Seçmenler, gerçek bir adanmışlığı yalnızca söyleme indirgenmiş bir tutumdan ayırt etmekte muazzam derecede maharetlidir. Bu bağlamda CHP ve olası yeni lideri, demokratik süreçleri parti içinden başlayarak işletip, seçmene kendisinin temsil ettiği demokratik olan ve iktidarın temsil ettiği anti-demokratik olan olmak üzere iki farklı Türkiye’nin varlığını hissettirmelidir.

Türkiye, 2023 Seçimlerine çok boyutlu bir krizin içinde gitti. Bu kriz, toplumu yeni arayışlara yönlendirse de günün sonunda toplumun oy davranışı büyük ölçüde aynı kaldı. Bu durum, tüm muhalif aktör ve kurumların şu soru etrafında dört başı mamur bir özeleştiri yapmasını zorunlu kılıyor: Toplumun bu rahatsızlıkları neden bir iktidar değişimine yol açmadı? Ya da toplum neden rahatsız olduğu bu sorunları yaratan mevcut iktidarı yeniden tercih etti?

Bu çetrefilli sorunun elbette basit bir cevabı yoktur. Ancak, seçimlerin kaybedilmesinin nedenleri en temelde birçok alt başlığı olan iki üst başlıkla açıklanabilir: i) iktidarın belirlemiş olduğu kamusal normların çizdiği sınırlar içinde siyaset yapma, ii) Toplumun değişim arzusunu katılımcı süreçlerle harmanlayarak değişimi bir toplumsal projeye dönüştürmek yerine bunu yalnızca bir siyasi elitler ittifakına indirgeme.

Oysa hem CHP hem de sosyal demokrasi en iyi zamanlarında yalnızca gündemi saptamakla kalmamış kamusal normları, yani halkın ortak iyisine hizmet eden değerleri de tanımlamıştır. Halk sağlığı politikası, emekli maaşları, çalışma süreleri ve örgütlenme hakları bu alanda bazı örneklerdir. Bu “altın çağda” ezber bozucu nitelikteki bazı girişimler kısa süre sonra yerleşik düzenin parçasına dönüşmüş veriler olmuşlardır. Bu başarı, siyasal cesaretin, özgüvenin ve öz-gücüne güvenmenin sonucudur. Fakat neo-liberal çağda “merkez”e dönük olağanüstü bir ilgi oluştu. Muhalif partiler, siyasal anlamda neyin doğru olduğunu tanımlamayı bir yana bırakıp yüzer-gezer oyların tercihi olma çekiciliğine kapıldılar.

Ne var ki yalnızca “merkez”e dönük siyaset yapma hem seçmen nezdinde bir fark yaratılamamasına hem de yine seçmen nezdinde kendi öz-gücü ve ideolojisine güvenmeyen bir profil çizilmesine neden oluyor. Bu da doğal olarak toplumun beklediği “iyi hazırlanmış, tutarlı, samimi, topluma güven veren bir değişim-dönüşüm projesi”nin ortaya çıkmamasına ve toplumsal teveccühün muhalefete yönelmemesine yol açıyor. Başka bir ifadeyle muhalefet, her şeyiyle başka bir dünyanın mümkün olduğunu ifade eden “mümkün olanın siyaseti” yerine, var olan içinde kalarak var olanın siyasetini yapıyor. İşte bu geniş zamanlı hata, 2023 Seçimlerinde de yapıldı. Üstelik muhalefet tüm bu hataları iktidarın toplumu karar alma süreçlerinden uzak tutan yapısına benzer bir biçimde toplumu edilgenleştiren bir siyasi elitler ittifakıyla ortaya koydu. Ancak olması gereken toplumun bizzat öznesi olduğu süreçlerle toplumsal problemleri toplamak ve buna sosyal demokrasinin evrensel değerleri doğrultusunda çözüm önerileri geliştirmekti. Nitekim bu yeni yol hem sekterleşmeyen hem de arkaik tartışmalara saplanmayan, yeniyi konuşabilen bir ideolojik hat inşa etmenin yegâne yoludur. Bu yol, çeşitli koşulların bir araya gelmesine muhtaçtır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür: sorumluluk, liderlik, yeniden sosyal demokrasi tartışması, para piyasasını yeniden tanımlamak ve sosyal demokrasiyi yeşertecek platformlar oluşturmak.

İlk olarak sorumluluktan bahsetmek gereklidir. Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada temsili demokrasi bir kriz içindedir. Her ne kadar Türkiye’de seçmenlerin seçimlere katılım oranı Avrupa kadar düşük olmasa da Türkiye’de de temel sorun yurttaşlarımızın seçim haricinde siyasi iradelerini ortaya koyabilecekleri örgütlenme faaliyetlerine katılım imkânlarının düşük olmasıdır. Bu, üzerine düşünmemiz gereken ilk meseledir. Üzerine düşünmemiz gereken bir diğer potansiyel sorun ise başta CHP olmak üzere muhalif seçmenlerin sandıktan uzaklaşma ihtimalidir. 2023 Seçimleriyle ilgili kullanılan “kader seçimi” ifadesi ve ardından muhalefetin seçim yenilgisinin dört başı mamur bir muhasebesini yapmaması muhalif seçmen açısından böyle bir yılgınlığa, yani sandığa küsmeye sebep olabilir.

