Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman, 14 Mayıs seçimlerini değerlendirdiği ikinci yazısında; seçim sonuçlarının sadece siyasi partiler değil sonuçların dayandığı sosyolojik açıdan analiz ediyor. Milletvekili genel seçiminin ideolojik değerlendirmesini yapacağım ama doğal olarak hala bir seçim atmosferinde bulunduğumuzdan, yarış devam ettiğinden, bir-iki öneride de bulunacağımı düşünenler yanılıyor, görüşlerimi hem 14 Mayıs öncesi yazdığım yazılarda CHP açısından dile getirdim hem de birkaç gün önce yayınlanan ve seçimi coğrafyalar ve seçmen davranışı açısından ele aldığım yazıda, dolayısıyla önerilere ihtiyaç olduğu kanısında değilim, ana mesele somut koşulların somut analizidir, sözünün sahibini bilenler bilir, oradan hareket ediyorum. Öyleyse başlayalım... Türkiye’deki siyasete son zamanlarda moda olduğu gibi ‘aktörler’ açısından değil de yapılar açısından bakanlar, siyaseti sosyolojiden ayrı düşünemeyenler, siyasetle sınıf ilişkilerinin, onunla da ekonomik tutum ve davranışların bağını kuranlar için 14 Mayıs 2023 seçimleri bakımından yapılacak ilk şey karşımızda duran tablonun, siyasetin yapısındaki tarihsellik bağlamında ne ifade ettiğini anlamaktır. Bu yazıda tamamen genel milletvekili seçimlerini ele alacağım. Başkanlık seçimlerini nasılsa 28 Mayıs’tan sonra yeniden konuşma olanağı bulacağız. Yazının analiz mantığını da girişte saptayalım. Arkada kalan ama önümüzdeki 28 Mayıs seçimini hazırlayan seçim iki temel çatışma hattı üstünde gerçekleşti: laikçi/Batıcı-mütedeyyin/muhafazakâr çatışması, güvenlik/beka politikaları-demokratik (sol) politikalar. Tabloya aslında ikinci koşulun somutlaşması olan bir üçüncü koşul eklenebilir milliyetçi-kozmopolit çatışma hattı. Bu iki/üç konuyu ele almadan önce seçimin sosyolojik coğrafyasını gözden geçirmek gerekir. Görünen olgulardan söz açıyorum. Görünmeyen bir olguya değineyim. Bu seçim bir kere daha kırsal alanla kent alanındaki açık ve gizli çatışmalar üstüne inşa edildiği gibi, merkezi siyasetle merkezkaç siyaset arasındaki ağır ve neredeyse çıkışsız gerilime işaret ediyor. Bundan sonraki siyaseti de bu iki olgu belirleyecek. Şöyle de söyleyebilirim: merkez siyaseti, siyasetin, daha önceki yazılarımda değindiğim şekilde, istisna haline dönüşmesini sağlarken merkezkaç siyaset yani tabandaki ‘doğal’ örgütlenmeler ve bilhassa demokratik talepler siyasetin çatışma hatlarından en önemlisini yaratıyor. Ana sorunsa bu iddiayı öne sürenlerin başta CHP olmak üzere iddialarını somutlaştırmayı ve tabana yaymayı başaramamasıdır.
Türkiye’deki siyaset coğrafyasının yapısı hiç değişmedi. Yeni faktörler eklendi ve iktidar partisi o koşulları güçlendirdikçe güçlendirdi, taşradaki merkeze belki bazı darbeler vurduysa da merkezdeki taşra başlı başına belirleyici bir güce dönüştü. İstanbul’un 39 ilçesi olduğunu bilenler ve oraları gezenler durumu daha iyi görebilir.
