler yeterince alınmadığı için kadın cinayetleri sayısındaki artış hızlı bir şekilde devam etmektedir.

Bu tehdit algısı, kadınların eşitlik ve özgürlük temelli hak arayışlarından itibaren başlamış olsa da cinsel yönelimi içine alan genişlemeden sonra görünür hale gelmiştir.  Kurumların toplumsal cinsiyet kavramına olan inşaacı yüklemelerinin yanında toplumların da katkısı eksik olmamış, ezberlenmiş ve sorgulanmayan geleneksel normların etkisiyle birbirlerini destekleyen bir forma dönüşmüştür.

Diğer taraftan oluşan bu kavramsal genişleme, ataerkili dar bir kadın erkek yetki hiyerarşisinden çıkarıp, eğitimden hukukun işleyişine, ekonomiden militarizme kadar kurumların toplumsal cinsiyet ayrımlarını desteklediğini ortaya koymuştur. Görülmüştür ki toplum içerisinde toplumsal cinsiyet ayrımı süzgecinden geçmeyen hiç bir alan kalmamıştır.

Daha anne karnında başlayan bir değersizlikle dünyaya gelen kadın, erkekliğin her alanda yüceltildiği, merkezde tutulduğu, kahramanlaştırıldığı bir toplumda erkek terörüne varan bir şiddet eğilimi ile yaşamak zorunda kalmakta ve buna rağmen yine erkeklerin egemen olduğu yönetim mekanizmaları içinde destek bulamamaktadır.

Katledilen onca kadının gerçekliğine rağmen bu cinayetler önlenememekte, şiddet failleri ceza indirimleri ile ödüllendirilmektedir. Önleyici ve koruyucu tedbirler yeterince alınmadığı için kadın cinayetleri sayısındaki artış hızlı bir şekilde devam etmektedir. En önemlisi de bu kadar ciddi bir sorun karşısında en temel engel olan zihniyet sorununu aşmak için gerekenlerin yapılmıyor oluşudur. Toplumsal cinsiyet konusu yeterince anlaşılmış ve daha çocukluktan itibaren kavramsal olarak öğretilmiş olsa, bu yaşananların bir çoğu yaşanmamış olabilirdi.

Sorum şu ki; neden bu ülkede bu kadar çok ihtiyaç olmasına rağmen, toplumsal cinsiyet dersleri verilmemektedir? Çocukların küçük yaştan itibaren bu ayrımların ve adaletsizliklerin farkına vararak, birbirlerine cinsiyet temelli ne tür eşitsiz davranışlarda bulunduklarını görerek ve tüm bunların herkesin hayatını etkileyecek bir mahiyette karşımıza çıktığını bilerek bu konuda eğitim almaları fena olmaz mıydı?

Sorun şu ki, yapılabilecek bir çok şey olmasına rağmen sadece çıkarılan ve gerektiği gibi uygulanamayan yasalarla bu meselenin çözülmesi beklenmektedir. Temelde yer alan, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı sorunların yer aldığı büyük resim görülmek istenmemektedir. Bu nedenle görmeye devam ettiğimiz kadınların değersiz hayatları ve canları olmaktadır.

Yüzyıllardır değişmeyen ve bir adım ilerlemeyen bu kemikleşmiş zihniyet karşısında isyan etmeden yapamıyorum. Ve sanırım konun öneminin farkında olan herkesin topyekûn isyanı ve örgütlü gücü sayesinde bu ilerleme mümkün olacaktır.

Erkeklerle konuştuğu için ailesi tarafından canice öldürülen küçük yaştaki kızlar, boşanmak istediği kocası tarafından defalarca şiddete maruz kalan, kurşunlanan, bıçaklanan kadınlar, bir minibüs şoförünün teklifine hayır dediği için katledilen, vücudu parçalanan, yakılan kadınlar, ‘’ölmek istemiyorum’’ çığlıkları ile çocuğunun gözü önünde hayatları ellerinden alınan kadınlar…kadınlar… Büyük bir vahşetin içinde yapayalnız bırakılan, çaresiz kadınlar. Tek yapılan bir kaç gün ah- vah ederek üzülmek, sonrasında büyük bir soğukkanlılık ile şiddetin hayatımızın her alanında yer almasına izin vermek.

Adına her ne derseniz deyin. Patriyarka, ataerkillik, kadın- erkek eşitsizliği ya da toplumsal cinsiyet eşitsizliği… Hiç biri var olan gerçekleri ve yaşanan olumsuzlukları değiştirecek, hafifletecek ya da önemini arttıracak bir fark yaratmamaktadır. Çünkü biz kavramların içeriği hakkında tartışırken var olan gerçeklik orada tüm çıplaklığı ile durmaktadır. Elbette bu konuda ki kavramsal çalışmaları önemsiz bulduğumu söylemiyorum. Konunun kavramsal olarak ele alınması sonucunda üzerinde tartışılabilir ve çözüm yolları aranabilir bir durum söz konusudur.

Fakat yüzyıllardır değişmeyen ve bir adım ilerlemeyen bu kemikleşmiş zihniyet karşısında isyan etmeden yapamıyorum. Ve sanırım konun öneminin farkında olan herkesin topyekûn isyanı ve örgütlü gücü sayesinde bu ilerleme mümkün olacaktır.

Bu ülkede kadınlara değer verilmesini ve bu değerin olabilecek en erken yaşlardan itibaren çocuklara öğretilmesini ümit ediyorum. Kız çocukları da bu değeri kendilerinde görerek büyümeli. Zira kendi değerlerinin farkında olmayan o kadınların elinde şekilleniyor gelecek.