Hâlihazırda kredi mekanizmasındaki sorunların, yatırımlardaki ufuk kaybının ve öngörülemezliğin, orta-uzun vadeli kredilerin raftan kaldırılmasının sebebi yanlış para politikası ve enflasyonun oldukça altındaki faizlerdir.  Kademeli geçiş bu sorunlara çözüm üretememektedir.

Son iki yıldır derinleşen yoksulluk-bölüşüm krizinin reel ekonomiye (üretim-istihdam) sirayet etme aşamasında bulunduğu bir dönemde reel sektörü ve özelde sanayi kesimini bir ölçüde de olsa koruyucu tedbirlerin hayata geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konudaki önerilerimizi sunmadan önce, mevcut durumu para politikası merkezinde değerlendirmek faydalı olacaktır.

PARA POLİTİKASININ ROTASI

Enflasyon hedeflemesi stratejisinin terk edilerek faiz oranının denklem dışına çıkarılmaya çalışılması sonucu saplanılan döviz kuru-enflasyon-ücret sarmalının hızlanan etkisini kırmak için enflasyonla mücadele alanında alınması zorunlu olunan tedbirlerin henüz hayata geçirilmemesi enflasyonda ve işaret edilen sarmalda bozulmaya ve yapışkanlığa neden olmaktadır. Giderek genişleyen sarmalı bir ihtimal kırabilecek olan faiz aracının kullanılmamasındaki ısrar ve izlenen yanlış politikaların faturasının ödenmesinde başvurulan erteleme mevcut girdabı derinleştirmektedir.

Bir önceki yazıda vurguladığımız üzere, yakın ve büyük tehdidin döviz krizi olarak görülmesi nedeniyle seçimden sonra TCMB, politika faizini düşük oranda artırmak suretiyle döviz kurunda yükselişe destek vererek yabancı sermayenin dövizi yüksek fiyattan bozmasına imkân sunan ‘düşük faiz-yüksek kur’ adımıyla sermaye girişini teşvik etmektedir. Çünkü hâlihazırda yabancı sermaye için esas olan faiz oranı değil, yüksek kurdan giriş yaparak ilk andan itibaren kazanç elde etmek ve gelecekteki devalüasyon potansiyelini azaltmaktır.

Bu aşamanın en fazla bir-iki ay devam etmesinden sonra geçilecek ikinci aşamada ise, girişinden ve TL’ye dönüşünden sonra yabancı sermayeyi muhtemel kur artışından ve zarardan korumak için ‘yüksek faiz-istikrarlı kur’ adımı atılacaktır. Bu aşamada enflasyonla daha gerçekçi bir mücadeleye de geçilmiş olunacaktır. Rezervlerde başlayan artış ise yabancı sermayeye güven telkin ederek, gelecekte ülkeden çıkılması hâlinde dövize erişim konusunda endişe duyulmamasını, ani kur ataklarına müdahale edilmesini sağlamaya dönüktür. Elbette rezerv artırımı aynı zamanda bir ihtiyaç ve zorunluluktur.

Ancak bu süreçte faizin ısrarla düşük tutulmasının gerekçesi kamuoyuna farklı şekilde sunulmaktadır. Kademeli geçiş adı altında, reel sektörün kaynak maliyetinin artmaması ve bankaların finansal yapısının bozulmamasının amaçlandığı ileri sürülerek piyasadan ve toplumun önemli bir kesiminden kademeli geçişe destek alınmaktadır. Kademeli geçişi savunanların önemli bir bölümü ise politika faizinin daha yüksek oranlarda aşamalı olarak artırılmasını savunmaktadır.

KAZANAN VE KAYBEDEN

Basit bir soruyla mevcut kademeli geçişin amacını sorgulamamız mümkündür. Politika faizinin %15’e artırılması sonucu kim ne elde etmiştir? Hangi kesim bu adımdan fayda sağlamıştır? Önümüzdeki Para Politikası Kurulu toplantısında faiz oranı %20’ye çıkarılırsa da aynı soruları sorabiliriz.