GERÇEKLEŞTİRİLEBİLİR HAYAL TİCARETİ Türkiye’deki siyasetin belirleyeni olarak bugüne değin en sistemik yapı özelliğinin merkez-çevre ilişkisi olduğunu biliyoruz. 1990’lardan başlayarak bu doku merkezdeki çevre ve çevredeki merkez olarak değişti. AKP, 2002’de iktidara bu yeni yapının sonucu olarak geldi. AKP’nin iktidara geliş koşulları üstünde şimdi yeniden durmanın fazla bir anlamı yok, sonunda 20 yıldan fazla sürmüş bir iktidardan söz ediyoruz. O uzun sürede bırakın Türkiye’de meydana gelen değişmeleri bizzat iktidar partisinde ciddi dönüşümler ortaya çıktı. Fakat partiyi iktidara taşıyan Türkiye’deki siyaset coğrafyasının yapısı hiç değişmedi. Yeni faktörler eklendi ve iktidar partisi o koşulları güçlendirdikçe güçlendirdi, taşradaki merkeze belki bazı darbeler vurduysa da merkezdeki taşra başlı başına belirleyici bir güce dönüştü. İstanbul’un 39 ilçesi olduğunu bilenler ve oraları gezenler durumu daha iyi görebilir. Taşradaki merkez ise mali krizlerle, tarımın çökmesiyle, hayvancılığın gerilemesiyle nispi bir darlık yaşadı. Yine de Türk ekonomisinin neredeyse belkemiği haline gelen inşaat sektörü taşrada da belli bir çevreyi güçlendirmeyi sürdürdü, sonuç olarak metropole göç etmek, daha iyi bir hayat yaşamak hala büyük bir hayal olarak toplumun önünde duruyor. Bu konunun Soğuk Savaşın ilk döneminden başlayarak Türkiye için ne ifade ettiğini anlamak için Begüm Adalet’in otels and Highways: The Construction of Modernization Theory in Cold War Turkey isimli yapıtını okumak gerek. Demirel döneminde ortaya atılan ‘büyük Türkiye’ sloganı yerini ‘Türkiye Yüzyılı’na bırakıyor ki, Erdoğan ne Demirel gibi su mühendisidir ne de onun gibi Amerika’da Bureau of Reclamation’da çalışmıştır. Fakat ister hayal diyelim ister umut, hala aynı doğrultuda ilerliyor ve kitleleri etkilemeye devam ediyor. Burada siyasal davranış analizi yapmayacağım için ekonomik krizin halkı nasıl etkilediğine ve oy üzerindeki etkisine değinmeyeceğim, sadece şunu söylemek yeterli, Türkiye’de kitlelerin siyasal kurguları benimseme kapasitesi siyasal gerçekleri benimseme kapasiteden daha fazla, açıkça görülüyor. İki nedenden bahsedelim bu durumu doğrulayan, birincisi, gerçek sonrası dönemde yaşıyoruz ve bu çok önemli bir gerçektir, ikincisi, bütün azalmalara rağmen Türkiye’de nüfus hala büyük hızlarda artıyor, toplum hala çok genç, bu da demektir ki, insanlar gelecek beklentisini bugünkü gerçeklikten daha fazla önemsiyor. Merkezdeki taşranın bunca güçlenmesinin ardından yatan bu dinamiği sürekli olarak hatırlamak gerekir ki, AKP’nin 14 Mayıs seçiminde CHP’ye İstanbul’da yaptığı farkı anlayabilelim.
AKP de kendisi hala dönüştürücü, modernleştirici parti olarak sunmakta sorun yaşamıyor. ‘Küçük burjuva radikalizminin’ getirdiği Makyavelizm veya oportünizim ise o sınıfın kaçınılmaz, doğal gerçeğidir ve bu kesinlikle bir değer yargısı değil, olgunun ifadesidir.