Ayrıca, ülkede değiştirecek bir şey ya da bunu değiştirecek bir yapı kalmadığına dair inancın yaygınlaşması, CHP’nin potansiyel/mevcut oy tabanını oluşturan kitlelerde beyin göçüne de sebep olabilir. Bunu değiştirecek yegâne olgu, bir ideolojik rotayla neye karşı mücadele ettiği ve hangi menzile yürüdüğünü bilen bir örgütlülük ortaya koymaktır. Bu örgütlülük, mücadeleye kitleler ortak ederek buna uygun bir örgütlenme modeli inşa etmeli ve insanlara “ülkeleri için mücadele etmesi gereken yurttaşlar” sorumluluğunu hatırlatmalıdır. Bu, hem siyasetin “iktidarı ele geçirmek için basit bir elitler arası kavga” görüntüsünden sıyrılmasına hem de bunun sonucunda beyin göçü ve sandığa küsme davranışının ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır. Ortada hem topluma hem de ülkeye zarar veren bir iktidar varsa buna karşı mücadele de toplumsal olmalıdır. İşte ortaya koyulacak yeni ideolojik hat, toplumu böyle bir sorumluluğa davet eden samimi bir çağrıyı da içermelidir.

İkinci meselemiz liderlik ve elbette güçlü ve demokratik liderlik... Politikada lider elbette çevresinde heyecan yaratmalıdır. Ancak bu heyecan yeterli değildir. Bu heyecan, onun liderliğini yalnızca söylemle değil, eylemle de desteklemesiyle sürdürülebilir kılınabilir. Sosyal demokrat liderlerin sürdürdükleri yaşam biçimine ilişkin bir sorumlulukları vardır. Özel yaşam hakkı saklı olmakla birlikte, liderlerin yaşamı ile benimsediğini iddia ettiği değerler arasında bir kopukluk görüntüsü çizilmemelidir. Seçmenler, gerçek bir adanmışlığı yalnızca söyleme indirgenmiş bir tutumdan ayırt etmekte muazzam derecede maharetlidir. Bu bağlamda CHP ve olası yeni lideri, demokratik süreçleri parti içinden başlayarak işletip, seçmene kendisinin temsil ettiği demokratik olan ve iktidarın temsil ettiği anti-demokratik olan olmak üzere iki farklı Türkiye’nin varlığını hissettirmelidir. Bu, iktidarın yarattığı hegemonyayı aşan alternatif bir hegemonya kurmanın ilk koşuludur.

Yeni bir sosyal demokrasiyi tartışmak, para piyasasını yeniden tanımlamak ve sosyal demokrasiyi yeşertecek platformlar oluşturmak ise birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Bunun nedeni, kalıcı toplumsal ayrışma ve eşitsizlik riskinin ekonomik bunalım yüzünden daha da artmasıdır. Bu durumda “kemer sıkma politikaları” ayrışmaları gittikçe şiddetlendirmektedir. Böylesi bir durumda özelde CHP, genelde sosyal demokratlar refah devletinin temellerini sarsan bu girişime karşı tüm emeklilere, işsizlere, geçinemeyen kent yoksullarına ve çalışamayanlara onurlu bir yaşam garanti eden, ihtiyaca dayalı sosyal refah hakları talep etmelidir.

Bu da sosyal demokrasiye hem doğal bir taban sağlayacak hem de güç katacak olan yeni platformlardan bağımsız düşünülemez. Unutmamak gerekir ki sosyal demokrasi yalnızca sermaye ve emek arasında bir hakem rolüne talip değildir, ayrıca sermayenin her zaman daha güçlü olduğunun bilincindedir ve dolayısıyla bu çelişkiden uzlaşmaya varmaya çalışırken emekçiden yanadır. Bu birliktelik ilişkisi, ücretli emeğin örgütlülüğü ve karar alma süreçlerine aktif katılımıyla güçlenecektir. İşte tüm bu süreçleri bizzat toplumun öznesi olduğu katılımcı süreçlerle örmek, siyasetin yeniden toplumsallaşması ve yeninin konuşulmasının başat koşullarıdır. Bu da her şeyden önce herkese hitap etmeye çalışırken kimseye hitap edemeyen mevcut görüntüden kurtulmakla mümkündür. Bunun nasıl olabileceğine dair model önerimi bir sonraki yazımın konusu yapacağım.