Muhalefet, özellikle de CHP, güçlü bir yerel yönetim programı oluşturup, adaylarını da olabildiğince şeffaf, açık ve demokratik yöntemlerle belirlerse gündelik hayatı çekilmez hâle getiren bu iktidarın yerel seçimlerde başarılı sonuçlar elde edebilmesi mümkün görünmüyor. Başını CHP’nin çektiği muhalefet, beklentilerin aksine 14 Mayıs seçimlerini kazanamamış; seçimlerden sonra iktidar değişikliği beklentisi yüksek kesimler arasında muhalefete, özellikle de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik tepkiler artmıştı. Dünya hâli böyle işte, kazananın bütün kusurlarının üstü örtülürken, kaybedenin masum tarafları bile insana batar hâle geliyor. Oysa iktidar, 14 Mayıs seçimlerinden önce yönetemez hâle geldiği açıktı; seçimlerden sonraysa sağladığı moral ve motivasyona rağmen “pul pul” dökülüyor ve elde ettikleri başarının bir “Pirus Zaferi” olduğu kuşku götürmüyor. Evet, elbette; kaybeden “öder” ve nitekim ödüyor. Ekonomi bir çıkmaza sürüklenmiş ve zamların ardı arkası kesilmezken, memleketin tek “günah keçisi” olarak Kılıçdaroğlu’nun gösterilmiş olması da bu “kaybeden öder” kuralının sonucudur. Bununla birlikte altını çizmek vurgulamak gerekir ki algı yönetiminin sonuca ulaşabilmesi, algılarla olgular arasındaki diyalektik bağın doğru ve gerçekçi verilerle kurulmasıyla mümkün olabilir. LİDERLİĞİN KISTASI… Bu meselede olguların pek de önemsenmediği, algılarla hareket edilerek sonuca ulaşmak istendiği ama yapılan hamlelerin geri teptiği görülüyor. CHP’nin hak ettiği seçmen desteğini alamadığı için kaygılanan İmamoğlu’nun “İstanbul için yeniden” yola çıktığını açıklaması, bu sürecin ilk belirgin işaretidir. İmamoğlu’nun açıklamasının CHP açısından gerilimi azaltıcı bir hamle olduğu söylenebilir. Buna bir de Karayalçın’ın CHP üyelerine yazdığı mektubu eklendiğinde, seçimden sonra yazdığım her yazıda vurguladığım üzere, meselenin birini oturduğu koltuktan kaldırıp yerine bir başkasını oturtmaktan öte bir derinliği sahip olduğu gerçeğinin kabul gördüğü anlaşılıyor. Önce bir mesel anlatalım. Eski bir Çin öyküsüne göre bir zamanlar, bir Çin soylusu, zamanın en ileri bilim insanlarından kabul edilen üç otacı kardeşten en küçüğüne, “hanginiz daha üstünsünüz?” diye sormuş. Şu cevabı almış: "En büyüğümüz, hastalıkların ruhunu görüp, daha ortaya çıkmadan yok eder. Bu özelliği nedeniyle ünü evinin duvarlarını aşamaz. Ortancamız ise hastalıkları ortaya çıktığı anda yok eder. Bu nedenle ünü mahallemiz ile sınırlıdır. Bana gelince, ben damarları açarım, hastalanmış insanları rahatlatacak şuruplar hazırlarım. Hastalara masaj yaparım. Bu çerçevede şimdi ben size soruyorum; sizce hangimiz üstün?” Derler ki lider olmak için bundan daha önemli bir kıstas yoktur. Savaş sanatı üzerine geliştirdiği felsefeyle bilinen Sun Tzu da benzer bir yaklaşıma sahiptir. Sun Tzu, "en büyük ustalık, düşman ordularını savaşmadan yenmektir” der. Ona göre, savaşmanın çeşitli aşamaları vardır. “En iyi lider, tuzakları boşa çıkartandır. Ardından düşmanın destekçilerini yok eden lider gelir. Daha sonra geleniyse düşmanın askeri gücünü yok etmek ister. Liderlerin en kötüsüyse surlarla çevrili kentleri kuşatmaya kalkışandır.”
Amaca varmak için başka bir yol mutlaka vardır ve bunun için sahanın iyi okunması yeterlidir. Zira siyaset, kanaatlerle değil, olguların bilgisine sahip olmakla ve olgular ile illiyetle algılarla başarıya ulaşan bir süreçtir.
