Siyasal muhalefet toplumsal muhalefetten doğar. Tarih boyunca bu gerçek değişmemiştir. Toplumdaki direnişin örgütlenmesi siyaseti meydana getirir. Siyaset sınıfsaldır. Son yılların büyük problemi siyaset-sınıf ilişkisinin soyutlanmasıdır. Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman muhalefetin muhalefetsizliğini yazdı   I

Bilenler matematik dünyasının çözülemeyen problemleri olduğunu bilir. Zaman zaman birisi çıkar onlardan birini uzun uğraşılardan sonra çözer. Goldbach hipotezi öyledir örneğin, çözülmemiştir. Amerikan üniversitelerinde mensuplarından hiçbir zorunlu iş beklemeyen kurumlar geniş ölçüde bu türden sorunlarla uğraşmak için kurulmuştur. Bahsettiğim problemleri de oralarda çalışan insanlar çözer. Nitekim Fermat’nın son teoremi Oxford profesörü Andrew Wiles bir ömür boyu uğraştıktan sonra halletti.

Çözülen bilhassa geometri sorularının altına Q.E.D. yazılır, Ankara Koleji’nde okurken problemi çözdüğümüz halde quad erat demonstrandum yazmadığımız için notumuzun kırıldığı çok olmuştur. Latince sözün anlamı gösterilmek istenen şey buydu, doğru Türkçesiyle bunu göstermek istemiştim olmalıdır. İngilizler malum şakacı halleriyle question easily done derlerdi, problem kolayca çözüldü. Latincesi değil ama bu hali çok hoşuma giderdi. Zaten sonradan da matematikle uğraşırken asıl cebir ve analiz severdim. Bu terim ise geometrinin alanındaydı. Hayatta gördüğüm en büyük hocalardan biri olan Peter Frazer’ın kulakları çınlasın, hayattaysa sağlık ve mutluluk dilerim. Yapısı, doğası gereği sosyal bilimler hiçbir problemi Q.E.D diye çözemez. Bazı kabullerden hareket eder ve bazı önermelerde bulunur. Sosyal bilimlerin alanı, yöntemsel açıdan hangi usulü tatbik edersek edelim bir münazara alanıdır. Bir de sosyal bilimler, özellikle de siyaset bilimi, gündelik hayatla içli dışlı olduğundan popüler kültürün ve söylemin müdahalesi o alandaki sorunları büsbütün karmaşık hale getirir. İşte şu meşhur ‘benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi’ problemi onlardan biridir. Geçerken belirteyim, bizde çok talihsiz şekilde karşılandı (bizde ne o talihsizliğe uğramıyor ki?...) ama soru gerçekten liberal teorinin en ciddi meselelerinden birine parmak basar. Doğrudur yanlıştır meselesini tartışmıyoruz, sorunun kendisinden söz ediyoruz. Bir de İngiltere üniversitelerindeki profesörlerin oylarının 1865-1950 arasında iki oy verdiğini anımsatayım, buna da plural voting dendiğini. Her şeyin bu derecede ‘gündelik’ olması gerekmez. Demokrasi teorisi açısından çok önemli temel kabullerden bazılarına cepheden saldıran, Nazi döneminin hukuk kuramcılarından Carl Schmitt bana göre temel önermesiyle ciddi bir problem tasarlıyordu. Parlamentonun önemi veya mevcudiyetinin gerekliliği hakkındaki düşünceleri kıyamet kopardı ama sonradan Belçika kökenli 1990’larda siyaset bilimi alanına önemli katkılarda bulunan, sol görüşlü ve gene sol dünyanın çok etkili düşünürlerinden müteveffa Ernesto Laclau’nun eşi Chantal Mouffe, günün birinde Schmitt’i raftan indirdi ve yepyeni önermeler türetti insanlar. Sorun ‘parlamentarizm’ ile ‘demokrasi’ arasındaki münasebetti. Schmitt’e göre parlamento rasyonel hakikati artık bulamaz konumdaydı ve demokrasi için zorunlu bir kurum olma kapasitesini yitirmişti. Mouffe ise demokrasinin temel değerlerinin özünde liberalizmin değerleri olduğunu söyler ve çoğulculuğu toplumun en önemli dinamiği kabul ederek, demokrasinin eşitlik ilkesiyle liberalizmin özgürlük ilkesinin çeliştiğini, Scmitt’ten kalkarak, benimser ama bunları bir sonul, öldürücü çatışma olarak