Asıl mesele, Spinoza’nın da tespit ettiği gibi duygulara ilişkin doğru bir yaklaşım ortaya koymaktan geçer. Söz konusu doğru yaklaşım da öncelikle duyguların sahip olduğumuz en temel şeyler olduğunu fark etmektir. Paolo Sorrentino’nun Youth (Gençlik) filminde akılda kalan son derece ilginç bir replik var; karakterlerden biri kendisini pencereden boşluğa bırakmadan önce şöyle diyor; “Duyguların abartılı olduğunu düşünüyorsun ama bu saçmalık. Duygular sahip olduğumuz tek şey.”

Gerçekten de duygular sahip olduğumuz tek şey mi? Duyguların felsefi bir analizini yapmak mümkün mü? Ya da duygular bizi felsefe yapmaya götürür mü?

İnsanları felsefeye yönelten sebepler birbirinden farklıdır. Durduk yere insan felsefi bir sorgulama içine girmez. Düşünme, insanın bir şeyleri dert edinmesi ile başlar. Duygular da bu ‘dertlerin’ başında gelir. Zira, bu dünyada birçok şeyi anlama ihtiyacında olduğumuz gibi hissettiğimiz bazı duyguların da anlamlı bir açıklamasını yapmak isteriz. Neden böyle hissediyorum?

Bazen hissettiklerimize bir anlam vermek güçtür. Ama duygular nefesimizi keser. Duygular yaşam enerjimizi en coşkulu varoluşa yükseltebildiği gibi bazen de bizi içimizdeki karanlığa gömebilir. Üstelik her güçlü duygu bir hafıza yaratır. Bu hafıza zamanla hatırlanmaya değer güzel anılara da dönüşebilir; derin yaralara, iç sızılara da evrilebilir. Dolayısıyla bizi biz yapan bir duygu anlatısı, bir duygu tarihi vardır. Hepimiz bir ömür boyu bu tarih içinde yol alarak aynı zamanda kendi içimizde bu tarihin yarattığı izlerle mücadele ederiz. Bazı ruhlar içinse bu mücadele çok sert ve çetindir. Edebiyat ve sanat bunu ortaya koyan şahane örneklerle doludur. Peki ya felsefe bu konuda ne der, bize ne önerir?

Aslında felsefe antik dönemden beri içsel süreçleri, duyguları anlama ve açıklama, aynı zamanda onlarla nasıl başa çıkılacağını öğretme noktasında birtakım ruhsal alıştırmalar önermektedir. Neticede insan kendi iç denizinde savrulmadan güvenli bir biçimde yol almayı ve zaman zaman kabaran duygularıyla boğulmadan başa çıkmayı öğrenmelidir. Fakat bu öğrenme önce anlamayı gerektirir. Tüm değişimlerin önce anlamayı gerektirmesi gibi.

Duygular, felsefe tarihinde birçok düşünürün inceleme alanına girmesine rağmen onları ötekileştirmeyen bir bakış çok az düşünürde karşımıza çıkar. Çoğunlukla duygular akıl karşısında hiyerarşik olarak daha aşağıda konumlandırılır, beden ve ona ait süreçlerle birlikte insanın egemen olması gereken yanını ifade eder. Duygular bedene ait süreçlerdir, dolayısıyla doğal, hayvani ve karanlık tarafımızla bağlantılıdır.

Filozofların aklı ve bilinci bedenden ve duygusal süreçlerden soyan bu bakış açısı nihayetinde insanı da neredeyse bir akıl varlığı olmakla özdeş kılmıştır. Hatta tek tanrılı dinlerin de bu bakımdan aynı bakış açısını izledikleri görülür. Monoteistik inanışta Tanrının suretinde yaratılmış olmak Tanrısal akıldan pay almakla ilişkilendirilir. Beden ve duygusal süreçler hiyerarşik olarak bizi hayvana ve doğaya daha yakın tutan özelliklerdir. Antik Yunan’da kırların Tanrısı olarak karşımıza çıkan Pan aslında içgüdüsel ve doğal yanımızı temsil eder. Pan’ın Orta Çağ mitolojisinde şeytanla benzer şekilde betimlenmesi, insanın doğal, dürtüsel yanının ötekileştirilmesine mükemmel bir örnektir. Aslında tüm bu yaklaşımlar duygulara gereğinden daha az önem vererek onların gücünü görmezden geliyor değildir. Tam tersine duyguların gücünün farkında olarak onların her ne pahasına olursa olsun dizginlenmesi gerektiğini savunan yaklaşımlardır. Fakat asıl mesele, Spinoza’nın da yerinde bir şekilde tespit ettiği gibi duygulara ilişkin doğru bir yaklaşım ortaya koymaktan geçer. Söz konusu doğru yaklaşım da öncelikle duyguların sahip olduğumuz en temel şeyler olduğunu fark etmektir.