Faiz oranının kademeli artırılmasından reel sektör hiçbir fayda sağlamamış ve sağlamayacaktır. Örneğin, politika faizinde geçen ay yapılan artışın reel sektöre faydası ne olmuştur? Kredi kanalları açılmış ve finansman imkânı artmış mıdır? Tabii ki hayır. (Politika faizi üzerinden saptanan KMH ve kredi kartı faizlerinin görece düşük tutulması bireyler lehine oluşan tek katkıdır.) Kademeli geçişin tek kazananı bankacılık sektörüdür.

Kredi kanalını açmayan bankalar, menkul kıymet alım zorunluluğundan kaçınmak için daha önceden %15-17 faiz oranı ile sınırlı sayıdaki iyi müşterilerine kullandırdıkları krediler için faizi, politika faizindeki artışa paralel olarak %27’lere kadar artırma fırsatını bulmuştur. Böylece bankaların aleyhine olan faiz marjı bir ölçüde düzelmiştir. Daha yüksek faiz oranlarından kullandırılan krediler için getirilen menkul kıymet alım zorunluluğunun yükünü karşılamak amacıyla bankalar zaten %50’leri aşan oranlardan kredi kullandırmaktadır. Dolayısıyla kredi kanalındaki tıkanıklıkta son bir ayda iyileşme yaşanmamıştır.

Bankalar, enflasyon ve mevduat faizinin düzeyi nedeniyle haklı olarak menkul kıymet alımı yükümlülüğünün zorladığı faiz oranlarından kredi vermekten kaçınmaktadır. Bu davranış bankaların risk yönetimi adına doğru bir strateji olup, neticede faiz oranı ve sorunlu kredi riskleri üzerinden kârlılık ve sermaye yeterliliği göstergelerinde beklenen bozulmaya karşı kalkan oluşturulmaktadır.

Ayrıca faiz oranlarının kademeli artışı, menkul kıymet faizlerindeki yükselişin özkaynaklar ve fonlama maliyetinde yarattığı tahribatı zamana yayarak bankaların adaptasyonuna zemin ve zaman kazandırmaktadır.

Bankalar, en rasyonel kesim olarak, atılan adımlara göre değil, atılacak adımlara göre fiyatlama yaparak kredi politikalarını belirlemektedir. Şu anda TCMB’nin attığı küçük adımların işaret ettiği faiz oranlarının kısa süre sonra yükseleceği bilindiğinden, mevcut durumda kredi vermekten kaçınılmaktadır.

Politika faizinin %30’ları, kredi faizinin %50’leri aşmasından sonra maliyeti yükselecek krediye erişimin daha da kolaylaşacağı bir döneme geçilecektir. Yüksek enflasyon ortamında enflasyona yakın bir kredi maliyeti olumlu olarak yorumlanmalıdır.

Kademeli geçişin finansman bakımından ekonominin reel tarafına bir katkısı beklenmemelidir. Ancak politika faizinin %30’ları, kredi faizinin %50’leri aşmasından sonra maliyeti yükselecek krediye erişimin daha da kolaylaşacağı bir döneme geçilecektir. Yüksek enflasyon ortamında enflasyona yakın bir kredi maliyeti olumlu olarak yorumlanmalıdır.

Kademeli ve hızlı geçişe ilişkin detaylı değerlendirmeler 16 Nisan ve 25 Nisan tarihli yazılarımızda yer almaktadır.

REEL SEKTÖRÜN GELİŞMELERİ OKUMADA ZAYIFLIĞI

Düşük faizin, finansmana erişebilen sınırlı bir kesime geçici süreliğine bir miktar katkı sunduğu, bu durumun sürdürülemez olduğu reel sektör tarafından kabul edilmelidir. Hâlihazırda kredi mekanizmasındaki sorunların, yatırımlardaki ufuk kaybının ve öngörülemezliğin, orta-uzun vadeli kredilerin raftan kaldırılmasının sebebi yanlış para politikası ve enflasyonun oldukça altındaki faizlerdir.  Kademeli geçiş bu sorunlara çözüm üretememektedir.

