İnsanlar tüm zorluklara rağmen emeklerinin karşılığını alabildikleri, haklarının korunduğu ve huzur bulabilecekleri ülkelere göç ediyorlar. Yazının başında söylediğim gibi, herkes mutlu mesut olarak gitmiyor yurt dışına.

Seçimlerden sonra yeni bir göç dalgasına şahit olacağız gibi görünüyor. Sosyal medyada “Türkiye bir X kaybetti, Y ülkesi bir X kazandı.” tarzında paylaşımlar görmeye alıştık. Bu paylaşımları görünce hem sevinç hem hüzün duyuyorum. Sevinç duyuyorum çünkü kendisine daha iyi bir hayat kurmak isteyen bir bireyin attığı ilk adım başarılı olmuş oluyor. Hüzün duyuyorum çünkü Türkiye iyi eğitimli ve yetişmiş bir insanını kaybediyor. Bu akım en çok doktorlar bakımından ses getirse de yazılımcılar, mühendisler, akademisyenler ve diğer pek çok meslek grubundan insan kendine başka ülkelerde yuva arıyor.

Ülkenin üstüne çökmüş olan umutsuzluk hali en çok eğitimli kesimde kendini gösteriyor ve bu umutsuzluk insanları farklı diyarlara savuruyor. Kendi çevremden de çok sık duyduğum “gitmek zorunda kalmak istemiyorum” sözü beni çok yaralıyor çünkü ben de benzer duygular içerisindeyim. Bir insanın farklı deneyimler edinmek ya da kariyer anlamında kendini geliştirmek ya da bambaşka sebeplerle isteyerek yurt dışına yerleşmesine söylenecek bir şey yok. Ancak pek çok insan mecburiyetten dolayı bu yola girmek zorunda kalıyor ve bu durum ülkemiz adına çok endişe verici.

Türkiye’de bir gelecek göremeyen gençler hatta orta yaşlılar için özellikle Avrupa ülkeleri bir cazibe merkezi. Bu eskiden de böyleydi ama son dönemde hem demokrasi ve hukukun gerilemesi hem de ekonomik kriz bu eğilime çok ciddi bir ivme kazandırdı. Mevcut koşullarda Türkiye’de ev almak bir yana araba almak bile hayal oldu orta sınıf için. Orta sınıf dediğime bakmayın, orta sınıf diye bir şeyin kaldığı da tartışmalı. İnsanlar sadece ekonomik nedenlerle de gitmiyor, nefes almak ve kendilerini güvende hissetmek istiyor. Yaşam alanlarımız sürekli daralıyor. Sadece ekonomik sıkıntılar değil, politik baskı da bu daralmaya etki ediyor. Konserler, festivaller iptal ediliyor, etkinlikler yasaklanıyor. İktidarın hoşuna giden şeyler kamu kaynakları ile finanse edilirken gitmeyen neredeyse her şeye doğrudan ya da dolaylı olarak baskı uygulanıyor. İfade özgürlüğü,  basın özgürlüğü ve diğer temel hak ve özgürlükler her gün başka biçimlerde ihlal ediliyor. İnsanlar her gün öznesi olsa da olmasa da adaletsizliğe şahit oluyor ve bu durum toplumu temellerinden sarsıyor.

Yurt dışında yaklaşık 6 yıl yaşamış bir insan olarak şunu belirtmeliyim, orada yaşamanın da kendi zorlukları var. Yalnızlık, aidiyet problemi, yabancı düşmanlığı vb. sebepler yüzünden yurt dışı sosyal açıdan bazı zorluklar barındırıyor. Hatta yurt dışına gidip alışamayıp dönenler de mevcut. Buna rağmen pek çok insan Türkiye’den gitmeyi tercih ediyor çünkü yurt dışında daha insanca bir yaşamın mümkün olduğu görülüyor.

Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir devlet ve vatandaşlar olarak yüksek oranda vergi veriyoruz. Çalışanların vergileri daha ellerine geçmeden maaşlarından kesiliyor. Peki, bunun karşılığında sosyal bir devletin sağlaması gereken hizmetlerden faydalanabiliyor muyuz? Elbette hayır. Şehirlerde kendimizi güvende hissetmediğimiz için güvenlikli sitelerde yaşamak zorunda hissediyoruz. Özellikle bekâr kadınlar açısından güvenlik çok ciddi bir problem. Devletin en temel fonksiyonu olan güvenlik sağlama ödevi hakkıyla yerine getirilmiyor. Yine en temel hizmetlerden olan sağlık ve eğitimde de benzer bir durum söz konusu. Hastanelerde randevu bulunamıyor, devlet okullarının hali içler acısı. Bu yüzden insanlar özel hastanelere ve özel okullara yöneliyor. Böyle bir durumda vergi veriyor olmak anlamsızlaşıyor. Türkiye’de insanların vergi bilinci zaten yok denecek kadar az. Devlete verdikleri verginin akıbetini soran da pek kimse yok. Hal böyle olunca iktidarın keyfiliği de artıyor. TÜİK tarafından ilan edilen enflasyon oranlarının kat be kat üstünde vergi artışı yapılıyor. İnsanımız da bunu sorgulamak yerine sınır kapılarına koşarak komşu ülkelerden telefon kapma yarışına giriyor.

