Ne milliyetçilik kavramı “sağ” dediğimiz ideolojilerin tekelinde olabilir ne de parti isminde “Halk” kelimesi geçiyor diye CHP “sol”un kalesi imajına bürünebilir, bürünmemelidir. “İdeoloji” dediğimiz kavram bana kalırsa artık “köşeli” retoriğini bir kenara bırakmalıdır, ki artık çağımızda hiçbir sınır ideolojilerin arasındaki kadar muğlaklaşmamıştır.

“Neo” ön ekini kullanmayı çok sevdiğimizden mi yoksa çağımızda şahit olduğumuz durumlara gerçekten çok yakıştığından mı, bilemiyorum; fakat ilerleyen satırlarda tartışmaya -en azından- çabalayacağım konunun başlığını tam olarak karşıladığını düşünüyorum.

Malumunuz 14 Mayıs ve onu takip eden ikinci tur seçim süreci, 6’lı masa ittifakı, bizim, yani kendi adıma 80 kuşağının diyebilirim, ucundan kıyısından şahit olduğu; hiç olmadıysa bile annesinden babasından dinlediği o “sağ-sol” dönemi ayrışmasının ezberini bozan, “Bu ayrılıkçı dile bir son verelim.” nidaları ile temelleri atılan bir süreçti. Hepimiz Sayın Kılıçdaroğlu’nun “Demokrat Parti Genel Başkanı Sayın Gültekin Uysal’la da bu deliliğe bir son vereceğiz.” dediği konuşmayı çok net hatırlıyoruzdur. Aylar sonunda, millet ittifakının cumhurbaşkanı adayının kamuoyu ile paylaşıldığı kare de bu okuma tarzı ile çok manidardı, hatırlayınız: Saadet Partisi Genel Merkezi önünde, Atatürk posteri altında açıklanan bu adaylık belki de bu döneme kadar Türkiye siyasetinde sağ-sol koalisyonlarını, koalisyon denemelerini, niyetlerini ve benzerlerini uzak ara açıkta bırakacak şekilde kurgulanmış bir fotoğraf karesiydi. Bu zorunlu veya niyetli kaynaşmadan çoğu kesimin de memnun olduğunu gözlemlerimizden hatırlarız. Sanki bir asansörde sıkışıp kalmış ve birbirine değmemeye çalışıyormuş gibi hisseden bizler, aslında birbirimizin farklılarından hiç de o kadar rahatsız olmadığımızı, olanların da olmaması gerektiğini anladığı bir dönemdi kanımca. Herkesin seçim sonucunda 21 yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin toplumu ayrıştırıcı, bölücü dilinin sona ereceğini umarak, “kalpler” yaptığı bir süreç yaşadık, en azından 28 Mayıs akşamına kadar.

Size bu paragraftan itibaren, hayatın olağan akışına uyan şekilde: “Ama öyle olmadı ve iktidar, yönetimine devam ederek ayrılıkçı dilini daha da sertleştirdi.” diyerek LGBT Onur Yürüyüşünü, halkın iradesi ile milletvekili seçilmiş olmasına rağmen tutukluluk hali devam eden Can Atalay’ı, veya en önce akla geleni söylersek yıllardır süregelen ve bir iletişimci olarak dehşetle takip ettiğim havuz medyasını örnek göstermem gerekirdi fakat bunların hiçbirine gerek kalmadı.

Biz, siyasetin ama okullu ama alaylı; ama yöneten ama yönetilen kesimleri olarak seçim sonuçlarının ilan edilmeye başladığı andan bugüne değin dehşetle havuz medyasını değil, yanı başımızda hala ne olduğunu anlayamadığımız Cumhuriyet Halk Partisi’ni izliyoruz. Yıllardır ayrılıkçı dil, tek adam rejimi, sesimizi yönetenlere duyuramama, kadrolaşma, adam kayırma, cemaatçilik veya tepeden inme kararlar gibi yanlış bulduğumuz ve haklı olarak da yıllardır eleştirdiğimiz tavırların, CHP’ye çok da uzak söylemler olmadığı iddiaları ile karşı karşıya kaldığımız ve bunu hazmetmekte çok da zorlandığımız bir dönem yaşadık, yaşıyoruz.

CHP yönetiminin “sağa kaymak” ile suçlandığı veriler yalnızca vekil kontenjanı vermekle sınırlı değildir, şüphesiz. Sağa kaymakla suçlanmak ittifakın ikinci tur öncesi değiştirdiği seçim söylemi dilinden kaynaklanan bir durum olarak ortaya çıktı sanıyorum

Yine size bu paragraftan itibaren CHP içerisinde yanlış bulduğum, gördüğüm, birebir yaşadığım ve yaşayamadığım-ki bu daha kötü-, kulis bilgisi olarak duyduğum şeyler üzerinden bir serzenişte bulunmamı beklemeniz normal, fakat anlatmaya çalıştığım bu da değil. Bunu bir siyasal iletişimci olarak değil bir vatandaş olarak bir ağaç altında çayımızı içerken istişare etmek isterim. Bu yazının konusu en başta değindiğimiz şey: Neo-Sağ/Sol kavgası.

