Kadınların nasıl giyineceği, çalışıp çalışmayacağı, kaç çocuk doğuracağı, kürtaj ve sezaryen konuları, iffeti, namusu, kısacası başkalarını ilgilendirmeyen her ne varsa AKP iktidarında siyasi söylemlere konu olmuştur. 

Bir umutsuzluk sarıyor bazen, baktığım her bir yanı. Boşluğa, hiçliğe ya da asla değişmeyecek olan bir düzene seslenir gibi hissediyorum kendimi. Her şey ama her şey kanıksanmış, normalleşmiş ve yaşandığının bile farkındalığı kaybolmuş bir hâldeyken, neyin derdi ve çabası bu diyorum, kendime ve bu dertle dertlenenlere… Öyle zamanlar oluyor ki hakları gasp edilmiş ve bundan dolayı haklarını savunduğunuz kişilere bile anlamsız geliyor çabanız. ‘’Böyle gelmiş, böyle gider’’ anlayışının verdiği pes ediş mi, öğrenilmiş çaresizlik mi dersiniz bilemiyorum ama asla anlaşılmadığınız ve hatta suçlandığınız yoğun bir kalabalık söz konusu. Bir de şöyle soranlar var:

‘‘ Başına bir şey mi geldi, ondan mı bu konulara olan hassasiyetin? ’’ Öyle ya, başına aynı şeyin gelmiş olması gerekir, diğerinin ne yaşadığını anlamak için. Duyarsızlık ve bencillik üzerine kurduğumuz dünyalarımızda, bir başkasının derdiyle dertlenmek elbette abesle iştigaldi. Daha acı olan ise, bu soruyu soranların bile aslında aynı döngünün içinde, kendi başlarına da aynı şeylerin geldiğinden habersiz bunu sormalarıydı. Duyarsız, bencil ve uyuşturulmuş dünyalarımızda, ağlanacak halimize gülerek, yaşıyorduk işte mutlu mesut.

Peki gerçekten mutlu muyduk? Biz kadınlar, başkalarının belirlediği sınırlar içinde yaşarken, ideal olan kadın imgesinin gerekliliklerine uymaya çalışırken, sürekli ve sürekli birilerinin hayatımız hakkında söz sahibi olmasını seyrederken, gerçekten mutlu muyduk? Üstelik bunlar sadece iyi hâlde yaşayacaklarımız iken, bir de bunların çok daha vahim olanları yaşanıyor ki, adına zaten yaşamak denilemez.

Daha da ötesi, en temel insani hak olan yaşam hakkınız bir cani tarafından elinizden alınabiliyor ve yargı kararlarında etkili olan erkeklik imtiyazı her defasında bu cinayetlere bir gerekçe bulabiliyor. Cinsel ilişkiyi reddetmek öldürme gerekçesi sayılabiliyor, namus cinayeti, ağır tahrik gibi nedenler vahşice işlenen cinayetler de bile ceza indirimleriyle karşılık bulabiliyor.

Tüm bunlar yaşanırken, kadınlar sessiz çığlıklarla çaresizlik içinde çırpınırken, başınıza gelmemiş olması nedeniyle kayıtsız kalabilmek elbette mümkün olamaz. Kimse gerçekleri sorgulamıyor, olanlara itiraz etmiyor, değiştirmek için çaba göstermiyor diyerek, tam da istenildiği ve beklenildiği gibi susarak, faydasız bir kalabalığın içinde yer almaktansa hiç yaşamamayı tercih ederim.

O nedenle, sormaya, sorgulamaya ve değişim için umut etmeye devam edeceğim. Her şeyin değerini ve onurunu yitirdiği bir zamanda, onurlu yaşayabilmenin tek yolunun bu olduğu kanısındayım. İçinde acı, hüzün, anlaşılmamak ve yalnızlık barındırıyor olsa dahi.

Oluşturulan toplum cinsiyet rolleri, erkek egemen yapının desteği sayesinde oldukça geniş bir zemin bulmuş, yaşamın her alanını kapsayan kısıtlama ve sorunlar olarak kadınların hayatına yansımıştır.
AKP İKTİDARINDA KADIN POLİTİKALARI

İktidar olmanın, her türlü gücü elinde bulundurup onu istediği gibi tasarruf etmek gibi çok sevilen bir özelliği vardır. Ama bunun yanı sıra, olan biten her şeyin sorumluluğunu almak ve onlara çözümler geliştirmek gibi bir zarureti de mevcuttur. Özellikle yirmi yıldan fazla süren bir iktidarınız varsa sorunların çözümü konusunda üreteceğiniz bahaneleriniz de kalmamış demektir. Fakat gelin görün ki AKP iktidarında her daim bir sebep ve gerekçe bulunabiliyor, yolunda gitmeyen her türlü durum için. Özellikle tehdit algısı yaratma ve bunu kitlelerine inandırma konusunda oldukça uzmanlaşmış olduklarını söyleyebiliriz.

