Türkiye sosyolojisi, AKP iktidarı ile siyasî anlamda hiç olmadığı kadar bölünmüştür. Erdoğan siyasetinin tükendiği her anda ortaya çıkan bu siyasî dil, Erdoğancı siyasîler ve yandaş gazeteciler tarafından büyük bir ustalıkla mahalle baskısı” aracına dönüştürülmektedir.

Avcı Mehmed adıyla bilinen IV. Mehmed’in Sadrazamı Fazıl Ahmet Paşa ile Nemçe (Avusturya) elçisi, barış esaslarını görüşmek üzere bir araya gelirler. Her konuda anlaşmış görünseler de, bir konuda anlaşmaya varamamışlardı. O da, barışın kaç yıl süreceği meselesi idi.

Nemçe elçisi, barışın kırk yıl devam etmesini istemiş fakat Fazıl Ahmet Paşa bunu kabul etmemişti.

Paşa; “Kırk yıl sizinle barış halinde bulunursak, sonra biz kiminle savaşacağız!” diyerek elçinin bu isteğini reddetmişti. Almasını bilene, yüzlerce yıllık, ibretlik bir hikâyedir.[1] Türkiye, soyculuk, boyculuk, etnikçilik, mezhepçilik gibi ayrıştırıcı kavramlarla kutuplaştırılarak on yıllarını kaybetmiştir. Birlik ve beraberliğimizin önündeki en büyük tehdit, birbirimizi ötekileştiren söylemlerdir. Ulu önderimizin, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözünde ifade ettiği gibi, bütünleştirici, birleştirici bir anlayıştan uzaklaşmanın, toplumsal mutabakata hizmet etmediği ortadadır. Kimlik siyasetine dayalı politik yaklaşımlar, AKP iktidarının zora düştüğü her dönemde başvurduğu iyi niyetten uzak olan stratejisinin tipik örneklerindendir. Bu ilkel tutum, gerek modern laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kodlarına, bu toprakların yaşam felsefesine, gerekse akıl, bilim ve teknoloji ile yarışan dünyanın gerçekliğine uzak, çağdışı bir anlayıştır. Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu sosyal medya hesabında, önce “Kürtler” sonra “Alevi” başlığıyla iki açıklama yayınladı. Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarındaki içerikten bağımsız olarak modern ve müreffeh Türkiye’nin, hâlâ ayrıştırıcı başlıkları konuşmak zorunda olması, iktidarın siyaseti bu alana sıkıştırmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı adayının bu konularda açıklama yapmak zorunda kalması, 21. yüzyıl Türkiye’si için üzüntü vericidir. Bir tarafta “kürdüm ama PKKlı değilim” diyenlerin mahcubiyeti, diğer tarafta sevdiği arkadaşından bahsederken “Alevi ama çok iyi insan” demek zorunda hissedenlerin sancısı, diğer yanda ise Sayın Kılıçdaroğlu’nun samimi, kararlı ama bir o kadar da hüznünü hissettiğimiz açıklamaları… Esas üzücü olan ise herkesin Cumhurbaşkanı olmaya yemin etmiş Tayyip Erdoğan’ın, bu olanlardan bırakın üzüntü duymayı, seçmen kitlesini konsolide etmek uğruna, bu ötekileştirici siyasî dili başlıca gündem hâline getirmesidir. Oysa mühim olan doğuştan gelen tanımlanmış kimliklerimiz değil, dünyaya kattığımız anlam, taşıdığımız değerler, ilkelerimiz, güzel hislerimiz, dünyaya iyilik adına bir taş üstüne taş koyma gayretimizdir. İnancımıza göre insan iyilik üzerine doğar. Yani tabiatı itibarıyla iyidir. Onu kötü yapan cemiyet tipi münasebetleri, bir diğerini ötekileştirmede aparat olarak kullanmasıdır. Varoluştaki asıl hüner; üstün olmak değil, insan kalmaktır. Ezcümle, “İyilik iyidir.
Bu iktidar, ayrıştıran, ötekileştiren, kutuplaştıran bir siyaset dili ile Türkiyenin bu gününe ve geleceğine ışık tutamaz, cümle kuramaz. Türkiyenin öncelikli ihtiyacı olan şey, liyakati önceleyen bir yönetim anlayışıdır.
Türkiye sosyolojisi, AKP iktidarı ile siyasî anlamda hiç olmadığı kadar bölünmüştür. Erdoğan siyasetinin tükendiği her anda ortaya çıkan bu siyasî dil, Erdoğancı siyasîler ve yandaş gazeteciler tarafından büyük bir ustalıkla “mahalle baskısı” aracına dönüştürülmektedir. Mısır halkının birliği ve beraberliği için gözyaşı döküp irade gösteren Erdoğan’ın, Türk halkından bu hassasiyeti esirgemesi anlaşılır bir durum değildir. Dört parmağını kaldırıp, “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet” diyerek, içselleştirilmemiş bir sloganı atmak, ne milletimize, ne bayrağımıza, ne vatanımıza, ne de devletimize bir fayda sağlamamaktadır. Oysa bir Bektaşi selamıyla elini kalbine koyup “Biz biriz” demek, Horasan Erenleri’nden beri bu toprakları mayalayanların şiarıdır. Çünkü biz iki el gördüğümüzde yumruk yapanlardan değil, bu iki elin on parmağını kardeş bilenlerdeniz.

Bu iktidar, ayrıştıran, ötekileştiren, kutuplaştıran bir siyaset dili ile Türkiye’nin bu gününe ve geleceğine ışık tutamaz, cümle kuramaz. Türkiye’nin öncelikli ihtiyacı olan şey, liyakati önceleyen bir yönetim anlayışıdır. Mühim olan insanın ne olarak doğduğu değil, kim olarak var olduğu ve nasıl hatırlanacağıdır.

Türkiye, iktidarın her sıkıştığında kimlik siyasetine başvuramayacağı kadar büyük bir devlettir. Milletimiz de, bu toprağın hiçbir ferdini ötekileştirmeyecek kadar feraset sahibi bir millettir. Hele ki Türk gençliği, istikametini muasır medeniyet seviyesine çevirmiş, aklı, bilimi ve demokrasiyi önceleyerek istikbale yürümektedir. O istikbalde, AKP ve benzeri bir anlayışa yer yoktur. Hizbullah gibi ölüm çetelerine karşı büyük bir kararlılıkla duran Türk gençliği, özgürlük şarkılarını söylemeye başladı bile…

Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar!  Sesimizi yer, gök, su dinlesin. Sert adımlarla her yer inlesin. Bu gök, deniz nerede var? Nerede bu dağlar taşlar? Bu ağaçlar, güzel kuşlar, Yürüyelim arkadaşlar. Sesimizi yer, gök, su dinlesin. Sert adımlarla her yer inlesin, inlesin.  Her geceyi güneş boğar ÜÜlkemizin günü doğar Yol uzun da olsa ne var. Yürüyelim arkadaşlar  Sesimizi yer, gök, su dinlesin. Sert adımlarla her yer inlesin.

ü

[1] Selahattin Tansel, Yüz Fıkra Yüz Tarih, TTK Yayınevi, Ankara 2018, S.149.