KÜÇÜK BURJUVA RADİKALİZMİNİ’ YÖNETMEK Aynı doğrultuda ele alınması gereken bir diğer faktör ‘küçük burjuva radikalizminin’ yani yakıp yıkan, sınır tanımayan, rantla büyülenmiş, gözü dönmüş kitlenin davranışını çözümlemeye çalışmaktır. Ne pahasına olursa olsun benim olsun diyen, özgecilik (altruism) denen şeyden bütün gelenek birikimini yok sayacak şekilde nasiplenmemiş, dünya yansa bir tutam otu yanmayacak insan tipolojisinin bu mertebede güçlenmesinin nedenlerinden söz ettim. AKP’nin daha doğrusu Erdoğan’ın 20 yıldır dikkatle ve inatla sürdürdüğü erk dilinin (power discourse), tepeden tırnağa yanlış da olsa emperyal göndermelerle yüklü dokusu (‘dünya liderimiz’ tanımı da bu anlayışın sonucudur), bilinç dışında dipdiri tutulan imparatorluk ihtişamı bu duygu ve davranış kipini berkitiyor. Nüfus artışı, göç ve kentleşmeyi bir sarmal, bir bütün olarak yöneten hiçbir iktidarı yıkmak mümkün değil. Sol iktisadi kuramlar açısından sıklıkla ele alınan, Amerika’da çok etkili olmuş New Deal (Yeni Dağıtım) politikaları tamı tamına budur. Hiçbir şey sebepsiz değil, iyi bir analizle de çözülmeyecek sorun bulunmuyor. Keynesyen ekonomi daima sol ekonomik yaklaşımlar bünyesinde değerlendirilir, AKP’nin yeni Keynesyen bir ekonomiyi, elbette kendisine özgü bir anlayışla uygulamadığını söylemek de pek o kadar mümkün değil. Anadolu oy dağılımı ve onun kıyı şeridiyle kesiştiği noktalardaki görüntüsü bu yorumu doğrulayacak mahiyettedir. Hiçbir şeyi öngörememenin neticesinde ortaya çıkan ve orta sınıfı tamamen yok eden ekonomik krizden de sıkı mali politikalarla olduğu gibi AKP yine ekonomik büyüme modelleriyle çıkacak ve kimse kuşku duymasın iktidarını sürdürmesinin en önemli aracı da yeni dağıtım politikaları örgütlemek olacak, o da bunu sevinerek yerine getirecektir. Seçimde oy aldığı deprem bölgesine verdiği söz tastamam budur, karşılığını da görmüştür. Bazı şeyler değişmiyor: hala bir gerçek var, bütün tartışmalara, yolsuzluk iddialarına, hukuk dışılık savlarına rağmen AKP’nin sürdürdüğü politikaların insanlara gelecek hayali kurdurması, yoksulluklarını unutturması, Türkiye’deki muhafazakârlık kavramını yeniden gündeme getiriyor. Kültürel bir kod olarak Türkiye’de muhafazakârlık sadece dindarlık demektir. Onun dışında bir anlam taşımaz. Kürt nüfus içinde AKP’ye oy verenler de dindar ve muhafazakârdır. Fakat kentli muhafazakâr kesimin dindarlık/İslam dışında bir başka unsurun köprüsüyle bu ‘ideolojiye’ bağlandığını düşünmek hayalperestlikten öte saçma olur. AKP de kendisi hala dönüştürücü, modernleştirici parti olarak sunmakta sorun yaşamıyor. ‘Küçük burjuva radikalizminin’ getirdiği Makyavelizm veya oportünizim ise o sınıfın kaçınılmaz, doğal gerçeğidir ve bu kesinlikle bir değer yargısı değil, olgunun ifadesidir. Tarihin her döneminde siyaset geleceğin satılmasıdır. Türkiye’de sağ siyasetin bu işi son derecede iyi bildiği 1950’den beri kanıtlanmış bir gerçektir.