görmediğini belirtir. Tersine mevcudiyetleri ve girdikleri çatışma Mouffe’un getirdiği ‘güreşmeci’ (agonistic) demokrasinin oluşması bakımından zaruridir. Maksadım o çatışmayı irdelemek değil, sosyal bilimlerin bu türden çözülmez problemlerle yüklü olduğunu vurgulamaktır. Esasen sosyal bilimlerin daha doğrusu felsefenin Platon’dan beri geliştirilmiş kavramlarının hiçbiri verilen cevaplarla tamamlanmamıştır. Her kavram yeni nesiller tarafından yeni tartışmaların odağıdır. Rawls’un Kant’a getirdiği yorum ve katkı, 20. Yüzyıl felsefesinin bu yöndeki kapasitesi bakımından da çok ciddi bir işarettir. Rawls geliştirdiği adalet kuramında doğru ile iyi arasındaki ilişkinin Kantçı ahlak anlayışının temelini oluşturduğunu ve oradan hareket ettiğini söyler. Doğru iyiyi önceler, adalet kuramında ise bu defa rasyonel olan ve rasyonellik onları ikame eder. Akla uygun olan yani mantıklı/ makul/reasonable olan nitemi gereği rasyonel/ussal/akılcı olanı önceler. Herkes rasyonel olarak kendi iyisini gerçekleştirince toplum da meydana gelecektir ama makul olan başkasının doğrusunu da kabul etme kapasitesidir. Aksi takdirde toplum uyumu sağlanamaz. Bu da Kant’taki ussal birlik (unity of reason) kavramından türemiş bir yorumdur. Maksadım Kant-Rawls ilişkisini irdelemek de değil. Yine sosyal bilimler dünyasının sorun çözme kapasitesi bakımından yaşadığı çetrefil ilişkileri göstermeye çalışıyorum. Bu durumu açıklayan yöntemsel bir kavram çiftine de sahibiz. Felsefeci Wilhelm Widenband da ideografik ve nomotetik kavramlarını geliştirirken yine Kant’tan yola çıkıyordu. Bilgibilim açısından baktığında felsefeci nomotetik diye nitelendirdiği bilginin genellemelere ve genel sonuçlar üretmeye açık olduğunu belirterek doğa bilimlerinin bu alanda yer aldığını vurguluyordu. ‘Nesnel’ yani ölçülebilir, sınanabilir ve genel sonuçlar üretmeye yatkın bilgi nomotetik olandır. Diğeri, ideografik olansa tekilleştirilmeye, biricikleştirilmeye yatkın bilginin alanıdır ve beşerî ve toplumsal bilimler bu kategoride yer alır. Öznel olan bu cephededir, yanı sıra olasılığa dayalı, görgül olan, kültürel olan ancak bu şekilde nitelendirilerek çözümlenir.
Veriyle ve matematikle kaçınılmaz ve tartışılmaz ilişkimizi kuralım ama teori dediğimiz şu büyülü ve insan zekasının en yüksek sonucu olan soyutlayıcı düşünceyi de yedeğimizde bulunduralım. Bir problemi çözmek her zaman mümkün olmayabilir ama onu vaz etmek ve onunla uğraşmak dünyalara değer.
Durum ortada. Bilhassa kültürel olanı ele almanın ne kertede zor olduğu toplumsal antropolojiyle uğraşanlar bilir. Ancak bazı tasniflerle (Kelimeler ve Şeyler (İngilizcedeki adı Şeylerin Düzeni/The Order of Things) adlı yapıtında modernliği bir tasnif meselesi olarak gören ve eleştiren Foucault’nun toprağı bol olsun) o alandaki bilgi nitelendirilebilir. Sosyal bilimlerle onun içinde yer alan siyaset bilimi de bu yapısal özelliklere dayanır. Tartışmaların neden bitmediği verdiğim ideografik yani özgüllük, tekillik ekseninde çok iyi anlaşılır. Oxford Üniversitesi hocası Edward Augustus Freeman, ‘tarih geçmiş siyasettir, siyaset tarihi temsil eder’ diyerek siyasetin bilime dönüştürülmesinin ‘babası’ olmuşsa ve sene 1883’se de işin bir ‘uygulamalı bilim’ haline gelmesi 1920’leri bulur, banisi de Amerikan üniversiteleridir. Sonrası çığ gibi gelir. Bilhassa niceliksel (quantitative) çalışanlar bu alanı sayılarla, matematik ve istatistik ‘stokastik’ yöntemlerle buluştururlar. Matematik (yine Foucault’dan öğrendiğimiz kavramla ‘mathesis’ yani bilim veya öğrenme, sözcüğün kökeni ‘mathema’ bilim, bilgi, öğrenme, kavrama) işin içine girince bir şey ansızın ölçülebilir ve deneylenebilir, dolayısıyla da sabitlenir, genel çıkarımlara, sonuçlara bağlanır zannedilir. O alandaki büyük literatürü yok sayacak halde değiliz ama bu yaklaşımın ve kavrayışın son derecede sınırlı olduğunu da belirtelim. Siyaset bilimi şimdi ‘computational sciences’ yani hesaplamlı yöntemlerle, büyük veri analiziyle, veri madenciliğiyle bambaşka bir yere gidiyor ve çalışmaları hayranlıkla izliyoruz ama tüm olup bitenler bana başka bir şey düşündürüyor, biraz tehlikeli bir şey. Hesaplamalı toplumsal bilimler alanındaki gelişmeleri yakından izliyorum ve zaman geçirmeden tüm üniversitelerin bu alanı müfredatlarına katması gerektiğini düşünüyorum. Yapılan çalışmaları izlediğimde ortaya, özellikle büyük veri analiziyle birlikte, garip bir sonuç çıkıyor: insan davranışı ve soyut akıl yürütmeye dayalı tepkisi bu derecede kategorik olabilir mi? Amerikan reklamcılığı psikologlarla ve psikoloji laboratuvarlarıyla birleşerek 1950’lerden itibaren dünyayı bir tüketim toplumuna dönüştürmeyi başardı. Bugün reklamların esiri durumundayız. Reklamcıların ve psikologların müşterek çalışması elbette siyasal alanda da kullanılıyor ve aynı ölçüde etkili olması bekleniyor. Eğer büyük veri analizi bize siyasal konularda insanların temel davranışlarını daha ileri bir boyutta tespit ederse hiç şüpheniz olmasın ki, siyaset bu bilgiyi çok çeşitli manipülasyonlar için kullanacaktır. 1930’ların ‘eugenics’ soybilim çalışmalarının meseleleri nereye getirdiğini bildiğimize göre buradan çıkarılacak, maksat edilenleri kestirmemiz de mümkün. Öyleyse, veriyle ve matematikle kaçınılmaz ve tartışılmaz ilişkimizi kuralım ama teori dediğimiz şu büyülü ve insan zekasının en yüksek sonucu olan soyutlayıcı düşünceyi de yedeğimizde bulunduralım. Bir problemi çözmek her zaman mümkün olmayabilir ama onu vaz etmek ve onunla uğraşmak dünyalara değer.  
Muhalefet yoksa demokrasi teşekkül edemez, yoktur. Gerisi, demokrasinin bazı şekil şartlarının, göstermelik olarak yerine getirilmesidir. Çünkü, tanımı, yapısı, doğası gereğince eğer ciddi bir muhalefet varsa parlamento kendiliğinden oluşur
  II Bunca sözden sonra Türkiye’yi ilgilendiren çok ciddi ve siyaset bilimi açısından çok önemli bir problem ortaya atacağım. Demokrasi parlamentoyla, siyasal partilerle kaimdir deniyor. Öteden beri bu unsurlara bir başka ve çok önemli unsur ekleyerek demokrasi tanımı yapmışımdır: demokrasi muhalefetle mümkündür. Siyasal partiler de parlamento da her rejimde bulunabilir ama gerçek, işleyen, işlev sahibi, özgür muhalefet sadece demokrasilerde mevcuttur. Tersinden söyleyelim: muhalefet yoksa demokrasi teşekkül edemez, yoktur. Gerisi, demokrasinin bazı şekil şartlarının, göstermelik olarak yerine getirilmesidir. Çünkü, tanımı, yapısı, doğası gereğince eğer ciddi bir muhalefet varsa parlamento kendiliğinden oluşur. Parlamento oturulup konuşulan yer demektir, muhalefetle iktidarın oturup konuştuğu yer, onun da mutlaka bir binayla simgelenmesi gerekmez, açık alan, agora, bouleterion gayrı-resmi ve resmi parlamentodur. Her yer parlamentodur, yeter ki söz olsun. Parlamento sözcüğünün kökeni olan parley söz demektir ve siyasetin ontolojik elemanıdır. (O ‘parley’ sözcüğünün kökeni de Hint-Avrupa kökenli ‘gwele’ sözcüğüdür. Dileyenler o sözcüğü ve oradan türemiş diğer sözcükleri araştırabilir. Akıl almaz bir ‘parabol’ün içine düşer insan ki, ‘gwele’ tıpkı parley ve parlamento gibi parabol sözcüğünün de kökenidir. Dil zekanın etimoloji de dilin en büyük sırrıdır.)

