Kendini her şeyden üstün görmek ve kendinde her şeyi yapma gücünü bulmak. Kendinin dışındaki her şeyi ise bir hiç kabul etmek. İşte böyle başlıyor Totalitarizm’in mutlak güç kötülüğü. İki çocuğundan birini ölmesi için anneye seçtirmek gibi.

Tüm dünyayı etkisi altına alan ve gittikçe sıradanlaşan bir kötülük problemi ile karşı karşıyayız. İnsanın var olduğu günden bu güne kadar yaşadıklarının en temel belirleyici gücü olarak çıkar karşımıza bu kavram. Bu nedenle bir çok filozof ve düşünür tarafından kötülük kavramı ele alınmış ve farklı yorumlamalara neden olmuştur.

Hobbes’e göre insan doğuştan kötücül tasarlanmıştır ve var olduğu günden bugüne kadar kötücül özellikleri değişmemiş, aynı kalmıştır. Rousseau’nun bu konuda Hobbes’e itirazı olmuştur. Rousseau’ya göre insan ilkel durumda iyi ve eşitken daha sonra kötücülleşmiş ve eşitlik bozulmuştur. Platon ise Hobbes gibi insanın doğası gereği kötü olduğunu düşünen filozoflar arasında yer almıştır. Dostoyevski, Yeraltından Notlar eserinde insanı nankör bir yaratık olarak tasvir etmiş ve bunun yanına insanın erdemsizliğini ve ölçüsüzlüğünü de eklemiştir.

Bütün bu tespitlerine ispat olarak tarihe bakmamızı isteyen Dostoyevski, yaşanan savaşları, trajedileri, kan dökücü eylemleri örnek göstermiştir. Ona göre bu durum karşısında ise yapacak bir şey bulunmamaktadır. İnsanın kaderi, kötülük, çıkarcılık ve nankörlük ile yazılmıştır ve bu değişmeyecek bir gerçekliktir.

Ünlü filozof Sokrates ise insan doğasını kabul etmekle birlikte kötülüğün kaynağının bilgisizlikte olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre insan, bilgisi dahilinde yapacağı doğru ve yanlış seçimlerle, iyi ya da kötü olabilirdi. Doğuştan gelen bir kötülük olamayacağını savunan Sokrates, hiç kimsenin bilerek ve isteyerek kötülük yapamayacağını, tüm kötülüklerin insanın cehaletinden kaynaklandığını, yani kötülüğün kötülük olarak bilinmemesinden ötürü meydana geldiğini belirtmiştir.

Freud ise kötülüğün insan doğasından kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorularından ziyade, insanın kötü ile nasıl başa çıkabileceği, bu içsel çatışmayı nasıl çözüme kavuşturacacağı ile ilgilenmiştir. Bunun yolunun ise yüksek bir farkındalıktan geçtiğini savunmuştur. Kötülüğe neden olan içsel faktörlerin bulunup ortaya çıkarılmasını ve insanın bununla mücadele etmesi gerektiğini düşünmüştür.

Görüleceği gibi tarih boyunca kötülük üzerine farklı görüş ve değerlendirmeler yapılmış, insanlık kötülük ile baş etmeye çalışmıştır. Kötülük üzerine, felsefi, ahlaki, psikolojik ve siyasi yapılan bu değerlendirmeler, her dönem, yaşanılan sorunların farklılığı nedeniyle farklı yorumlarla ele alınmıştır. En ilkel zamanlardan bugüne kadar geçen süreçte kötülüğün çeşitleri değişmiş fakat varlığı hep devam etmiştir. Başlangıçta kötülüğün ayırt edilmesi ve somut bir şekilde görülebilmesi mümkün iken ilerleyen süreçlerde daha sinsi ve yaygın bir kavrama dönüşmüştür.

Savaşlar, fetihler, kıyımlar ve katliamlarla geçen yüzyıllarda kötülüğün tanımını yapmak ve varlığını kanıtlamak görece daha kolay olmuştur. Siyasi ideolojilerin farklılaşması, yönetimsel stratejilerin değişmesi sonucunda kötülük, sadece halkı yönetenlerin kullandığı bir kavram olmaktan öte, halkın arasında da yaygınlaşan bir kavrama dönüşmüş, daha doğru ifadeyle dönüştürülmüştür. Hayatta kalma mücadelesinin bir parçası, kişisel çıkar kavgalarının bir enstrümanı olarak tanıdığımız kötülük, görünür olan toplumsal sorunlar karşısında tüm insanlığı içine dahil ederek, yeni bir insan modeli çıkarmıştır karşımıza. Bu yeni insan modelinde düşünme ve sorgulama yetisi insanın elinden alınmış, kötülük sıradanlaştırılmıştır.

HANNAH ARENDT İLE KÖTÜLÜĞÜ YENİDEN DÜŞÜNMEK

20.yüzyılın en önemli siyaset teorisyenlerinden biri olan Hannah Arendt, Yahudi kökenli bir Alman’dır. 2. Dünya Savaşı sürecinde Nazilerin yürütmüş olduğu Antisemitist siyaset ve Yahudi soykırımına yakından şahitlik etmiş ve olan biteni anlamak için kötülük problemine yoğunlaşmıştır. Hannah Arendt’in gençlik yıllarından ölümüne kadar kafasını en çok kurcalayan kavramdır kötülük.