Sınıfsal hale getirilmemiş, hayal kurduranların karşısında insanlara gerçekleri anlatarak yoksulluklarının daima yoksulluk olarak kalacağını anlatan bir anlayış olmadığı takdirde siyaset kültürel değerler ve kimlikler üstünden gelişir ve girişte işaret ettiğim türden çatışma hatları siyasetin özgülleştirilmesini erteler
ÜST/ÖTE KAVRAM SİYASETİ YA DA ERTELENMİŞ SİYASALLAŞMA İşin bir başka ve ilginç boyutu da yine siyasetin Türkiye’de daima bir üst veya öte-kavram adına yapılmasıdır. Buna ütopist yaklaşım demek de mümkündür. Ütopya içermeyen ve sadece gerçekçi olan bir siyaset bulunamaz. Meşhur tanımla aklın kötümserliğiyle umudun iyimserliği arasındaki çatışmadır siyaset ve insan daima umudun iyimserliğine eğilimlidir. AKP’nin son 20 yılda sürdürdüğü politikanın özünü bu iyimserlik oluşturuyor, üst-kavram da burada ortaya çıkıyor, gelecek veya Türkiye yüzyılı. Öte-kavram CHP açısından ele alınırsa demokratikleşme, adalet ve hukukun üstünlüğüdür. Somut ve maddi değerlerin karşısına soyut değerleri yerleştirenlerin onları topluma kabul ettirmekte çok daha mahir olması gerekir ki, sadece soyut değerler üstünden sürdürülecek bir siyasetle fazla bir yere varılamaz. Bülent Ecevit’in 1973 ve 1977 hareketi tamamen sınıfsaldı, ‘bu düzen değişmelidir’ sloganına bu nedenle yaslanıyordu ve o sloganın topluma benimsetilmesi büyük sol kitle ve taban hareketiyle gerçekleşmişti. Sınıfsal hale getirilmemiş, hayal kurduranların karşısında insanlara gerçekleri anlatarak yoksulluklarının daima yoksulluk olarak kalacağını anlatan bir anlayış olmadığı takdirde siyaset kültürel değerler ve kimlikler üstünden gelişir ve girişte işaret ettiğim türden çatışma hatları siyasetin özgülleştirilmesini erteler ki, gerek bu olgu gerekse siyasetin reel faktörlerin dışına çıkıp sürekli şekilde üst-kavramlarla yapılması aslında apolitik bir modelin geliştirilmesidir. Buna kimlikler üstünden büyüyüp gelen siyaset anlayışının gene apolitik bir siyasete tekabül ettiğini ilave edelim. AKP konuyu bu yanıyla çok iyi kavradığından gerilimi kontrol ediyor, denetimin dozunu bir an olsun düşürmüyor ve fazlasıyla politikleşmiş bir toplum ve söylem yaratarak siyasetin apolitik bir zeminde cereyan etmesine ön ayak oluyor.
İttifak içinde ne kadar gerçekleştirilir bilemem ama bir gerçek var: CHP/İttifak tarafından dile getirilen argümanlar sınıfsal/sol bir temele yaslanmadığından, ağır bir yanılgı olarak zannedildiği gibi, sol değildir
SOL SANILAN LİBERAL POLİTİKALAR 14 Mayıs seçimlerinin yaşadığı en ciddi sorun buydu ve buna bağlı olarak siyaset Türkiye coğrafyasını üçe bölerek cereyan etti. Aslına bakılırsa üst-kavram ve ütopyacılık dışında AKP’nin seçim stratejisinden dile getirdiği hemen hiçbir şey yoktu. Kullanılan ve itiraf edelim ki çok akıllıca düzenlenmiş videoların birisinin baştan başa Ayasofya ve nesiller ilişkisine dönük olması bu bağlamı mükemmel şekilde somutlaştırıyor. Buna karşılık Millet İttifakının dile getirdiği