Peki, bu tayin edici güce sahip muhalefet bir toplumda olmazsa ne olur? Yukarıdaki tanıma bakıp, demokrasi olmaz, otoriter bir rejim söz konusudur demek, ancak Lapalissade gerçeğidir: güneş doğudan doğar demek de bir gerçeğe işaret eder ama anlamsızdır. Aynı şekilde, bir başka Lapalissade gerçeği olarak ikinci bir cevabı dile getireyim: muhalefet olmazsa parlamento olmaz demek de değersiz bir önermede bulunmaktır. Bunlar biliniyor. Daha ötedeki bir çıkmazı, kısıtlamayı bulmamız gerekir.

28 Mayıs sonrasında dağılan muhalefet bana bu problemi kurdurdu. Hemen, 28 Mayıs öncesinde bir muhalefet var mıydı diye sorulabilir ve o soru da çok geçerli, çok meşru bir sorudur, bizi ‘muhalefet nedir’ sorusuna götürür. Oradan başlayayım.

Buradan devam edersem başkanlık sistemlerinin hâkim yönetim modeli haline gelmesi muhalefetin zafiyetini hazırlayan asal nedendir denebilir mi? Peki ya tersi doğruysa? Yani, muhalefet yeteri kadar güçlü olmadığı için demokrasiler hızla ve birbiri ardınca başkanlık rejimlerine sürükleniyor olamaz mı?
  III Demokrasilerde, özellikle de Batı demokrasilerinde muhalefet konusunu sistematik biçimde ilk kez 1966’da ele alan (Political Oppositions in Western Democracies) Robert Dahl’ın görüşlerini dayandırdığı tek bir kavramdan söz edilebilir. Siyasal iktidara karşı örgütlü hareket ve bilhassa bu hareketin parlamentodaki mevcudiyeti demokrasinin temel koşuludur. Muhalefetli demokrasi, Dahl’a göre poliarkik (polyarchy) bir yapı, ancak bu şekilde kurulabilir. (Dahl, poliarki kavramını ayrıca bir kitapta ele almıştı: Polyarchies: Participation and Opposition.) Demokrasinin kabul edilen tanımı da odur: tek, tekil güç odağının bulunmadığı, gücün çoğul, çoklu biçimde dağıldığı bir yapı. Dahl’ın görüşleri çığır açtı, onu özellikle Ionescu ve Madariaga izledi (Opposition-Past and Present of a Political Institution) ve muhalefet konusu daha sonraki dönemlerde hızla gelişti. Bugün de muhalefet özellikle bahsettiğim erken dönemli görüşlerin ardından mukayeseli siyaset biliminin ana konusu. Nasıl etmesin, 21. Yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken bana göre demokrasiler bakımından dehşet verici bir gelişme (daha doğrusu gerileme) yaşandı ve bu yönetim modeli, çoğulculuğu hızla tüketerek başkanlık yönetimleriyle iç içe geçti, şimdi literatürde başkanlaşma (presidentialization) deniyor. Başkanlık yönetimlerinin bunca etkinlik kazanmasının nedenlerini ölen demokrasi ya da demokrasilerin ölümü kavramında aramak gerekir. Gerçekten de işlerin geldiği nokta, nedenleri, gerekçeleri ve koşullarıyla hayret vericidir ama meselelere bizdeki gibi bakkal defteri ve mahalle kahvesi yaklaşımıyla bakmayan toplumlarda üstünde en çok düşünülen konulardan biridir. Biz o planda tam bir çaresizlik yaşıyoruz. Demokrasinin gerileme ve zafiyetinden yakınıyor ama hazırlayıcı faktörler üstünde düşünmüyoruz. Oysa başkanlık yönetiminin en kapsamlı şekilde yaşandığı ülkelerden biriyiz.

Buradan devam edersem başkanlık sistemlerinin hâkim yönetim modeli haline gelmesi muhalefetin zafiyetini hazırlayan asal nedendir denebilir mi? Peki ya tersi doğruysa? Yani, muhalefet yeteri kadar güçlü olmadığı için demokrasiler hızla ve birbiri ardınca başkanlık rejimlerine sürükleniyor olamaz mı? Ve üçüncü koşul, bazen toplumlar toplumsal muhalefet ve ‘huzursuzluktan’ yorulup daha merkeziyetçi sistemleri benimseyebilir. 1979’da başlayan büyük Yeni Sağ ve neo-liberal ekonomi modelinin bunca ağır basıp neredeyse 45 yıldır dünyadaki gücünü sürdürmesi tam da böyle bir durumun sonucudur. Ama unutmamak gerekir ki, başkanlık sistemlerine hız ve güç kazandıran da o Yeni Sağ ve neo-liberal açılımlardır.

Muhalefet yetersizliğinin başkanlık sistemlerine güç kazandırdığı ve onları yerleştirdiği görüşünü benimsediğimi belirteyim.