Arendt’e göre, Naziler yalnızca Yahudilere değil bütün insanlığa karşı suç işlemişlerdir. Bu ise ahlaki olarak kötülüğün ta kendisidir. Yaşanan bu kötülüğün sebebini ortaya koymaya çalışan Arendt, Nazilerin işlediği suçların geleneksel kötülükten farklı olduğunu ve insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanamayacağı sonucuna varmış, bu yeni suç türünü ‘’radikal kötülük’’ olarak tanımlamıştır.

Arendt’in kötülüğün anlaşılması için kaleme aldığı ilk eseri Totalitarizmin Kaynakları’dır. Bu eserde kötülüğün anlaşılması bağlamında Nazizmi ele alır ve özellikle Alman ırkının saflaştırılması projesinde Alman olmayan ve büyük çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu diğer etnik unsurların yok edilmesini ifade eden ‘’Nihai Çözüm’’ dahilinde gerçekleştirilen soykırımlara yoğunlaşır. Soykırımların en acı şekilde yaşandığı yerler ise toplama kamplarıdır. Arendt, bu kamplarda yaşanılan vahşetin kaynağındaki kötülüğün nedenlerini arar ve şu soruyu sorar:   Kötülüğün sembolü olan bu kampların anlamı nedir? ve şöyle cevaplar:
Arendt, Nazilerin işlediği suçların geleneksel kötülükten farklı olduğunu ve insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanamayacağı sonucuna varmış, bu yeni suç türünü ‘’radikal kötülük’’ olarak tanımlamıştır.
‘’Bu kampların ifade ettiği şey yalnızca halkı imha etmek ve insan onurunu kırmak değil, bunun yanı sıra, bilimsel olarak kontrol edilen şartlar altında, insan davranışının bir ifadesi olan kendiliğindenliği bizatihi ortadan kaldırmak ve insanları önemsiz bir şeye dönüştürmek için dehşetli bir deneye hizmet etmektir; bildiğimiz gibi, aç olduğunda değil de bir zil çaldığında yiyecek yemek üzere eğitilen Pavlov’un köpeği sapkın bir hayvandı. Normal şartlar altında bu asla başarılı olamazdı, çünkü kendiliğindenlik yalnızca insan özgürlüğü ile değil aynı zamanda en az onun kadar sırf hayatta kalmak açısından bizzat insan yaşamı ile de ilgili olduğundan asla tamamen ortadan kaldırılabilir değildi.’’

Nazizm, Totaliter bir yönetim içinde varolmuş ve kendini büyütmüştür. Bu nedenle kötülüğün kökenlerini Totalitarizmde arayan Arendt, kötülükle birlikte totalitarizm ile ilgili de önemli tespitlerde bulunmuştur. Ona göre; totalitarizmin amacı insanlar üzerinde baskıcı bir yönetim oluşturmaktan ziyade insanların kendilerini gereksiz ve önemsiz hissettikleri bir sistem inşa etmektir. Kurulan bu mevcut sistemin devamlılığı, ‘‘kendiliğindenliğin’’ en küçük bir izinin dahi olmaması ve insanların sürüleşen bir kitleye dönüşmesiyle mümkündür.

Totalitarizm, kişilerin bireyselliklerini yitirerek ahlaki ve vicdani kişiliklerini de yok etmeyi hedeflemektedir. Bundan sonrası ise ‘’…Pavlov’un deneylerindeki köpek gibi davranan, kendi ölümlerine (gaz odalarına) giderken bile kusursuz uyumla karşılık veren ve tepkimeye girmekten başka bir şey yapmayan insan yüzlü soluk kuklaların’’ yok edilmesidir. Nazizm bütün bu aşamaları başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş, insanları potansiyel suçlular olarak göstererek toplumdan tecrit etmiş ve onları gaz odalarında öldürmeden önce, yaşayan ölülere çevirmiştir.

Kamplarda aşağılamanın ve vahşetin her türlüsü en ağır düzeylerde yaşanmıştır. Ölüm meleği olarak anılan Dr. Joseph Mengele, ıslık çalarak esirlerin arasında dolaşmış, hayatta kalacakları sola gaz odasına gidecekleri sağa ayırarak seçim yapma hakkını kendinde bulmuştur. Özellikle çocuklar üzerinde canlı canlı yaptığı ölümcül deneyler ile de ardından lanetle anılan Mengele, Totalitarizmin ve Nazizmin korkutucu boyutlarını gözler önüne sermiştir.

Kendini her şeyden üstün görmek ve kendinde her şeyi yapma gücünü bulmak. Kendinin dışındaki her şeyi ise bir hiç kabul etmek. İşte böyle başlıyor Totalitarizm’in mutlak güç kötülüğü. İki çocuğundan birini ölmesi için anneye seçtirmek gibi. Kendinden başka hiçbir insanın varoluşunu tanımamak.

