Bugün devletin ve siyaset kurumunun tüm temsilcileri, ‘gelecek olan o vakte’ hazırlanmalılar. Zira, zamanı gelmiş bir değişime farklı müdahaleler ile izin verilmemesinin bedeli memleket için çok daha büyük olabilir. Siyaset Bilimci Kutlu Acun yazdı

Eski İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli’nin 1845 yılında yayınlanan ‘Sybil yahut İki Millet’ adlı romanı İngiltere’de sınıflar arasında artan eşitsizliği konu alıyordu. İngiliz muhafazakârlığının karakteristik özelliklerinin gözlemlenebileceği bu roman, iki isminden birini romanın ana karakterlerinden Egremont ile bir genç arasında geçen bir diyalogdan alıyor. ‘Kraliçemiz şimdiye kadar var olmuş en büyük millete hükmediyor’ diyen Egremont’a ‘Hangi millet? Onun hükmettiği iki millet var’ diyen genç sözlerine şöyle devam ediyor:

“Aralarında hiçbir ilişki ve sempati olmayan; sanki farklı bölgelerde ya da farklı gezegenlerde yaşıyormuşçasına birbirlerinin alışkanlıklarından, düşüncelerinden ve duygularından habersiz; farklı bir üreme ile oluşmuş, farklı bir besinle beslenen, farklı şekillerde düzenlenmiş ve aynı kanunlara tabi olmayan; İki millet. Zengin olan millet ve fakir olan millet.” Romanın diğer ismi Sybil’in de aslında benzer bir mesaj içerdiğini söyleyebiliriz. Sybil, etimolojik olarak ‘sibyls’, geleceği gören kahinleri ifade etmek için kullanılıyor. Disraeli bu ismi İngiltere’nin sınıfları arasındaki aşırı eşitsizliğin getirebileceği olası değişimin İngiltere’yi ikiye bölebileceği kehanetine gönderme yapan bir metafor olarak kullanıyor.

Bugünün Türkiye’si de benzer bir durumdadır. Tam olarak Disraeli’nin ifade ettiği gibi ‘aralarında hiçbir ilişki ve sempati olmayan; sanki farklı bölgelerde ya da farklı gezegenlerde yaşıyormuşçasına birbirlerinin alışkanlıklarından, düşüncelerinden ve duygularından habersiz; farklı bir üreme ile oluşmuş, farklı bir besinle beslenen, farklı şekillerde düzenlenmiş ve aynı kanunlara tabi olmayan’ iki millet ve bu milletlerin yaşadığı iki Türkiye vardır.

İlk Türkiye, iktidarın ekonomi politikaları ile zenginleşen ve iktidar politikaları doğrultusunda hareket eden sermayenin, yani zengin olan milletin Türkiye’sidir. Diğer Türkiye ise yine aynı politikalar sonucu haklarını kaybeden orta sınıfların, gençlerin ve yoksullaşan emeğin, yani fakir olan milletin Türkiye’sidir.

Disraeli’nin İngiltere’deki bu keskin ayrışmaya getirdiği çözüm fakir olan milletin yani alt sınıfların sosyal reformlar yoluyla korunması ve haklarının iyileştirilmesiydi. Önerdiği ‘tek millet muhafazakârlığı’ siyasal düzenin ve kurumların muhafazası için basitçe alt sınıfları isyan etmekten alıkoyacak bir yeniden bölüşüm için üst sınıfların sorumluluk almasını öneriyordu.

Türkiye’deki iktidarın da geçmiş dönemlerde ‘tek millet’ diskuruyla sıkça başvurduğu bu tip bir muhafazakârlık modeli üzerine kurulu olduğu açıktır. Ancak, bu model, günümüz Türkiye’sinde orta sınıfın ortadan kaldırılması, alt sınıfların hak kaybının yapılan kısmi iyileştirilmelerle bile tolere edilemeyecek duruma ulaşması, diğer bir ifadeyle sınıflar arası makasın aşırı açılmasıyla sürdürülebilirliğini yitirmiştir.

Değişimin çanları çalıyor. İktidar blokunun araç kutusunda ise değişimin önüne geçmek için kullanageldiği güvenlik politikaları, kimlik siyaseti, dini retorik gibi çoğu fonksiyonunu yitirmiş aletler dışında pek bir şey yok.