Aslına bakılırsa ve doğrusu söylemek gerekirse şu üçüncü koşul neden muhalefetin demokrasilerde güç yitirdiğini ve gerilediğini anlamak bakımından hayli önemli imkanlar sunuyor. Siyasal pratik olarak bu saptama doğrudur ve doğruluğu su götürmez. Özellikle Türkiye bakımından bu olgunun ayrı bir önemi var. Türkiye 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte o ekseni meydana getirdi ve 1982 anayasasıyla da merkeziyetçi, otokratik bir yönetimi sürekli olarak kendisini geliştiren ve yenileyen sağ iktidarlarla pekiştirdi. Spekülatif olmakla birlikte söyleyeyim, eğer 1990’lı yılların başında 1982 anayasasını daha demokratik bir çizgiye taşımayı öngören dalga yeterince güçlenebilseydi bugün muhtemelen farklı bir yerde olacaktık. İddiamın nedeni belli: 1982 anayasası apolitik toplumsal örgütlenmeyi öngörüyor, toplumunun depolitizasyonunu sağlamaya çalışıyor, bu maksatla siyaseti, hem de anayasal olarak, işçiye, memura, hocası ve öğrencileriyle birlikte üniversiteye kapatıyordu. Anayasanın bütün ruhunu ‘yüce’ (Türk milleti), kutsal (Türk devleti) gibi kesinkes sağ kavramlar hazırlıyordu. 1930’ların devlet modeline dönmek anayasanın gözettiği ana ilkeydi.

Sorduğum sorulara dönersem muhalefet yetersizliğinin başkanlık sistemlerine güç kazandırdığı ve onları yerleştirdiği görüşünü benimsediğimi belirteyim. Buna bağlı olarak çok daha önemli bir noktayı ele alayım. Az önce işaret ettiğim üzere, muhalefet kavramı bugünün dünyasında değişmiştir. Literatürün dikkat çektiği üzere muhalefet sadece parlamentoyla bağlı düşünülmemelidir, o eski anlayıştır. Bugünün muhalefeti iki kişinin bir araya geldiği hatta tek bir kişinin bile yönetimle ilgili eleştirel düşüncesinin başladığı noktada oluşur. Muhalefetin örgütlenmesi bu bakımdan önemlidir, çünkü örgütlenme sistemik (‘sistematik’ değil) güç odağı meydana getirir.

Toplumsal muhalefet özünde sivil toplumdur. Kendi kendisine bir araya gelen, gevşek ve yatay, hiyerarşi dışı örgütlenme anlayışına sahip, gücünü elindeki soruna ürettiği çözüm önerisinden ve talebinin haklılığından alan bu muhalefet tüm toplumu yatay kesen bir niteliğe sahiptir. Önceden tanımlanmış bir yönetim ve lider anlayışına yaslanmaz. Bununla birlikte siyasetin toplumu yönlendiren ve dönüştüren ana güç olduğu kabul edilirse, bu muhalefetin sürekliliği de kendisini politik olarak tarif edebilmesinde ve kuvvetlendirebilmesindedir. Sivil toplum, bilinçli yurttaşlık, toplum bireyleri ve odakları, çıkar grupları arasındaki iletişimin gücü oranında böyle bir muhalefet güçlü olacaktır. Atomistik ve kendisini izole etmiş bireyin hâkim olduğu bir toplum anlayışı muhalefet üretemez.

Ontolojik yapısı gereği muhalefetin sağdan olması mümkün değildir. ‘Sağ muhalefet’ olmaz demiyorum, sağ siyaset varsa sağ muhalefet de olacaktır ama sağ partiler yapıları ve ideolojileri gereği belli hiyerarşilerin dışına çıkamaz ki, bir sağ kavram olan muhafazakârlığın siyaseten tanım özelliklerinden biri budur, hiyerarşilere saygılı olmak. Sol ise eleştirel, sorgulamacı, değiştirme iradesine sahip ve sürekli olarak böylesi bir talep içinde bulunan siyasal harekettir.

Türkiye’nin son otuz yılını siyaseten belirleyen böyle bir kuvvetin yok sayılması ve sosyolojik temellerinin görülmemesi içler acısı bir durumdur. Özdeşleşmeden ve onaydan değil, analizden ve değerlendirmeden söz ediyoruz. Siyaseten karşı olmak gerçeğin reddini gerektirmez.

ü

IV

Çizdiğim çerçevenin tümünü alıp Türkiye’ye uyarlayalım ve sorup bıraktığım iki soruya dönelim: muhalefetsiz toplum ve siyaset ne demektir ve 14-28 Mayıs öncesi Türkiye’deki muhalefet gerçekten muhalif miydi?