Arendt’e göre, önemli olan, ‘‘cani olmak’’ ya da ‘’Yahudi düşmanı’’ olmak değil ‘’düşünce yoksunu’’ olmaktır. Düşünce yoksunu olan kişiler için kötülük oldukça sıradan bir durumdur. İnsanların korkunç suçlar işlemesinin nedeni onların insanlık dışı canavarlar olmaları değildir.

Tüm bu yaşanılanları geleneksel suçlardan ayırmak ister Arendt. Çünkü ‘’insanları insanlar olarak gereksiz kılmak’’ insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanamayacaktır. Bu nedenle ‘’radikal kötülük’’ olarak tanımlayacaktır bu kötülük türünü. Fakat daha sonra, insanca anlamanın mümkün olmadığını düşündüğü bu kötülük türünü Eichmann davası sürecinde tekrar ele alacak ve kötülük üzerinde düşünmeye devam edecektir.

KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI

Kötülüğün sıradanlığı kavramı, Nazi yönetiminde aktif rol alan, binlerce masum insanın ölümüne neden olan ve savaş sonrasında Arjantin’e kaçan buradan da İsrail ajanlarınca kaçırılan, Kudüs’te yargılanan eski Nazi subayı Adolf Eichmann süreci üzerine ortaya çıkmıştır. Eichmann, 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudi halkına ve bu anlamda insanlığa karşı suç işlediği iddiası ile yargılanıyordu. Arendt, Eichmann davasına The New Yorker dergisi adına gözlemci sıfatı ile katılmış ve sonrasında bu gözlemleri raporlayarak yayınlamıştır.

Nazi vahşeti ve kötülüğü karşısında yaşadığı şaşkınlıktan henüz kurtulamamışken girmiş olduğu duruşmalarda başka bir şaşkınlıkla karşılaşmıştır Arendt. Eichmann davasında herkes karşısında Yahudilerden nefret eden, sadist ve hasta ruhlu bir cani görmeyi beklerken, Arendt’in ifadeleriyle ‘’…son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrat…’’ durmaktaydı.

Duruşmada mahkeme heyeti Eichmann’a tüm bunları neden yaptığını sorar. Eichmann savunmasını şöyle yapar: ‘’Çok sayıda insanın yer aldığı, muntazam işleyen bir sistemimiz vardı ve ben o sistemin bir parçasıydım. Her şeyi nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yaptım. Ben sadece emirleri uyguluyordum:’’

Arendt şaşkındı çünkü, bu kadar büyük kötülüklere ve suçlara bulaşmış, toplu katliamların organizasyonlarında bulunmuş biri, nasıl bu kadar sıradan olabilirdi? Arendt, Eichmann’ı ‘’bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan’’ olarak tanımlar. Sonuçta, Eichmann, kendi fikirleri olmayan, düşünmeyen, yalnızca itaat eden dolayısıyla kendisine söyleneni sorgulamadan yapan bir insan olduğu aşikârdır. Aslında Eichmann’da tıpkı diğer insanlar gibi akıl sahibidir. Yalnız o aklını başkasının iradesine teslim etmiş, düşünme yetisini kullanmayan birisidir.

Arendt, Eichmann davasında gördüğü bu tablo ile, düşünme ve yargı yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasılda sıradanlaştığını farketmiştir. Arendt’e göre, burada önemli olan, ‘‘cani olmak’’ ya da ‘’Yahudi düşmanı’’ olmak değil ‘’düşünce yoksunu’’ olmaktır. Düşünce yoksunu olan kişiler için kötülük oldukça sıradan bir durumdur.

Tam da bu yüzden totaliter yönetimler bünyesinde düşünen ve anlayan kişiler istememekte ve barındırmamaktadır. Bunun yerine itaat eden ve sorgulamadan her şeyi kabul eden bireyler istenmekte ve bu istek bir şekilde gerçekleştirilmektedir.

İnsanların korkunç suçlar işlemesinin nedeni onların insanlık dışı canavarlar olmaları değildir. Kişilerin düşünme yeteneğinden yoksun oldukları için iyiyle kötü arasında ayrım yapamamalarıdır. İşte tam da bu yüzden totaliter yönetimler bünyesinde düşünen ve anlayan kişiler istememekte ve barındırmamaktadır. Bunun yerine itaat eden ve sorgulamadan her şeyi kabul eden bireyler istenmekte ve bu istek bir şekilde gerçekleştirilmektedir.

Arendt’in ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kavramı bu şekilde oluşuyor ve bana göre bu kavram sadece büyük kötülükleri icra edenlerde değil, o kötülükleri seyrendenler arasında da yaygınlaşıyor.

İsrail’li gazeteci Amira Hass’ın annesi Nazilerin kurmuş olduğu ölüm kamplarından kurtulan bir kadın. Annesinin anlattığı bir hikâyede kendisini en çok etkileyen şeyin, kamplara insanlar yük trenlerinde götürülürken, oradaki toplanmış seyreden insanların bakışları olduğunu söylüyor. Tek kelime etmeden, yük vagonlarının içindeki balyaları seyreder gibi bakıyorlardı diyor ve ekliyor: ‘’İşte o bakış bizi öldürdü.”