çok güçlü taleplerin sınıfsal/ekonomik bir kalıp içinde sunulmaması, zayıf kalmanın ötesinde çaresizlik izlenimi veriyordu. ’İttifak’ın ise özü ve anlamı doğruydu ama zaten zor bir işten söz ediyoruz. Burada bir parantez açalım: İttifak içinde ne kadar gerçekleştirilir bilemem ama bir gerçek var: CHP/İttifak tarafından dile getirilen argümanlar sınıfsal/sol bir temele yaslanmadığından, ağır bir yanılgı olarak zannedildiği gibi, sol değildir, kendisini solda zanneden ve gece gündüz liberalizme küfreden kesimin de hiç aklına getirmediği gibi en fazlasından (o da en fazlasından) liberal tezlerdi. İyi ve doğru bir yönetişimin olması, suiistimallerin devlet yönetiminde yer bulmaması, hukukun üstünlüğü, adalet sol kavramlar değildir, bahusus liberal kavramlardır. Evet, en fazlasından, liberal değerlerdir ve öncelikle kapitalizmin savunduğu değerler arasındadır. Bu açıdan bakılırsa aktif modernleşmenin kalkınmacı/büyümeci somut değerleri, bahsettiğim radikalizmle bütünleşince, bu türden ikincil kavramlara dönük çağrılar kitlesel (aman dikkat, toplumsal değil) planda daha az ilgi toplar. Nitekim seçimi bir kere daha gelişmiş, varsıl, kentli, ‘beyaz’ kesim değil az gelirli, muhafazakâr, kesinkes popülist politikalara önem ve kulak veren çevre kazandı. Kısacası bu işler küfretmekle değil düşünmekle oluyor. Doğru şeyi yanlış yerde söylemekse iki kere yanlış yapmaktır.
CHP’nin kırsal alan oylarının yeniden değerlendirilmesindeki zorunluluktur. Sayısı hakkında uzlaşılmış bir rakam bulunmayan Alevi oyları bir yana çıkılırsa CHP, Anadolu’da mevcut değildir.
LİBERAL SOL İHTİYAÇ... Tekrar edeyim: CHP’nin sorunu Mİ’nin öne sürdüğü, dile getirdiği üst kavramları sınıf/ekonomi zemininde somutlaştırmamasıydı ama öyle bir arayışı hiç olmadı. Başta değindiğim demokratik değerleri yanlış yerde tanımlamak budur: liberal argümanları sol saymak ve demokratikleşme gibi kapsamlı bir olguyu sadece kent düzeyinde hem iddia etmek hem de benimsetmek. Öyleyse ana sorun neredeyse kendiliğinden şekilleniyor: öncelikle gerçek sol olan bir liberal siyaset. Eklenecek tek husus galiba CHP’nin kırsal alan oylarının yeniden değerlendirilmesindeki zorunluluktur. Sayısı hakkında uzlaşılmış bir rakam bulunmayan Alevi oyları bir yana çıkılırsa CHP, Anadolu’da mevcut değildir. Köy oylarında da yoktur. Köylerin hala kendisine özgü diyeceğimiz şekilde cereyan eden sosyo-kültürü beklendiği veya sanıldığı gibi AKP karşıtı bir pozisyon almamıştır. Aksine iktidar partisini desteklemiş, CHP’yi dışlamıştır. Her şeye rağmen kendine yeten bir ekonomik ilişki ağı nedeniyle kısmen korunabildiği ekonomik kriz, Sünni İslam geleneğindeki kararlılığı CHP oylarını azaltmıştır. Gerçekten de Alevi oyları CHP’nin tek blok desteğidir ve hatırlayalım, 1991 seçimlerinde CHP’nin 90’a yakın milletvekilinin 30’a yakını Aleviydi. Hatta zaman zaman CHP içinde Alevilerin laikliğe ve Kürtlere karşı ‘emniyet subapı’ olarak görüldüğünü de biliyoruz.