İkinci sorundan başlarsam cevabım hayırdır. Bırakalım 28 Mayıs’tan sonra geçen günlerde ‘muhalefetin’ yani Altılı Masa elemanlarının teker teker ortaya çıkıp o blokla ilgili şikâyet ve tek kelimeyle ikiyüzlülük hatta onursuzluk kabul edilecek açıklamalarını, oluşumun kendisi ciddi sorunlar içeriyordu. Yapısal bir muhalefet kanadı teşekkül etmemişti. Nedeni çok açık, CHP bir kenara bırakılırsa geriye kalan partilerin tamamı sağ partilerdi, üçü de siyasal İslam kökenliydi. Siyasal İslam Türkiye’de dönüştürücü momentumunu yitireli epey oluyor. Uzun bir süre hatta bugün de maalesef sol çevrelerin bir türlü görmek istemediği o dönüşüm biraz da altyapıya ait ihtiyaçların giderilmesinden ötürü gerilemiş durumda. Türkiye’nin son otuz yılını siyaseten belirleyen böyle bir kuvvetin yok sayılması ve sosyolojik temellerinin görülmemesi içler acısı bir durumdur. Özdeşleşmeden ve onaydan değil, analizden ve değerlendirmeden söz ediyoruz. Siyaseten karşı olmak gerçeğin reddini gerektirmez.

İkincisi, masayı hazırlayan partiler elbette sağ siyaset yapıyordu. CHP’nin onlarla kurduğu ilişki başlı başına ve başka bir konudur. Doğrusu da yanlışı da vardır. Ortak kabuller etrafında bir araya gelmek özgül koşullarda ve birleştirici siyasal hareketin (bu durumda CHP’nin) ön aldığı temel kabuller bakımından önemlidir. CHP’nin kendi yanlışlarını gidermesi söz konusuysa, o yakınlaşma anlamlıdır ama öyle bir girişim de teslimiyet anlamı taşımak zorunda değil. Oysa, yaşanan büyük ölçüde buydu. Masanın ana motifi ve güdüsü Erdoğan karşıtlığıydı, yayınlanan programda dahi sistemin radikal biçimde dönüştürülmesinden söz edilmiyordu, o kadar edilmiyordu ki, bugün öyle bir metnin varlığı dahi hatırlanmıyor. Metin merkez sağ bir restorasyon projesiydi.

Üçüncü ana mesele muhalefetin dayanaklarıydı. Muhalefet çok net şekilde Türkiye’deki siyasal ortamın hayati derecede önemli iki kurucu ve taşıyıcı ögesini yani Kürtleri ve Alevileri dışlıyordu. CHP’ye dönük ‘Alevi partisi oldu’ iddiası açısından söylediğim yanlış gibi görünse de hayır değildir. Bu platformda yayınladığım yazılarda Alevilerin siyasallaştırılmasının son derecede hassas bir konu olduğunu belirttim. O kesim büyük ölçüde kurucu devlet nizamını da ideolojisini de benimsemiştir. Buna rağmen toplum düzeyinde dışlanmıştır. Bu durumda kalan bir toplum odağı ya sisteme radikal biçimde muhalefet eder ya da onunla uzlaşarak sisteme yerleşmeye ve ondan pay almaya çalışır. Türkiye’deki Alevi hareketinin sert çekirdekli bir muhalefet olduğu söylenemez. Öyle olmadığı gibi, masa, bu kesimin gene sessiz kalmasını ve derinden gitmesini istemiş ve beklemiş, CHP da bu yönde sesini çıkarıp ek bir talepte bulunmamış, ek bir siyaset geliştirmemiştir.