Değişimin çanları çalıyor. İktidar blokunun araç kutusunda ise değişimin önüne geçmek için kullanageldiği güvenlik politikaları, kimlik siyaseti, dini retorik gibi çoğu fonksiyonunu yitirmiş aletler dışında pek bir şey yok. Bunların durumu kurtarıp kurtaramayacağını yakında hep birlikte göreceğiz. Diğer yandan, muhalefeti iktidara getirecek mekanizmanın, iktidarı iktidardan düşürecek mekanizma ile aynı mekanizma olduğu gerçeği, değişimin iktidar bloku dışında kalan ve artık fakir milleti oluşturan tüm grupların konsolidasyonunda yattığını gösteriyor. Bunun yöntemi ise yeniden bölüşüm argümanlarını içeren ekonomik söylem ve programların öne çıkarılmasından başka bir şey olamaz.

Ancak, muhalefetin bu konuda şimdiye kadar çok iyi bir sınav verdiği de söylenemez, günün sonunda ‘doğru aday’ tartışması hâlâ gündemdedir ve bu sürecin küskün muhalifleri hala tam olarak ikna edilebilmiş değildir. Burada oluşan alanı şimdilik alternatif muhalefet olma iddiasında olan adaylar dolduruyor.

İktidar, geçmiş seçimlerde izlediğinin aksine daha sessiz ve sakin bir siyaset izliyor. Bu durum iktidar blokundaki olası erimenin önüne geçmek için en iyi yöntem değilse bile, dağınık görünen muhalefetin konsolide olmasını engellemek için çok iyi bir yöntem. Kendisini yapısal olarak iktidarda tutan modelin çalışmadığını gören iktidar, muhalefeti iktidara taşıyacak yapının konsolide olmasını bu sakin siyasetiyle engellemeyi amaçlıyor.

Son yapılan yerel seçimler, saflar sıklaştığında oluşan durumun artık muhalefet lehine olduğunun bir kanıtı niteliğinde ve iktidar da buradan dersini almış görünüyor. Dolayısıyla yerel seçimlerde iktidarın kullandığı söylemler ve izlediği radikal siyaset sayesinde seçim sürecinde gerçekleşen ‘doğal konsolidasyon’, bu sefer gerçekleşmeyebilir. Muhalefet daha aktif bir siyaset izleyerek bunu kendisi başarmalı.

Genç olmanın ve umursamaz olmanın artık eş anlamlı olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Gelecek olan o vakte hazırlanmalıyız. Geleceğin iddiaları, acı çeken milyonlarla temsil ediliyor; ve bir milletin gençleri, gelecek neslin emanetçileridir.”

Her ne kadar yukarıda bir örneğini verdiğim gibi muhalefetin eleştirilebilecek, iyileştirilebilecek bir pratiği olsa da, Türkiye’de muhalefet değişim için en büyük gerek koşulu, yani birleşme koşulunu yerine getirdi. Eleştirel bir aklın muhalefetin pratiği üzerinde yapabileceği iyileştirmeler sonsuzdur.

Bu yüzden de olanlara kuş bakışı bakmanın ve genel görüntüye odaklanmanın daha hakkaniyetli olduğu kanaatindeyim. Böyle bir bakış da bana Türkiye için değişim isteğinin, muhalefet blokunun ve genel olarak ‘şartların’ bu değişimin gerçekleşmesine yetecek kadar olgunlaştığını gösteriyor. Bu değişimin zamanla ve iç dinamiklerin bir sonucu olarak gerçekleşecek olması onun doğallığını ve sağlığını artırıyor.

Disraeli’nin romanına dönecek olursak, roman şu vurucu cümlelerle bitiyor: “İngiltere'nin bir kez daha özgür bir monarşiye ve ayrıcalıklı ve müreffeh bir halka sahip olduğunu görecek kadar yaşayabilmemiz için dua ediyorum; bu büyük sonuçların ancak gençliğimizin enerjisi ve bağlılığıyla gerçekleşebileceğine inanıyorum. Genç olmanın ve umursamaz olmanın artık eş anlamlı olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Gelecek olan o vakte hazırlanmalıyız. Geleceğin iddiaları, acı çeken milyonlarla temsil ediliyor; ve bir milletin gençleri, gelecek neslin emanetçileridir.”

Bir siyaset bilimci olarak, ben de Türkiye’nin daha özgür bir cumhuriyete ve müreffeh bir halka sahip olduğunu görecek kadar yaşayabilmemiz için dua ediyorum. Bugün de devletin ve siyaset kurumunun tüm temsilcileri, ‘gelecek olan o vakte’ hazırlanmalılar. Zira, zamanı gelmiş bir değişime farklı müdahaleler ile izin verilmemesinin bedeli memleket için çok daha büyük olabilir.

Editör: Kutlu Acun