Milliyetçilik kendisini parçalı bir yapı içinde ifade etti. Adını andığım üç partinin her biri makro söylemini budayıp, eksiltip, erteleyerek konuşuyordu: MHP de İYİP de kısmen karşı olduğu göçmenler konusunu öteliyor
NEREDEN ÇIKTI BU MİLLİYETÇİLİK? Genel çizgilerine değindiğim bu olgunun az ötesinde cereyan eden çatışma o derecede güçlüydü ki, milliyetçilik-kozmopolitizm ekseni MHP-İYİP-ZP bütünlüğünü bile parçaladı, üç parti de kesinkes milliyetçi ama milliyetçiliği farklı yanından ele alan bir söylem kurguladı. Ama öte yanda da bir bütünleşme vardı. MHP’nin içinde olduğu ve iki ana unsurundan birini teşkil ettiği Cİ’nın doğrudan milliyetçi bir dokuya sahip olmadığını söyleyemeyiz, aksine, hem ittifak olarak hem müstakil olarak AKP ‘terör’ meselesini eksen alarak çok ciddi bir milliyetçilik damarını kendi varlık nedeni haline getirmiş durumda. Aynı anlayışın suskun İYİP’e hakim olmadığını da söylemekten aciziz. Bu şartlar altında milliyetçiliğin Türk siyasetinde en güçlü damar olduğu kendiliğinden doğan bir sonuç. Belirttiğim gibi milliyetçilik kendisini parçalı bir yapı içinde ifade etti. Adını andığım üç partinin her biri makro söylemini budayıp, eksiltip, erteleyerek konuşuyordu: MHP de İYİP de kısmen karşı olduğu göçmenler konusunu öteliyor, İYİP ayrıca kırsal alan milliyetçi sağına söyleyeceklerini yutkunuyordu. ZP’nin de göçmenlerden başka bir şeyden söz etmemesi neleri ertelediğinin kuvvetli ifadesiydi. Kritik soru şu: milliyetçilik, söylediğim gibi doğal bir damar olarak mı gelişti bu seçimlerde yoksa daha özel bir nedeni var mı? Doğal yanından kuşku duymamak gerekir, bütün modernleşmelere ve tüm siyasal dönüşümlere rağmen milliyetçilik Türkiye’deki siyasal demografinin baskın özelliği, belki tüm ülkelerde de öyle. Ana sorun milliyetçiliğin bazen karşılaştırıldığı gibi daha sivil gibi duran yurtseverlik çizgisinden çıkıp literatürdeki adıyla kötü (nasty) milliyetçilik niteliği kazanması, agresif, saldırgan ve yırtıcı olması, bölücülüğe karşıymış gibi kendisini sunmasına mukabil bölücülük yapması. Türkiye’de 1912 sonrasında gelişen ve halen devam eden milliyetçilik budur ve bu tutum, hatırlanmasa bile, genel ‘milliyetçilik’ tanımıyla ifade edilse bile özünde Türkçülüktür. Özellikle ZP’nin ve içinden çıktığı MHP’nin milliyetçiliğine denk gelen anlayış da budur. Karmaşık bir problemdir bu ve son dönemde Sinan Oğan ve ZP hareketleri zaten milliyetçiliğin yekpare olmadığını işaret ediyor. Oğan’ın Cİ’ye, görülmedik bir milliyetçi-şovenist/Türkçü siyaseti savunan ZP’nin Mİ’ye transferi milliyetçiliğin tüm siyasetlere dağılmış dokusunu ortaya koyuyor. Hatta bu doğrultuda kent milliyetçiliğinin örgütlü, radikal, ‘entelektüel’ boyutuyla her şeye rağmen ‘doğal’ sayılabilecek kırsal alan milliyetçiliğinden çok daha tehlikeli olduğunu ayrıca belirtmek gerekir. O bağlamda AKP siyasetine karşı olan ve (Suriyeli) göçmenleri kesilip atılması gereken bir parça olarak gören, Mİ’nı desteklemiş kentli milliyetçi seçmende de karşılığı mevcuttur. Meselenin bilhassa bu açıdan değerlendirilmesi ayrıca zaruridir ve eğer böyle bir nokta söz konusuysa ZP-Mİ birleşmesinin daha önce gerçekleşmemesi için bir neden görünmemektir, yazık olmuş demek gerekir. Son nokta olarak belirteyim, milliyetçiliğin, küreselleşmenin daha doğrusu küresel liberalizmin getirdiği bir sonuç olarak da kısmen Türkiye’deki seçmeni etkilediğini sanıyorum. O sonuç, dünyanın zenginleşmesine mukabil ülke içi ekonomik dengelerin şiddetle bozulmasıdır. Bu gerilim Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz türünden olumsuzluklarla bütünleşince kitlelerin büsbütün otarşik yani içine kapalı modellere yönelmesine yol açıyor. Günümüzde uygulanan popülizmlerin altında bu denklem yer alıyor. Türkiye’de de ekonomik krizin uzun süre ‘dış mihraklar’ diye nitelendirilmesi boşuna değildir. O vurgunun içeride ciddi bir milliyetçilik damarı geliştirdiği veya mevcut damarı genişlettiği muhakkaktır. AKP’nin baştan beri öne sürdüğü anti-emperyalist söylem, Batıya kafa tutması, Amerika’yla yaşadığı çatışma ve bunları ‘içeride’ çok iyi manipüle etmesi, son seçim döneminde bilhassa harp sanayi gelişmelerini vurgulaması ve onları yine milliyetçi duyguları körükleyecek şekilde işlemesi o partinin de aynı kökten beslendiğini gösterir.