ü

Kürtler meselesini ise hiç açmamak gerekir, nelerin nasıl cereyan ettiği sadece hatıralarda ve o gün masanın üstünde değil fiilen bugün de karşımızdadır. Sol ve Kürt ittifakıyla kurulmayan ilişki, onu yok sayma masanın muhalif değil en fazlasından mevcut yönetime kendi çıkarları bakımından muarız olduğunu ortaya koyuyordu. Oysa Kürtler mevcut toplum düzeninin çok çeşitli nedenlerle belkemiğini oluşturuyor. Ancak onların katılımları ve demokratik hak talepleriyle gerçek bir toplum ve siyaset muhalefeti başarılabilir. Alevilerin tabiri caizse muhalif olarak ‘eğitilmeleri’ni de yine öncelikle Kürtler sağlamalıdır. Aksi takdirde Türkiye sınırlarını çizdiğim siyasal muhalefete geçmez, öylesi bir muhalefetten Türkiye’de söz açılamaz.
Siyasal dönüşüm öncelikle sosyolojiyle iç içe geçmek zorundadır. Olmazsa olmaz. Söz konusu çevrenin bir dönem sahip olduğu itici gücü bugün yitirdiği, kendi konformizmini yarattığı ve nihayet iktidarla bütünleştiği kesindir. Daha fazla muhalif olması söz konusu değildir
  V Son bir vurgulama: Türkiye’de sivil toplum yoktur. Çok iddialı görünse de gerçek ne yazık ki, budur. Sivil toplumun eksikliğini sayısız faktörle kanıtlamak mümkündür. Her şeyden önce özerk, bağımsız toplumsal iç örgütlenmelerde etkili olacak çıkar grupları mevcut değildir. Cumhuriyet döneminde ağırlık kazanan devlet anlayışı öylesi bir gelişmenin önünü şiddetle kapatmıştır. Korporatist model, ‘imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ olarak tanımlanan toplum, tekil toplum odaklarının kendilerini kendi çıkarları etrafında tanımlamasını imkansızlaştırmıştır. Her şey bir yana vergi mükellefi sayısıyla seçmen sayısı arasındaki ilişkisizlik dahi çok şeyi açıklamaya yeter. Kırsal alan nüfusunun düne kadarki miktarı başka bir hadisedir. İşçi-sendika ilişkisine bakmak iç karatır. Bu şartlarda toplumsal muhalefet üretecek bir sivil toplumdan söz etmek nasıl mümkün olacak? Şunu da belirteyim ki, sivil toplumun teşekkülü önemli ölçüde siyasallaşmasıyla kaimdir. Siyasal olmayan sivil toplum Fabiancı sosyalizme benzer pasif bir pozisyon tarifidir. Oysa kadın hareketi, çevre bilinci, cinsiyet eşitliği, cinsel hak arayışı, tüm özgürlük talepleri o pasifizasyonu aktifleştirmek için değerlendirilmesi gereken odaklardır. Sivil toplum-siyaset ilişkisi irdelenirken toplumsal katılım üstünde durulması gereken bir başka unsurdur. Son otuz yıldaki toplumsal-siyasal mobilizasyonun, zamanında tam bir körlük ve zihin blokajıyla anlamı yerli yerine oturtulmayan, başörtüsü tartışmalarından başlayarak, yerel yönetimler etrafında biçimlenen İslamcı hareket tarafından sağlandığını hatırlamak gerekir. Yaşamsal ölçüde önemli bir gerçekten söz ediyoruz. Kırsal alan nüfusunun kente transferi, kent çevresinde yer alan ilçelere yerleştirilmesi, rant ve kendisine özgü dağıtım ekonomileriyle desteklenmesi, toplu konut sisteminin katkısıyla o kesime yoksulluğunun unutturulması ve gelecek hayalinin kurdurulması, cemaatçı (communitarian) yaklaşımlarla ortak duyarlılıkların ve davranış kiplerinin yaratılması, başörtülü kadınların tam da başörtülerinin sağladığı olanaklarla topluma katılması, onun verdiği özgüvenle kent çevresiyle kent merkezi arasındaki ilişkiyi ters-yüz etmesi, popülist politikalarla ve onun kurucu elemanı popülist/hamasi söylemle gururlarının okşanması, son otuz yılın Türkiye’sindeki muhalefet dönüşümünü önümüze koyuyor.

Siyasal dönüşüm öncelikle sosyolojiyle iç içe geçmek zorundadır. Olmazsa olmaz. Söz konusu çevrenin bir dönem sahip olduğu itici gücü bugün yitirdiği, kendi konformizmini yarattığı ve nihayet iktidarla bütünleştiği kesindir. Daha fazla muhalif olması söz konusu değildir. Ekonomik konjonktürün bu kesimde şimdi önceki dönemlere oranla çok daha etkili olması da sarsılan konformizmle ilgilidir. Oysa masa bu gerçeklerin tamamen dışındaydı ve belirttiğim tek bir koşulun ötesinde neye muhalif olması gerektiğini bilmiyordu.

Oysa muhalefet öncelikle yetersiz demokrasiyle ilgilidir. Türkiye’deki sorun da budur. Fakat niteliklerini saydığım çevrenin bahsettiğim demokratik taleplerde bulunması beklenemez. CHP’nin oynaması gereken rol buydu, o rolü de CHP ancak Kürtlere, Alevilere, diğer talep odaklarına dayanarak oynayabilirdi. Başka şeyleri tercih etti. Hele 14 Mayıs’tan sonra geçen 14 gün akıl almaz bir dönemdir, Kılıçdaroğlu demokratik muhalefet bir yana ‘asma-kesme’ söylemine sürüklenecek ölçüde hazinleşmiştir. Sonuçlarını şimdi sadece CHP değil tüm Türkiye yaşıyor.