%30’ların altındaki politika faizi enflasyonla mücadeleye ve sıkı para politikasına tekabül etmediği gibi, politika faizi bugün itibarıyla piyasanın istediği noktalara yükseltilse dahi birkaç hafta sonra yüksek enflasyona işaret edilerek daha yüksek oranlar talep edilecek, aynı sorunlar sürekli olarak konuşulacak ve tıkanıklıklar devam edecektir.

Diğer yandan, iç talepteki canlılık yanlış şekilde kademeli geçişe bağlanmaktadır. İç talepteki devamlılık, bir ölçüde düşük faiz oranları ve baskılanan kuru içeren kademeli geçişten, ancak esas olarak kamunun genişleyici politikalarından ve sunulan teşviklerden kaynaklanmaktadır. Tasarrufu caydıran ve tüketimi tetikleyen negatif reel faizin iç talebe geçici katkısının sınırlarına gelinmiştir.

Kademeli geçişin işlevini ve katkısını zayıflatan asıl unsur, kredi tarafında kademeli geçişin ara basamaklarının dikkate alınmaması ve gelecekte ulaşılacak son basamağın göz önünde tutulmasıdır. Bu nedenle reel sektöre katkı sunulamamaktadır. Ancak bankacılık sektörü ara basamaklara göre kaynak maliyetini belirlemekte, aktiflerini ve özelde kredi bacağını ise son basamağa göre ayarlayarak sahip olduğu bilanço yönetme kabiliyetini ve parayı kanalize etme gücünü lehine çevirmektedir.

Hızlı bir geçiş sistemin tıkalı kanallarını açacaktır. Bedel ödenmesi ise kademeli geçiş dâhil her türlü geçişin kaçınılmaz bir maliyetidir. Bu maliyet, iktidarın inatla sürdürdüğü yanlış politikaların halka ve reel sektöre yüklenmesidir. Kademeli geçiş herhangi bir maliyeti azaltmadığı gibi tersine artırmakta ve sorunları sürüncemede bırakarak büyütmektedir. Kademeli geçiş finans sektörü lehine faturayı dağıtırken, hızlı geçiş daha adil bir dağıtım yapmakta olup, faturanın özelde sanayi sektörü lehine bölüştürülmesi de mümkündür.

Hızlı bir geçiş sistemin tıkalı kanallarını açacaktır. Bedel ödenmesi ise kademeli geçiş dâhil her türlü geçişin kaçınılmaz bir maliyetidir. Bu maliyet, iktidarın inatla sürdürdüğü yanlış politikaların halka ve reel sektöre yüklenmesidir.

Reel sektör konuyu daha net olarak görebilmeli ve kendi lehine olmayan kademeli geçişi değil, hızlı geçişi savunmalı; kademeli geçişin reel sektörü korumak amaçlı yapıldığı yönündeki açıklamaların finans sektörünün etkisi altındaki politika yapıcılar ve medya tarafından dile getirildiğini hatırda tutmalıdır.

Kabul etmek gerekir ki, oyunu doğru okuma, hakkını savunma, kendi lehine yanılsama yaratma, kendi çıkarına olan adımları diğer kesimlerin lehineymiş gibi sunma konularında finans sektörü reel sektörden çok daha ileri bir kabiliyet ve kapasiteye sahiptir. Bürokratik kesimin, medyanın ve akademinin ağırlıklı kesiminin finans odaklı düşünmeye yatkın olması ve finansın etkin lobi gücü de bu duruma sebebiyet vermektedir.

