Yahya Kemal’in tarifiyle Ankara’da dirilen Türk Devleti’ni ve bu şehrin adını Söğüt’ü andığı gibi seven, gerçekten bir avuç inanmış kişinin elinden çıkan Cumhuriyet’i öyle ezberden değil, varoluşumuzu şekillendiren bir bilinçle hatırda tutmamız gerekiyor. Mustafa Kemal Paşa’nın 22 Eylül 1923 tarihinde Wieber Neue Freie Presse muhabirine verdiği demeçte, adını ilk kez açıkça ve kamuoyu önünde zikrettiği Cumhuriyet; 29 Ekim 1923 tarihinde, ‘egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir’ temel kaidesiyle yola çıkar. Ve neredeyse 18. yüzyılda Lale Devri’yle başlayan II. Mahmud eliyle de istikameti çizilen/uygulanan raison d’etat, yani devlet aklı, muasırlaşma hikâyesini görünür yapar. Zaten günümüzdeki politik ayrışmaların kökenleri de bu saatten sonra işlemeye başlar. Çünkü geç modernleşmenin faturasını kimi rijit inkılapların kapanmayan hesabıyla hâlâ ödüyoruz. “Bu Anayasa İnsan Derisiyle Kaplanmıştır” Bizde işler neden böyle işliyor diye geçebilir aklınızdan. Sizle Tarık Zafer Tunaya’nın İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa kitabında bahsettiği şu anekdotu paylaşayım: “Paris’in şirin müzelerinden birinde, Karnavale’de, Fransız İhtilali’ne ilişkin eşyaları ve belgeleri seyrediyordum. Gözlerim salonun bir köşesine özenle yerleştirilmiş küçük bir kitaba takıldı: 1791 Anayasası, Fransa’nın ilk yazılı anayasası. Biraz daha dikkatle bakınca alt satırdaki şu müthiş cümle beni dondurdu: İnsan derisi ile kaplanmıştır. Bu küçücük, rengi sararmış kitap karşısında hürriyet savaşlarının derinliğini uzunluğunu, özgürlük denilen şeyin bedava olmadığını insan bir kere daha anlıyor.” Cumhur Cemiyeti mi?

Şimdi meselenin künhüne vakıf olanlar, millet hakimiyeti fikrinin temelini; kroniklere ‘Edirne Vakası’ diye geçmiş zamana kadar uzatabilir. Ama 1703 yılında, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ölümü, II. Mustafa’nın tahttan indirilmesi ve yerine III. Ahmed’in cülûsuyla sonuçlanan ayaklanmada, Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed tarafından dillendirilen ‘cumhur cemiyeti’ sözü, bir metot oyunculuğu kıvamında kalmış. İçten, duygusal, samimi, etkileyici ama devamlılığı olmayan bir deneme, belki bir test sürüşü bu.

Troçkist jargonla söylersem; geleneğimizde ‘sürekli devrim’in hüsnükabul görmediği herkesin malumu. (Buradaki ıstılahtan kasıt, memleketi baştan ayağa sosyalist teorilerle örmek değil, halkın zihnî bir teyakkuz durumundaki devinimine işaret etmek) Hâliyle evrensel standartlardaki ölçülerin herhangi bir gayret sarf edilmeden, gökten zembille inmesi beklenirse, o zaman Jön Türklerden tevarüs eden dozunda bir jakobenizmin de tepeden inmesine kimse alınmayacak, gücenmeyecek, kusura kalmayın.

“Kanser Hastasına Aspirin Verilmez”

Cepheyi genişletip, meseleye bu zaviyeden bakarsak; Cumhuriyet’i yaratanlar, bir imparatorluk kaybetmiş, hendesenin ebcedi yendiğini acı bir şekilde tecrübe etmiş, eskilerin söylediği gibi ‘akıl evvel, nakil müevvel’ sözünü düstur bellemiş ve çıkış yolunu çağdaşlaşmada görmüş insanlar.