Dünyada genel olarak kabul edilen bir görüşe göre insanlar gelirlerinin %20’sini birikim olarak değerlendirir. Türkiye’de ise toplumun azami çoğunluğu birikim yapmak bir yana günü kurtarmaktan bile aciz durumda. Kredi kartı borçlanmaları sürekli katlanarak artıyor ve insanlar bu borçluluk durumunu içselleştirmiş görünüyor. Bu durumun oluşmasında paramızın değersizleştirilmesinin de payı çok büyük. Gelirinizin bir bölümünü biriktirseniz dahi 1 sene boyunca yaptığınız birikimin hiçbir karşılığı olmuyor. Bu da insanları daha çok tüketime sevk ediyor. Avrupa’da ortalama bir beyaz yakalı bir maaşıyla 2.el bir araba alabilirken bizde 1 yıllık maaşla bile aynı ayarda bir araba alınamıyor. Ev sahibi olmak zaten üst gelir grubu için bile çok zorlaştı. Bu şartlarda insanlar geleceklerini öngöremiyor ve yurt dışına yönelmeye devam ediyorlar.
Bir ülkenin yetişmiş insan kaynağı kalkınma ve gelişme açısından çok önemlidir. Türkiye bu konuda şanslı bir ülke ama beyin göçü Türkiye için alarm verme noktasına ulaştı. Bu ülkenin kaynakları ile yetişmiş, eğitim almış, meslek sahibi olmuş insanlarımıza bir gelecek sunamıyoruz ve gitmelerini izlemekle yetiniyoruz.

ü

Yurt dışında yaklaşık 6 yıl yaşamış bir insan olarak şunu belirtmeliyim, orada yaşamanın da kendi zorlukları var. Yalnızlık, aidiyet problemi, yabancı düşmanlığı vb. sebepler yüzünden yurt dışı sosyal açıdan bazı zorluklar barındırıyor. Hatta yurt dışına gidip alışamayıp dönenler de mevcut. Buna rağmen pek çok insan Türkiye’den gitmeyi tercih ediyor çünkü yurt dışında daha insanca bir yaşamın mümkün olduğu görülüyor. İnsanlar tüm zorluklara rağmen emeklerinin karşılığını alabildikleri, haklarının korunduğu ve huzur bulabilecekleri ülkelere göç ediyorlar. Yazının başında söylediğim gibi, herkes mutlu mesut olarak gitmiyor yurt dışına. Özellikle belli yaş üzerindeki insanlar için gitmek gerçekten zor. Ancak emeğin ve bilginin değersizleştirildiği, torpilin tüm kapıları açtığı, yolsuzlukların virüs gibi tüm kurumları sardığı bir ortamda insanca yaşam mümkün olmuyor. Gelir eşitsizliğinin günden güne artması, sosyal adaletin tamamen ortadan kalkması insanları yurt dışına mecbur bırakıyor. İşin en acı boyutu da insan kaynağımızın yok oluyor olması.

Bir ülkenin yetişmiş insan kaynağı kalkınma ve gelişme açısından çok önemlidir. Türkiye bu konuda şanslı bir ülke ama beyin göçü Türkiye için alarm verme noktasına ulaştı. Bu ülkenin kaynakları ile yetişmiş, eğitim almış, meslek sahibi olmuş insanlarımıza bir gelecek sunamıyoruz ve gitmelerini izlemekle yetiniyoruz. Düşünün, bu ülkede bir toplu iğne bile üretseniz onu ihraç ettiğinizde karşılığında bir bedel alırsınız. Bizim 20 sene eğitimine kaynak harcadığımız en yetenekli insanlarımız Avrupa ülkelerine, Amerika’ya, Kanada’ya ya da başka ülkelere gitmek zorunda kalıyorlar. O ülkeler açısından muazzam bir kazanç, bizim için ise korkunç bir kayıp. Örneğin, bu ülkeler eğitimlerine 1 cent bile harcamadan akademisyen, doktor, mühendis ithal etmiş olurken, biz en az 18-20 yıl emek ve para harcadığımız insan kaynağımızı kaybediyoruz. Bu da hem ürünlerin hem de hizmetlerin kalitesizleşmesine sebep oluyor. Her alandaki kalitesizliğin artması da daha çok göçe yol açıyor. Kısacası, kısır bir döngünün içerisindeyiz.

Bu problemin çözülmesi için çok ciddi bir çaba ve kararlılık gerekiyor. Demokrasinin geliştirilmesi, hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi, insanı odağına alan bir kalkınma programının hayata geçirilerek buna uygun ekonomi politikalarının hayata geçirilmesi elzem. Ancak iktidarın yaklaşımına baktığımızda ‘bırakın gitsinler’ şeklinde bir anlayış görüyoruz. Ne acıdır ki muhalefet partileri de sorunun vahametini halka anlatma noktasında çok yetersiz kalıyorlar. Böylece bu sessiz göç sürüyor. Korkarım yakın zamanda hepimiz kendimize başlıktaki soruyu sorup kendi cevabımıza göre bir tercihte bulunmak zorunda kalacağız…

ü