Son iki senedir siyaset kanadının finans sektörünün aleyhine yaptığı yanılsaması yaratan müdahaleler de özünde reel sektöre çok daha fazla zarar vermiştir. Siyaset kanadı ve yetersiz bürokrasi parasal aktarım mekanizmasının kanallarını ve oyuncularını doğru analiz edememiş, müdahaleci her tedbir piyasa tarafından etkisiz hale getirilmiş, zorunluluktan uygulanan tedbirlerin faturası ise bir aracı işlevine sahip finans sektörü tarafından reel ekonomiye transfer edilmiştir. Serbest piyasanın mevcudiyetini koruması nedeniyle finans sektörü kendisine karşı atılan her adıma reaksiyon göstermiş ve kendini korumuştur. Reel sektör ise koşulları kabul etmek zorunda kalmıştır.

Yasal zorlamalar nedeniyle alınan pozisyonlar üzerinden bilançolardaki risk birikmesi ve gelecekteki kaçınılmaz kayıplar ise bankalarca engellenememiştir. Bankalar, kendi bünyesinde biriken ve henüz diğer kesimlere transfer edilememiş olan riskleri kamu kesimine aktarma arayışı içindedir.

FİNANS SEKTÖRÜNÜN GÜCÜ

Bankaların sağlamlığının önde gelen göstergeleri olan sermaye yeterliliği, aktif kalitesi, özkaynak kârlılığı gibi göstergeler olumsuz koşullarda birkaç ay içinde süratle bozulabilmekte, bilançoda biriken ve daha önceden normal görülen riskler realize olabilmektedir. Olağan dönemlerin bakış açısı, psikolojisi ve öngörüleri ile zorlu koşullar için hazırlanan tamponlar, zorlu günler geldiğinde artan risk algısı ve bozulan piyasa psikolojisi ortamında tüm aktörlerin korumacı davranışa yönelmesiyle katkısını ve etkisini yitirmektedir. Olağan dönemlerde kredibiliteleri yüksek olan, çalkantılı dönemlerde ise en kırılgan kurumlar olan bankalar, ekonomi için taşıdıkları değeri kullanarak politika yapıcılar üzerinde baskı kurmaktadır.

‘Finansal istikrar’, ‘reel sektöre destek’, ‘kredi mekanizmasının işlerliği’ gibi argümanlarla, zor zamanlarda ‘kendisi için değil, reel ekonomi adına’ zararının bir kısmını kamu kesiminin karşılamasını talep eden finans sektörü, izlenen makro politikaların sunduğu elverişli imkânlarla yüksek kâr elde ettiği dönemlerde ise kârın tamamını almaktadır.

Zor dönemlerde, örneğin son iki yıldır özel banka sermayedarları nakdî sermaye artışına başvurmuş mudur? İyi günlerde makro politikaların katkısıyla elde edilen kârlar üzerinden payını alan sermayedarlar, zor zamanlarda ise makro politikaları suçlu göstererek zararı kamu kesimine yıkmak için lobi yapmaktadır.

İyi günlerde makro politikaların katkısıyla elde edilen kârlar üzerinden payını alan sermayedarlar, zor zamanlarda ise makro politikaları suçlu göstererek zararı kamu kesimine yıkmak için lobi yapmaktadır.

Finans sektörünün ciddi sorunlarının bulunduğu, günlük faaliyetlerine ve faiz oranlarına müdahalelerin sonlandırılması gerektiği açıktır. Kurumlar vergisi artışı ve sermaye artırımı dışında finans sektörünün işleyişine her müdahale reel ekonomiye olumsuz yansımaktadır. Bankaları kısıtlayan düzenlemelerin kaldırılması karşılığında aşağıda işaret edilecek bazı katkılar bankalardan talep edilmelidir.

Diğer yandan, önümüzdeki dönemde bankaların, düzenlemelerin kaldırılması haricinde ilave isteklerde bulunacakları, taşıdıkları bazı riskleri kamu kesimine transfer etmeye yönelecekleri ve sahip olduğu bakış açısı itibarıyla yeni ekonomi yönetiminin oldukça tavizkâr davranacağı yönünde sinyaller alınmaktadır. Yabancı sermayenin finans sektörüne destek konusunda sahip olduğu olumlu bakış, hatta dile getirebileceği talepler de bankaların konumunu güçlendirmektedir. Siyaset kanadı ve bir kesime sunulan desteğin maliyetinin kendisine de çıkacağının bilincinde olması gereken reel sektör bu gelişmeleri yakından izlemeli, yeri geldiğinde müdahil olmalıdır.