Dolayısıyla Dücane Cündioğlu’nun da belirttiği gibi kanser hastasına aspirin verilmez. Kaldı ki sıhhati bozulan kimseyi ameliyat etmek şefkatsizliğin değil, tam tersine büyük bir ileri görüşlülüğün, gerçek bir esirgeme duygusunun mahsulü olsa gerek. Bakın yazar nasıl konuşuyor: “Tanzimat dönemlerini çok çalıştım ettim ama hep Batılılaşmada böyle bir hinlik, halının ayağımızdan kayması gibi bir takım ideolojik kaygılarla okuduğumuz için onları yorumlama kapasitemiz de yoktu ne yaş olarak ne ideolojik duruş olarak bunu yapabilecek konumda değildik… Mustafa Kemal, İslam dünyasında Türkiye’nin ayrıcalıklı olmasını sağlamıştır, çünkü uzağı görmüştür ve biraz neşteri acı vurmuştur.”

Türkiye, Bir Büyük Kasaba İrisi Evet Türkiye; 27 Mayıs 1960 Askerî Müdahalesi’ni saymazsak, İsmet Paşa’nın “En büyük yenilgim, en büyük zaferim” diye andığı 14 Mayıs 1950 tarihinden günümüze (Murat Belge’nin Medyascope’ta “Türkiye’de Sol Hareketin Durumu”nda söylediği gibi oy vermeye giden seçmen denen o esrarengiz kişinin ‘bunlar, bizden demesi’ önemli) sağın hakimiyetinde şekillenen hükümetlerle yönetiliyor. Ha bu arada ben halkın kimi klişelerden hâlâ kurtulmamış Türk solu eliyle tenvir edilmesi gerektiğine de inanmıyorum. Çünkü böylesi kalıplar, parlamenter sistemin, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir yerde havanda su dövmeye bile yaramaz.

Her bir yurttaş gerçekten Cumhuriyet iradesiyle idare edilmek istiyorsa, bunun yöntemlerini vicdan ibresi ve adalet terazisiyle bizzat kendisi bulacak. Yoksa eskiden ‘rakı bardakları’ şimdilerde ‘selam ve dua ile’ kadro bulanlarla, bir mezhebin ya da etnisitenin etrafında ayrılmaz bir biçimde yanlışlıkları muhafaza ve müdafaa edenler arasında, bir aşağı bir yukarı sallanacak yalnız ve güzel ülkemiz. Çünkü Türkiye, köyden kente göçün de sonucunda, bilmem ne kültürünü koruma, yayma ve yaşatma derneğine dönüşmüş bir kasaba irisi artık, üye olmayanın giremediği.

Atam: Cıvık ve Laubali Bir Hitap

Uzun bir cümle kuracağım: Kendi dünyalarında, pek muhtemel Amerikan bayraklı yatlarında ve dahi gayrimenkullerinin de sayesinde, (Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan/Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan

Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın) ülkedeki ekonomik sıkıntıyı hissetmeyen, bence taşradan geldikleri için sınıf atlama telaş ve gerginlikleri yüzlerinden okunan günümüz Mustafa Kemal’in Askerleri için Yakup Kadri, Atatürk monografisinde şu cümleleri kaydediyor: “… Fakat ne yazık ki birtakım acemi sanatkârlar O’nu resim olarak, heykel olarak kendi Büyük Adam anlayışlarına göre iddialı, kibirli bir Devlet Başkanı ya da sert, kesin bakışlı bir kumandan hâlinde şekilleştirmişlerdir. Bunların arkasından yahut önünden gelen kasideci şairlerimiz de O’nu ya Acem basması denilen destanlarda ya da eski minyatürlerdeki cengaverlere benzetmişlerdir. Hele bu şairlerin -kafiye düşürmek zoru ile mi nedir- Türkçenin kurallarını kırıp geçirircesine Atatürk adını ikiye bölüp ‘Atam, Atam!’ gibi cıvık bir hitaba çevirişleri Atatürk’ü hiç sevmediği bir laubalilik çevresi içinde kim olduğu bilinmez bir hâle getirmiştir.” Yılda Birkaç Defa Siyah Giyin, Talimli Adımlarla Anıtkabir’e Git

Karaosmanoğlu, biyografik tahlil denemesinde, bugünün koltuk sevdalısı parti genel başkanlarına da şu notu uzatıyor: “Son zamanlarda Atatürk siyasî partiler arasında çekiştirile çekiştirile lime lime olmuş bir bayrak hâline getirildi. Bu bayrağı artık bütünü göremeyeceği korkusu ile yüreğim titriyor. Lakin O’nu kimin eline teslim etmeli? Devletin eline mi? O vakit de öylesine resmîleşiyor, öylesine sıcaklığını, canlılığını kaybediyor ki bize önünde el pençe divan durup donmaktan başka yapacak şey kalmıyor. Yılda birkaç defa siyahlar giyinip talimli adımlarla Anıt-Kabir’e giriliyor; kabir taşının üstüne bir çelenk konuyor. Devlet ve hükümet adamları saf saf olup üç dakika saygı duruşunda bulunuyor ve bununla Atatürk’ü anma vazifemiz sona ermiş oluyor.”