HER YOL MÜBAH MI? 14 Mayıs seçimleri muhalefetin aleyhine sonuçlandı çünkü muhalefet, zihinleri kuşatılmış ve deyim yerindeyse “surlarla çevrili” seçmeni kendi tarafına çekebileceği zehabına kapılmıştı. Zihni “kuşatmış” seçmenin “kuşatıcısını” terkedip, yeni bir limana yelken açabilmesi, yepyeni bir hegemonik dil ile olabilirdi ve ne yazık ki muhalefet, yalnızca ve sadece düşük faizli deprem konutlarını bedava yapmak yahut iki bin TL olan emekli ikramiyelerini asgari ücret düzeyine çıkarmak gibi iktidarın vaatleri konusunda “el artırmak” dışında bir hamle yapamadı. Otacı kardeşlerden küçüğünün anlatımı, siyaset için de iyi bir örnektir.  Siyaset, uzun soluklu bir mücadele gerektirir ama siyasetin kendisi bir amaç değildir bir araçtır. Elbette siyaset yapmanın bir amacı vardır; amacı da halkın gündelik hayatını kolaylaştırmak, ülkenin geleceğini güvence altına alabilmek için iktidar olmaktır. İktidar olmayı hedeflemek iyidir ama nasıl olunacağı tartışma götürür. Bilindiği üzere siyasette, Makyavel’e atfedilen, “amaca varmak için her yol mubahtır” sözüne pek çok atıf yapılır. Makyavel’in sözü, Türkiye’de uzun yıllar boyunca iktidar olan sağ siyasal partilerin özeti gibidir. Sonuna kadar pragmatik ve faydacı bir yaklaşımı benimsemiş olan sağ siyaset, bir yanıyla halkın gerçekleri öğrenmesini engellemek için onları, soyut da olsa bir düşman unsuru ile korkutur diğer yanıyla da özellikle seçim öncesi ağızlara çaldığı bir parmak bal ile yanıltır. Korkutmak ve ağızlara bal çalmak, siyaset biliminde “havuç ve sopa” politikası ile özdeştir. Bu politikanın en maharetli uygulayıcısıysa AKP’dir. 14 Mayıs seçim sonuçları da gösterdi ki AKP ile “havuç” yarıştırmak, sonuç vermez; bilakis AKP’nin elini güçlendirir. Şöyle bir soruyu duyar gibiyim; “ne yapacağız peki?” Sorunun cevabı nettir: “Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız.” Amaca varmak için başka bir yol mutlaka vardır ve bunun için sahanın iyi okunması yeterlidir. Zira siyaset, kanaatlerle değil, olguların bilgisine sahip olmakla ve olgular ile illiyetle algılarla başarıya ulaşan bir süreçtir. YEREL SEÇİMLERE ODAKLANMAK Ne mi diyorum? AKP, tarihinin muhtemel en zor seçimini en kolay bir biçimde kazandı. Kazandı ama hazine “tam takır” ve bu arada yerel seçimler yaklaşıyor. “Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış” misali, Ankara ve İstanbul’u ısrarla istediğini beyan ediyor. Mümkün mü?
28 Mayıs itibariyle sağanak gibi gelen zamlar nedeniyle seçmen de kullandığı oydan pişman olmuş durumda. Üstüne üstlük CHP’deki tartışmaların odak isimlerinin başında gelen İmamoğlu da İstanbul’a olan bağlılığını açıkladı.
Normal koşullar altında mümkün görünmüyor ama CHP’yi “kavgalı ev”, İstanbul ve Ankara’yı da (teşbihte hata olmasın) “evlendirilecek genç kız” olarak gösterecek algının peşinden koştuklarını görüyoruz. Malum, bir atasözümüzde belirtildiği üzere “kavgalı eve kız verilmez” algısını kabul ettirmenin ve seçmen ile bağlarını tahkim etmenin peşindeler. Bu algı kırılabilir. 28 Mayıs itibariyle sağanak gibi gelen zamlar nedeniyle seçmen de kullandığı oydan pişman olmuş durumda. Üstüne üstlük CHP’deki tartışmaların odak isimlerinin başında gelen İmamoğlu da İstanbul’a olan bağlılığını açıkladı. Muhalefet, özellikle de CHP, güçlü bir yerel yönetim programı oluşturup, adaylarını da olabildiğince şeffaf, açık ve demokratik yöntemlerle belirlerse gündelik hayatı çekilmez hâle getiren bu iktidarın yerel seçimlerde başarılı sonuçlar elde edebilmesi mümkün görünmüyor. İktidar da bunu görüyor olsa gerek ki başta İYİ Parti olmak üzere muhalefeti yanına çekebilmek ve CHP’yi yalnızlaştırmak için çabalıyor. CHP, iktidarın bu “yalnızlaştırma hamlesi”ni boşa çıkartabilir. Nasıl mı? Yapması gereken belediyecilik anlayışını halk anlatarak… Nedir o belediyeciliğin özeti? “Sıkıntıyı sıkıntının oluşmasından önce, tehlikeyi tehlikenin oluşmasından önce, yok olmayı yok olmadan önce, belayı bela gelmeden önce kestirebilmektir.” Bunun için öncelikle “idare-i maslahatçı” olmaktan vazgeçilmelidir; zira “idare-i maslahatçılar, hakikatte inkılapçı olamazlar.”