Bankaların desteğe ihtiyacı açıktır; ancak sermayedarların katkısı alınmadan ve mümkün olduğunca kayıplar banka bünyesinden karşılanmadan doğrudan kamunun desteğine başvurmak piyasa ekonomisinin ahlakına uygun olmadığı gibi, kamu kaynaklarının dolaylı olarak banka sermayedarlarına haksız aktarımı anlamına gelmektedir. Ayrı bir yazıda bu konuya değinilecektir.

ÜRETİME DESTEK VE BANKALAR

Rekabet gücü, yüksek teknoloji konulu ürün ve üretim, yatırım ufku, öngörülebilirlik gibi alanlardaki gereksinimler başta olmak üzere daha yapısal ve uzun vadeli yaklaşımlara ihtiyaç duyan reel sektör, işletme sermayesi ve uzun vadeli finansman olanaklarının uygun maliyetle karşılanmasına dönük acil taleplerde bulunmaktadır. Finansal piyasalardaki normalleşme ve sadeleşme adımlarının başarılması hâlinde ilk etapta finansman kanallarındaki tıkanıklık son bulacaktır. Akabinde ise enflasyondaki mücadelenin başarısına bağlı olarak finansman maliyeti düşecektir.

Yazımızın konusu itibarıyla hızlı bir geçişin (hatta kademeli geçişin) reel sektörde ve özelde sanayi sektöründe yaratabileceği tahribatın azaltılmasında bazı yöntemler kullanılabilir. Israrla sürdürülen yanlış politikalara kesilen faturanın ödenmesinden kaçınılacak nokta geçilmiştir; ama faturanın bölüştürülmesinde kısa-orta vadeli ihtiyaçlara uygun dokunuşlar mümkündür.

Bu kapsamda kamu kesimine ilave yük yaratmaksızın sanayi sektörünü desteklemek için aşağıdaki tedbirlerin alınması önerilebilir:

1) Bankaların kayıtları dikkate alınarak, herhangi bir başvuru ya da prosedür işletilmeksizin, sanayi sektöründe üretimde bulunan şirketlere kullandırılan her tür kredinin maliyetinin dörtte biri ve azami %15’inin bir yıl boyunca karşılanması amacıyla sanayi sektörü dışındaki kesime kullandırılan tüm kredilerden faiz benzeri bir kesinti yapılmalıdır.

BDDK verilerine göre, Mayıs 2023 itibarıyla, yabancı para cinsinden kullandırılanlar dâhil olmak üzere 9,2 trilyon TL'lik nakdî kredi mevcut olup, bu kredilerin %28’ine tekabül eden 2,6 trilyon TL'lik kredi; imalat sanayi (2 trilyon TL), madencilik ve taşocakçılığı (105 milyar TL) ve tarım-avcılık-ormancılık (443 milyar TL) sektörlerine aittir. Bu sektörlere ait belirtilen 2,6 trilyon TL'lik stok kredinin 1,4 trilyon TL’si kısa vadelidir. Belirtilen kısa vadeli kredinin önümüzdeki bir yıl içinde yenilenmesi ve kredi kanalının açılmasıyla birlikte bir miktar ilave kredinin kullandırılması, ancak yaşanması beklenen daralma nedeniyle ilave kredi miktarındaki artışın sınırlı kalması beklenebilir.

Önümüzdeki bir yıl boyunca, belirtilen sektörlerin yeni ve yenileme amaçlı kredi olarak azami 2 trilyon TL'lik kredi kullanacağı varsayılırsa, yıla yaygın yeni kredi bakiyesinin ortalama 1 trilyon TL olacağı ve bu tutar için bir yıllık kısmi faiz desteğinin gündeme getirilebileceği belirtilebilir. Söz konusu tutarın daha az ya da daha çok olması önerimize konu kurgunun işleyişi açısından önem taşımamaktadır.