Atatürk’ün Sevdiği Şarkılar, Spotify’da

Siz bakmayın Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında olduğumuza, birtakım numaradan nümayişlere falan. Çünkü ortada kurucu kadrolardan (babalardan?) bize intikal eden enikonu bir rejimle muhatap değiliz. Bugün paranteze alınmış ve hâlâ kapatılamayan bir halk idaresi fotoğrafının arabı var elimizde. Ve bu eski resmin altına da şu not düşülmüş sanki: Orda bir cumhuriyet var uzakta…

Evet 1923 Türk Devrimi’nin değerleri, kazanımları her geçen gün birer birer örselenip elden çıkarken, aman tadımız kaçmasın diyen burjuvazinin hazırlayıp, servis ettiği reklamlara bakarak içlenebilirsiniz ya da Atatürk’ün Sevdiği Şarkıları dinleyin hepsi Spotify’a yüklenmiş durumda. “Belleği Olmayan, Kendine Kâğıttan Bir Bellek Yapar” Öte taraftan memleketi kendi nakıs ve kompleksli dünya algılayışlarına göre dizayn edenlere de Gabrial Garica Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ında geçen ve olası yakın Türkiye tarihi kitabının epigrafı olacak şu tümceyi tekrar edeyim: “Belleği olmayan, kendine kâğıttan bir bellek yapar.”

Hadi uluslararası siyaset bilimcileri gibi konuşarak bitireyim yazıyı: Türkiye, ‘jeostratejik konumu gereği’ etrafında savaş kesitleriyle, trajedilerle ve neticesinde göçlerle her zaman muhatap oluyor. Bu sebepten her türlü menfi tabloya ve dahi bir yığın olumsuzluğu rağmen Yahya Kemal’in tarifiyle Ankara’da dirilen Türk Devleti’ni ve bu şehrin adını Söğüt’ü andığı gibi seven, gerçekten bir avuç inanmış kişinin elinden çıkan Cumhuriyet’i öyle ezberden değil, varoluşumuzu şekillendiren bir bilinçle hatırda tutmamız gerekiyor.

Modern ve Antik, Müşrik ve Mümin Netice-i kelam: İsmet Özel 1994 yılında, TRT ekranlarında MFÖ’nün hazırlayıp sunduğu Müzikli Hatıralar programına konuk olur. Şair, Kuşun Ölümü’nü okuduktan sonra Mazhar Alanson da Zor Zamanda Konuşmak’tan birkaç cümle okur. Bu içdökümü, ikinci yüzyılda nasıl yaşayacağımıza da karar vereceğimiz bir formül aslında:

“Türkiye’de birçok Türkiye var. Senin Türkiyenle benimki aynı ülke değil, çünkü senin bu ülkede değerli, korunmaya lâyık saydıklarını, ben zararlı ve değiştirilmesi gerekli görüyorum; benim vazgeçilmez kabul ettiğim birçok özelliği sen vazgeçilmezse mahvımıza sebep diye görüyorsun. Bütün bunlara rağmen ikimiz de ister istemez biliyoruz ki bu ülkedeyiz, hatta bu ülke olmaksızın biz olamayız. En azından şimdiki biz olamayız. Sonuç olarak denilebilir ki sevgi ve ümitten (bu iki duygu derin ve yüce anlamlarını kazanabilirse) bir yok-ülke özlemi türetmekten vazgeçip sevgi ve ümidin de içinde yer aldığı, ama içinde bütün insan duygularının kaçınılmaz olarak yer sahibi olduğu bir gerçek ülkede yaşamak mümkündür. Bu ülke bizim için Türkiye’dir. Modern ve antik, türbedar ve ikonoklast, Selçuklu ve Babai, mürted ve sadık, müşrik ve mümin, batılılaşmış ve doğulu kalmış, hayranlık verecek derecede güzel, tahammül edilmez ölçüde çirkin: Bizim. Ve gerçek.”

ü