“Neo-Sağ/Sol kavgası” diye adlandırmaya çalıştığım kavram benim henüz literatürde rastlamadığım ve Türkiye’den başka bir ülkede de rastlayacağımızı düşünmediğim bir kavram. Bir siyasi partinin içerisinde ideolojik olarak sağa mı yoksa sola mı ait olduğunun tartışıldığı bir dönemden geçtiğimizi söylemek çok sert olmaz, sanıyorum. Birçoğumuz farkındayız ki CHP son dönemde “sağa kaymak” ile suçlanmakta. Bu suçlamayı cebimizde tutarak, “Sağ partilere şu kadar vekil verdi ama.” gibi sığ bir söylemi bertaraf edelim isterim çünkü bu yazının konusu bu da değil. Parti yönetiminin “sağa kaymak” ile suçlandığı veriler yalnızca vekil kontenjanı vermekle sınırlı değildir, şüphesiz. Siz bu satırları okurken içinizden bana, karşı argüman da geliştireceksiniz, haklısınız da. Sağa kaymakla suçlanmak ittifakın ikinci tur öncesi değiştirdiği seçim söylemi dilinden kaynaklanan bir durum olarak ortaya çıktı sanıyorum; en azından benim kamuoyu okumam bu şekilde gelişti. Seçim sonrası, Zafer Partisi kökeniyle bilinen İlef’li okuldaşım Sayın Gökşen Anıl Ulukuş’un Genel Başkan Danışmanı olarak atanıp atanmama sorunsalı günlerce, en azından benim gündemimi meşgul etti örneğin. Bu ve bunun gibi etkenler sebebiyle CHP seçmeninin kafasında oluşan soru işaretleri ve bu “sağa kayma” suçlamasının oluşması tamamen doğal görülmelidir fakat doğal kabul edilen bu suçlama haklı bir suçlama mıdır; ben özellikle bunu tartışmak isterdim. Çünkü sanıyorum ki CHP’nin farklı tabanlarda kendine karşılık bulamayışı tam da buradaki sorunun çıkış noktasına ulaşamamaktan kaynaklanıyor. Seçim sonucunu hiçbir şekilde etkilememiş olması da ayrıca tartışılır fakat, biz bu suçlamayı yaparken bir yerlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşundan önceki ve kuruluşuna giden dönemi göz ardı ediyoruz.

Osmanlı modernleşmesi üzerine yaptığımız okumalarda bu sorunun kaynağına aslında ulaşmış gibi hissederiz, çünkü özellikle 2. Mahmut Döneminden itibaren Osmanlı’daki yenilenme ve o “hasta adam” nekahat dönemini artık üzerinden atma isteğinin toplumda yavaş yavaş karşılık bulmaya başladığı dönem başlamaktadır. Genç Osmanlılar, Jön Türkler onları izleyen İttihat ve Terakki; sonrasında Kemalizm ideolojisi ile buna karşılık bu duruma mukavemet gösteren bir kesim olmasına rağmen yine de kurulmuş bir tek partili dönem karşımıza çıkmakta. Dönemi doğrusu veya yanlışları ile tartışmak niyetim ve haddim değil; ben yalnızca Cumhuriyet Halk Fırkasının kuruluşunda göz ardı edilen bir kavrama dikkat çekmek isterim, ki kendisi “Milliyetçilik”tir. “15 Teşrinievel* 1927” de yazılan parti Nizamnamesindeki ilk madde çok açıktır ki: “Cumhuriyet Halk Fırkası; cemiyetler kanununa tevfikan teşekkül etmiş Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi, Siyasi bir cemiyettir ve merkezi Ankara’dadır.” şeklinde cumhuriyetçi ve halkçı olma özelliğinin yanında milliyetçi olma özelliğini de taşıyan bu partinin Türkçülükle ilgili olumlu veya Türkiye’nin son yıllarda uyguladığı göçmen politikası ile ilgili olumsuz söylemleri üzerine “sağa kaymak” ile suçlanması abesle iştigaldir. Bu suçlamanın CHP içerisinden yapılıyor, yapılmadığı iddia ediliyorsa da en azından destekleniyor olması maalesef CHP’nin kendi içerisindeki mevcut üyelerinin parti geçmişi ile bir ilgilerinin olmadığını göstermektedir. Bu sebeple ne milliyetçilik kavramı “sağ” dediğimiz ideolojilerin tekelinde olabilir ne de parti isminde “Halk” kelimesi geçiyor diye CHP “sol”un kalesi imajına bürünebilir, bürünmemelidir. “İdeoloji” dediğimiz kavram bana kalırsa artık “köşeli” retoriğini bir kenara bırakmalıdır, ki artık çağımızda hiçbir sınır ideolojilerin arasındaki kadar muğlaklaşmamıştır.

Bu yazıya nereden geldim, Saygıdeğer Şerif Mardin’in: “En çok Cumhuriyet aydını olmaya çalıştığımız zamanlar halen ne kadar Osmanlı olduğumuz ortaya çıkıyor…”undan. Birbirimizi reddettikçe aslında ne kadar birbirimiz olduğumuzdan…