Bu durumda, ortalama 1 trilyon TL'lik kredi için bir yıl süresince sunulacak azami %15’lik faiz desteği 150 milyar TL olacaktır. Aynı mantıkla bir hesaplama yapıldığında, belirtilen üretim odaklı sektörler dışındaki ticaret, hizmet ve finans sektörü ağırlıklı diğer kredilerin kısa vadeli bölümüne tekabül eden 2,7 trilyon TL'lik kredinin yenileneceği ve ilave olarak kullandırılacak krediler de dâhil edildiğinde 3,5 trilyonluk bir kredi kullandırımı yapılabileceği belirtilebilir. Yıla yaygın ortalamanın 1,75 trilyon TL olduğu varsayılırsa, yukarıda hesaplanan 150 milyar TL'lik üretim sektörü faiz desteği için bu kredilere %8,5’luk ilave bir yük tesis edilecektir.

Sağlam ve kararlı adımların atılması durumunda yıl sonuna doğru enflasyonun %70’lere yaklaşması ve 2024 sonu için %35-40’lık enflasyon beklentisinin oluşması, ancak gevşek mali ve parasal politikalara devam edilmesi ve planlanan yabancı sermaye girişinin olmaması hâlinde üç haneleri zorlayacak bir enflasyon varsayımı altında üretim dışı sektörlere bir yıl süresince %8,5’luk ilave bir yükün sarsıcı olmayacağı belirtilebilir.

İç talep üzerinden ekonominin soğutulması bir ihtiyacın ötesinde bir zorunluluk hâline geldiğinden dolayı, uzun vadeli büyümenin ve ihracatın motoru olan sanayinin bu dönemi daha az kayıpla geçirmesi her kesimin destek sunacağı makul bir çabadır.

2) %10’lara yaklaşacak “bütçe açığı/GSYH” rasyosunun konuşulduğu bir ortamda, kamu kesiminin sunduğu desteklerde daralmanın beklendiği ve bankalardaki sorunların gün yüzüne çıkacağı bir döneme geçilirken bankaların ekonomiye katkısının sürdürülmesi değerlidir.

Turizm ve bankacılık sektörlerinin kurumlar vergisi oranı üç yıl süresince %40’a yükseltilmeli ve bu adıma paralel olarak özel bankaların sermaye artırımı zorunlu tutulmalıdır. Kurumlar vergisi artışı gelecekte sağlanacak istikrar üzerinden elde edilecek yüksek kârların kaporası niteliğinde olup, sermaye artırımı ise, ilave kurumlar vergisi aracılığıyla bankalardan çıkacak nakdin (özünde sermayenin) iadesi ve önümüzdeki süreçte beklenen kayıpların tamponu olacaktır. Sermaye artışına konu tutarlar, bilanço küçülmesine başvurulmasının engellenmesi adına sermaye yeterliliği üzerinden bir hesaplamayla değil, doğrudan tutar saptanmasına dayalı olarak belirlenmelidir.

Sermaye artırımıyla, sektör özkaynak ve aktiflerinin %25’ini oluşturan yabancı sermayeli bankalar aracılığıyla ülkeye doğrudan sermaye girişi sağlanacak, yerli özel banka sahipleri de sermaye katkısı sunacaktır. Kurumlar vergisi artırımı yoluyla kamu bankalarının sermaye artırımlarına kaynak bulunacak, artan sermayeler üzerinden bankaların kredi verme kapasitesi artırılmış olunacaktır.

Sermaye artışı sermayedarlar adına bir maliyet kalemi değil, bir yandan varlık edinimi, diğer yandan ödünç verme işlemidir. Bankaların gelecekteki büyüme ve kârlılık potansiyelinin genişletilmesine katkı sunacak sermaye girişi, sağlanacak istikrarla orta vadede kâr dağıtımı üzerinden sermayedarlara geri dönecektir.  Bankaların istikrarlı ortamlarda elde ettikleri yüksek kârlar düşünüldüğünde, sermaye artırımı, kâr dağıtımı ile geri alınacak bir borç verme işlemidir.