Bu durum bize her ne kadar garip gelse de aslında öyle değil. Şöyle ki siyasal muhafazakârlığın en belirgin özelliklerinden biri olarak değişimin karşında yer alma ve söz konusu değişimlere karşı tehdit algısı oluşturma eğilimidir. Kitlelerin değişim karşısında yer aldıkları kapalı durum aynı zamanda tehditler için de geçerli olmaktadır.

Yönetilebilen her şey gibi bu kapalılık durumu siyasetçiler tarafından itinayla ele alınıp, işlerine gelen her durum karşısında kullanılmaktadır.  Değerlerini, inançlarını, kültürlerini korumak isteyen muhafazakârlar, çoğu zaman farkında bile olmadan, siyaset yapıcılar tarafından oluşturulan tehdit algılarıyla konsolide edilir. Bundan sonrası ise kolaydır; ele almak istedikleri her konu güvenlikleştirilecek ve ortaya bir tehdit konularak kitleler bu sayede ikna olacaklardır.

AKP iktidarında kadın ve aile politikaları da bu şekilde gerçekleşmektedir. Muhafazakâr iktidarların birincil özelliği olarak ailenin korunması özelliği, AKP iktidarında oldukça geniş bir yer tutmuş ve aileyi adeta politikalarının merkezine yerleştirmişlerdir. Oluşturulan bu muhafazakâr politikalar, ailenin bozulmaması ve mevcut yapının korunması adına yapılırken aynı zamanda erkek egemen sistemin de devamlılığını sağlamıştır.

İktidarın birçok siyasi söyleminde, kadınların ev içindeki önemine ve annelik rollerine değinilmiş ve buna uygun olmayan her şey marjinalleştirilmiştir. Kadınların nasıl giyineceği, çalışıp çalışmayacağı, kaç çocuk doğuracağı, kürtaj ve sezaryen konuları, iffeti, namusu, kısacası başkalarını ilgilendirmeyen her ne varsa AKP iktidarında siyasi söylemlere konu olmuştur.

Muhafazakâr iktidarın önem verdiği ve kutsal kabul ettiği aile, kadınların bedenleri, hayatları ve canları üzerine kurulmuş ve her ne olursa olsun devamlılığının sağlanması gerektiğine inanılan bir yapıya dönüşmüştür.

Neler duymadık ki; “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır.’’ İfadelerini kullanan siyasi yöneticiler mi dersiniz, ‘‘Kadınsa iffetli olacak…Herkes içinde kahkaha atmayacak…’’ diyenler mi?  Ya da bizzat bakanların ağzından ‘’tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar’’ ifadelerini mi? Neler duymadık ki… Kendisinden iş isteyen kadınlara ‘’evdeki işler yetmiyor mu?” diyeninden tutun da işsizliğin artmasının nedeninin çalışan kadınlar olduğunu söyleyenlere kadar uzayıp gidiyor.

AKP iktidarında, kadın öncelikle anne olarak tanımlanmış, anneliği ve bağlantılı olarak evi ile ilgili görevleri dışındaki her şey önemsiz duruma getirilmiştir. Çalışan ve kariyerini öncelikleyen kadınlar eksik ve yarım olarak imgelenmiş, aile içi sorumluluklarını yerine getiren kadınlar ise ‘’ideal kadın’’ olarak övülmüştür.

Kadınların eşitlik arayışları oldukça anlamsız görülmüş, bu durumun fıtrata aykırı olduğu ifade edilmiştir. Eşitlik arayışının arka planında yer alan durumun hak, hukuk ve adalet konusundaki eşitlik mücadelesi olduğunu görmek istemeyerek, konuyu sadece biyolojik farklılıklardan ele alarak, toplumsal cinsiyet rollerini onaylamışlardır. Oluşturulan toplum cinsiyet rolleri, erkek egemen yapının desteği sayesinde oldukça geniş bir zemin bulmuş, yaşamın her alanını kapsayan kısıtlama ve sorunlar olarak kadınların hayatına yansımıştır.

İktidarları süresince, kadınlar açısından kazanım olarak görülebilecek bir çok yasa çıkarılmış ve çeşitli düzenlemeler yapılmış olsa bile, uygulamalar yasaların önünde yer almış ve sorunlar yaşanmaya devam etmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı büyük bir zihniyet sorunu devletin ve toplumun tüm mekanizmalarına işlemiş ve kadınların yaşadıkları sorunları görünmez kılmıştır. Tüm mevzu, kadının annelik ve eşlik durumu üzerinde ele alınarak, diğer her şey, hatta kadın cinayetleri bile, daha az önemli olarak görülmüştür. İstanbul sözleşmesinden çıkılması bunun en açık örneğidir. Aile mefhumuna yönelik tehdit algısı yaratılarak, kadın cinayet oranlarına rağmen, sözleşmenin feshedilmesi sağlanmıştır.

Muhafazakâr iktidarın önem verdiği ve kutsal kabul ettiği aile, kadınların bedenleri, hayatları ve canları üzerine kurulmuş ve her ne olursa olsun devamlılığının sağlanması gerektiğine inanılan bir yapıya dönüşmüştür.