Geldiğimiz noktada sadece Kürtler değil göçmenler de yine dünyada yükselen tepki milliyetçiliğinden payına düşeni alarak tartışmaların odağına yerleşti. Böyle bir açılım toplumsal barış ve demokratik haklar yönünden olumlu sayılamaz.
GÜVENLİK/BEKA VE DEMOKRASİ İKİLEMİ Yer yer, zaman zaman şovenizme varan milliyetçilik dalgasının Türkiye’de, bitmeyen tükenmeyen bağlamı bekadır. Beka kavramının gündeme gelmesi, öne çıkması ve bu düzeyde etkili olması son on yılın konusudur. Avrupa’yla ilişkilerin sarsılması dahi nispeten sessiz şekilde cereyan ederken Orta Doğu Baharı ertesinde başlayan Suriye-Irak hareketi ve dış politikanın iç politikayı tayin edebildiğinin anlaşılması kavramı capcanlı şekilde siyasetin gündemine taşımıştır. Neticede eskiden beri devam eden ‘dört yanı düşmanla çevrili’ ülke sendromu (buna ‘Sevr sendromu’ da denebilir) şimdi beka dürtüsüyle bütünleşmiş durumdadır. Beka anlayışının özünü oluşturan güvenlikçi politikaların yakın tarihteki başlangıcı 2001 yılında İkiz Kulelerin yıkılmasıdır. O tarihten sonra devletler hızla bu anlayışa kaydı ve güvenliğin ‘gerektirdiği’ farz edilen önlemleri alırken bunları demokratik hakların ve özgürlüklerin üstünde görmeye başladı. 2001 sonrasında tüm dünyada özgürlük alanının daraldığı, devlet alanının genişlediği, uygulamaların da o doğrultuda sertleştiği bir gerçek. Türkiye bu gelişmeleri kendisine özgü bir koşulda yaşadı ve tabana yayılmış, taban hareketi olarak doğan AKP hareketini merkezileştirme dürtüsü içinde, özellikle Kürtlere karşı sürdürdüğü politikayı öne çıkararak, güvenlikçi politikaları en yaygın şekilde uyguladı. Küreselleşmenin ifade ettiği ve önerdiği mümkün olan en geniş şekilde demokratikleşme kurgusu 11 Eylül sonrasında adım adım geri çekilirken Türkiye, Arap Baharının etkisiyle büsbütün ciddi bir demokratik büzüşme yaşamaya başladı. Geldiğimiz noktada sadece Kürtler değil göçmenler de yine dünyada yükselen tepki milliyetçiliğinden payına düşeni alarak tartışmaların odağına yerleşti. Böyle bir açılım toplumsal barış ve demokratik haklar yönünden olumlu sayılamaz. Ayrıca güvenlik politikalarının ağır bastığı her zemin siyasetin, daha doğrusu devlet yönetiminin ‘istisna hali’ ekseninde yapılması demektir ki, devlet yönetiminde anti-demokratik uygulamalar anlamına gelir. Türkiye’de çok yakınılan yönetim sorunlarının altında bu mekanizma aranmalıdır.