CHP’nin sadece kendi içine dönmesi özünde depolitizasyonun ve gerçek muhalefetten kaçınmasının, yukarıda belirttiğim eksiklerle yaralı olduğu için istese de muhalefet yapamamasının bir başka yansımasıdır.
  VI

Yeniden zor siyaset bilimi sorusuna gelelim: muhalefetin olmadığı bir toplumda ve siyaset ortamında ne olur, öylesi bir ortam oluşabilir mi?

Cevabı vermiş bulunuyorum. Robert Dahl ve kuşağı olsaydı, dediğim gibi, malum cevaplarını verecek, o rejimin tek güç odaklı (monoarchic) olduğunu söyleyeceklerdi. Tabii ki doğrudur. Ama bugünkü durum o değerlendirmeyi aşmasa bile yeni bir çözümlemeye zorluyor. Dünyada da muhalefet geriliyor ki, bu durumda başkanlaşmayı nasıl açıklayacağız? Muhalefet bugün tüm dünyada sorun odakları etrafında toplanmış ve siyasallaşmaktan kaçınan çevre ve grupları işaret ediyor. Dünyada, demokrasilerde çok ciddi apolitazsyonla sonuçlanan sistemli bir depolitiazsyon mevcuttur. Demokrasiler artık çoklu-güç-odağı olarak tarif edilmiyor. ‘İdeolojiler öldü’ söyleminin uzun sonucu budur: siyasetin uzun ölümü. Başkanlaşma sağlaşmadır. Çoğulculuğun her mevzi kaybı, tekilleşmeye yönelik her kazanım sağın zaferdir. Ortalama, ortak paydalar temelinde yapılan siyaset de aynı kapıya çıkar, yollar da Roma da yerinde duruyor. Kısacası eğer muhalefetsiz bir toplumdan söz ediyorsak bir toplumu apatik konuma gelmiş demektir, hareketsiz, kımıltısız toplum. Onun nedeni de apolitik toplumdur. İnsanlar apolitikse, toplum depolitizasyona uğramışsa muhalefet yoktur. Var görünse ve parlamentoda ve siyasal yaşamda öyle tanınsa da o muhalefet değildir, muarızdır. Muhalefet çok daha kapsamlı, ayrıntılı ve karmaşık bir kavramdır. Başkanlık bu aşamadan sonra gelir. Muhalefetin nominal mevcudiyetine rağmen reel eksikliği başkanlık sistemlerinin en önemli kolaylaştırıcısıdır.

CHP’deki değişim arayışı falan doğrudur ve önemlidir ama önce bu gerçeğin görülmesi ve teslim edilmesi, değişimin de muhalefet üretecek bir toplum anlayışı içinde cereyan etmesi gerekir. Dijital çağda kendiliğinden olmayacak, çok ciddi emek isteyen demokrasi, öncelikle bu anlayışın rüzgarını bekliyor. CHP’nin sadece kendi içine dönmesi özünde depolitizasyonun ve gerçek muhalefetten kaçınmasının, yukarıda belirttiğim eksiklerle yaralı olduğu için istese de muhalefet yapamamasının bir başka yansımasıdır.

Son olarak belirteyim: siyasal muhalefet toplumsal muhalefetten doğar. Tarih boyunca bu gerçek değişmemiştir. Toplumdaki direnişin örgütlenmesi siyaseti meydana getirir. Siyaset sınıfsaldır. Toplum direnişinin sınıf boyutunu idrak edip onu örgütleyen siyaset tarihsel düzeyde güçlüdür. Son yılların büyük problemi siyaset-sınıf ilişkisinin soyutlanmasıdır, böyle bir ilişkiden kaçınılması, böyle bir beraberliğin yok sayılmasıdır. Buna rağmen çeşitli nedenlerle toplum direnmektedir. Fakat direniş siyaset tarafından sınıfsallaştırılmadığı için sadece o sorunla sınırlı kalmakta, siyasallaşamamaktadır. Siyasal partilerin, muhalefetin hatta demokrasinin son dönemdeki güç ve işlev kaybının nedeni budur. Daha da ileri gidip muhalefeti, gerçek anlamdaki siyasal muhalefeti yarattıkları boşluk nedeniyle bizzat muhalefet boğmaktadır. Sınıfsal muhalefet yapısaldır. O türden bir gerçekliği kavramayan muhalefet biçimsel kalmaya ve iktidar tarafından boğulmaya muhtaçtır.

Bu dersi bize 28 Mayıs sonrası öğretti.

ü

ü