Mevcut durum itibarıyla bankaların, sadece büyüme adına değil, finansal sağlamlıklarını korumak için dahi bilanço küçültmesi ya da sermaye artırımına başvurması bir zorunluluktur. Önerimiz, bu ‘zorunluluğu’ kamu otoritesi aracılığıyla ‘sermaye artırımı’ yönünde değerlendirmektir.

Bankaların, bu tedbirlere karşı finansal istikrar ve kredi mekanizmasının işlerliği üzerinden ileri sürecekleri argümanlar ve gösterecekleri menfi tepkiler fiiliyatta karşılığı bulunmayan klasik bir serzeniş niteliğinde kalacaktır. Artırılacak sermayeler, özkaynak kârlılığı adına bankaları kredi vermeye teşvik edecektir. Bankalar yaptıkları işin gereği küçülmeyi göze alamayacakları bir davranış kalıbına sahiptir. Küçülme, hatta duraklama bankalar için ciddi bir kayıp anlamındadır.

Yukarıda da işaret edildiği üzere, zor dönemlerde makro politikaları suçlu göstererek zararı kamu sektörüne yıkmaya çalışan bankalar, güzel günlerde ise izlenen makro politikaları görmezden gelerek ve başarıyı kendi politikalarına bağlayarak kârı hanelerine yazmaktadır. Sermayedarın destek sunmadığı bir kriz dönemi düşünülmemelidir. BDDK’nın son yıllarda sınırlı da olsa kâr payı dağıtımına izin vermesi bir hatadır. 2022 yılında elde edilen yüksek kârların sağlıklı ve sürdürülebilir olmadığı bilinmektedir.

Resmî olarak açıklanan %17 dolayındaki sermaye yeterlilik rasyosu ve %1,75 ile tarihin en düşük düzeyinde bulunan takipteki krediler rasyosu bankaların gelecekteki finansal görünümünü ilişkin doğru sinyaller üretmemektedir. Bu göstergelerle birlikte, faiz marjı ve karşılıklar sonrası net faiz geliri gibi kalemlerde de hızlı bozulmaların oluşması beklenmelidir. Bu nedenle kamuya açıklanan finansalların ve manşetlerin yarattığı izlenimin aksine bankalar sürekli bir tedirginlik içindedir.

Reel ekonomide sermayenin eridiği ve finansman sıkıntısının yaşandığı, yoksulluk ve bölüşüm krizinden geçildiği, üretimde daralmaya doğru yol alındığı, faiz riski ve sorunlu kredi riskinin keskin şekilde artacağının bilindiği bir ortamda bankacılılık sektörünün sağlıklı olduğu iddia edilemez. Zaten bu durum son derece yetersiz ve uluslararası standartların kendilerine yüklediği işlevi yerine getirmekten uzak bağımsız denetim raporlarının satır aralarından dahi görülebilmektedir. Sermayeleri aşınmış olan bankalar için sermaye çıkışı anlamına gelen kâr dağıtımı değil, sermaye artırımı gerekmektedir.

3) Kamusal teşviklerin yürütülmesine ilişkin kurum ve kurullara reel sektör temsilcilerinin atanması ve hâlihazırda Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından uygulanmakta olan Hamle programına benzer, ancak daha sade ve hızlı bir içerikte, bağımsız denetim/değerleme kuruluşlarınca derecelendirilecek sanayi kuruluşlarının prosedüre takılmadan vergi/yatırım indirimi, iş gücü ve Ar-Ge gibi destekleri doğrudan alması, ayrıca bu nitelikteki kuruluşlara verilecek (işletme sermayesi de dâhil) kredilerden bankaların elde ettikleri faiz gelirinin kurumlar vergisinden istisna tutulması, bu nedenle oluşacak kamusal yükün ithal tüketim ürünlerine getirilecek ilave vergilerden karşılanması önerisi de değerlendirilebilir.