Sonuç olarak hep üç bölgeli bir seçim haritasından söz ediyoruz ama esasen iki bölgeli bir harita var. GDA’ya yoğunlaşmış Kürt seçmen, Batı ve güney sahiline yoğunlaşmış CHP seçmeni.
Kürtler 14 Mayıs seçiminde güvenlikçi politikaların toplumda gördüğü rağbet ölçüsünde geriledi. Amansızca sürdürülen ve şu ya da bu ölçüde tüm partilerin katıldığı güvenlikçi politikaların acımasızca dışladığı Kürtler seçimin yitirenleri arasında kaldı. Git gide yükselen bir milliyetçi dalgada Kürtlerin bundan sonra iki seçeneğinden söz edilebilir: gerçek solla mümkün olan en geniş uzlaşma zemininde buluşmak ve dayanışmak, CHP’yle iç içe geçmek. Gerçi CHP son uzlaşmalardan sonra böyle bir modele kapısını kapamış gibi görünse de Kürt ve Alevi iş birliğine ciddi şekilde ihtiyaç duymaktadır. Kürtlerin son seçim stratejisinde izlediği politika nedir sorusunun cevapları var ama İstanbul’da ikinci bölgede bile beklediğini elde edememesi hala etnik ve bölgeci politikalarla fazlasıyla iç içe olduğunu gösteriyor. Gerçek solla bütünleşmiş, gerçekten emek ve özgürlük savunusu üstünden gelişen bir politika Kürtlerin pozisyonunu güçlendirir. Türkiye’de toplumun üstüne git gide daha çok çöken güvenlikçi ve kötü-milliyetçi politikaları aşmanın en güçlü aracı da gene bu anlayış olacaktır. Bu muhakeme çerçevesinde Türkiye’deki seçmen tabanının yani yaklaşık 55 milyon seçmenin ne kadar demokratikleşmeden yana olduğunu söylemek zor. Demokrasi talebinin en yüksek düzeye çıkamadığı bir modelde bugünkü iktidar değişikliği talebinin şiddeti ister istemez zayıf olacaktır. 14 Mayıs seçiminde Türkiye’deki metropol seçmen kitlesi ekonomik sorunları demokrasi sorunlarının önüne aldı. Ama Anadolu bu tercihe katılmadı. Sonucun tüm partiler bakımından mevcut haldeki teşekkülünde bu ayrışmanın etkisini ayrıca aramak gerekir. Sonuç olarak hep üç bölgeli bir seçim haritasından söz ediyoruz ama esasen iki bölgeli bir harita var. GDA’ya yoğunlaşmış Kürt seçmen, Batı ve güney sahiline yoğunlaşmış CHP seçmeni. İlginç şekilde iki bölgenin seçmeni de güç yitirdi. Sonunda % 25’e sıkışmış CHP, % 9’un altında kalmış bir YSP var. İYİP, MHP, ZP oylarının toplamı % 21ediyor. Buna AKP içindeki görünmez milliyetçi tabanı eklersek hatta beyaz Türklerin ulusalcı adı altında ifade ettiği milliyetçiliği eklersek durum kendisini daha da iyi ifade eder. 14 Mayıs seçimleri ‘son seçim’, ‘yüzyılın seçimi’, ‘kader seçimi’ olarak sunuldu tüm partilerce. Bildiğim kadarıyla son yıllardaki tüm seçimler aynı vurguyla toplumun önüne getirildi. Hiçbir seçim kader seçimi değildir ve 14 Mayıs seçimleri üstünde 28 Mayıs sonrasında daha çok düşünmemiz gerekir. Ama bu seçimde YSP ve TİP dışında kalan partilerin ortak paydasını milliyetçiliğin/ulusalcılığın meydana getirdiği görülüyor. Tartışma buradan başlayacaktır.