Varoluşçu düşünürlerin şunun altını çizmeleri önemlidir; anlam verili değil, yaratılan bir şeydir. Belki de bu bakımdan anlam, Nietzsche’nin söylediği gibi felsefi hakikati aşan, sanata yükselen bir şeydir.
Peki felsefeyle kurduğumuz ilişki duygular bağlamında bir çeşit ruhbilimi olarak düşünülebilir mi? Ya da bu bakımdan bir felsefi psikoloji mümkün mü? Elbette psikolojinin bir bilim olarak ortaya çıkmasından çok önce felsefeyle bu çeşit bir ilişkilenme de pekâlâ mümkündü. Hâlâ da mümkün. Bu bağlamda Augustinus’un yaklaşımı son derece çarpıcı bir felsefi psikolojiyi yansıtır. Özellikle Confessiones (İtiraflar) adıyla kaleme aldığı eseri, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı kadar etkileyici bir ruhsal analiz ortaya koyar. İtiraflar’ında Augustinus çalkantılı ve karmaşık duygusal dünyasını son derece dürüst ve samimi bir yaklaşımla anlamaya ve açıklamaya çalışır. Onun Tanrı karşısında itirafları aslında kendi gerçek benliğini arayışı, kendi sislerinden arınma mücadelesidir. Bu açıdan da hayranlık uyandırıcıdır. İlginç olan şu ki, Augustinus’u Azizlik mertebesine çıkaran Hıristiyanlık duyguları ve dürtüsel yanımızı dizginlemeyi salık verirken diğer yandan da bizi bu açıdan sağaltacak yollar geliştirmiştir. Hıristiyanlığın “itiraf etmek hepimize iyi gelir” anlayışı modern psikolojideki yaklaşımlarla bilhassa psikanalizin bakış açısıyla paralellik gösterir.

Varoluşçuluk da yirminci yüzyılda kaygı problemine yoğunlaşarak felsefenin sorunlarını psikolojik bir zemine çekmiş, dünyayı ve varoluşumuzu felsefi açıdan dert edinmemizin belli duyguların kendilerini açık etmeleriyle ortaya çıktığının altını çizmiştir. Buna göre, sıkıntı, huzursuzluk, iç bunaltısı gibi duygular bizi yaşamın anlamını düşünmeye götüren duygulardır. Bu duyguların felsefi bir sonucu olarak beliren modern nihilizm, ilkçağ septisizmindeki epistemolojik nihilizmden farklı olarak varoluşsal bir karaktere sahiptir ve kökeninde dünyayla duygusal ve anlamlı bir bağ kuramamak yatar. Varoluşçu düşünürlerin şunun altını çizmeleri önemlidir; anlam verili değil, yaratılan bir şeydir. Yaratılan bu anlam dünyanın açıklanamayan saçmalığına rağmen var olma iradesi gösterebilmektir. Belki de bu bakımdan anlam, Nietzsche’nin söylediği gibi felsefi hakikati aşan, sanata yükselen bir şeydir.

Yaşadığımız hiçbir an’a, duyguya hak ettiği değeri vermiyoruz artık. Byung-Chul Han’ın deyimiyle, “aşırı enformasyon ve aşırı iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisi.”

Aklı merkeze alan felsefe geleneğindeki filozofların çoğu, duyguları ötekileştirse de başta söylediğim gibi bedeni ve duyguları merkeze alan, bu bakımdan zihni bedenle ve duygularla bağlantılı düşünen birçok yaklaşım da öne çıkar. Örneğin Spinoza upuygun ya da değil her tür bilginin temeline bedendeki etkilenimlerle ortaya çıkan hayal gücünü yerleştirir. Buna göre, zihnimizde oluşan ilk fikir bedenin fikridir. Başka bir deyişle, zihnimizde oluşan ilk fikir bedendeki belli bir duygulanımın ne olduğunun fikridir. Spinoza aynı zamanda bedenin, aklın idaresine başvurmadan kendi başına yapabildiği çok şey olduğunu belirtir ve duyguların aklın üzerinde muazzam bir gücü olduğunu ortaya koyar. Günümüzde de yaygın bir yaklaşım olarak aklımızı duygularımızdan bağımsız işlettiğimizi düşünürüz. Halbuki akıl çoğu zaman bilinçsizce en derin duygularımızın tatminine yönelir.

Elbette bugün modern farmakolojinin sunduğu ilaçlar ve farklı psikoloji uygulamaları, duyguları anlama ve onlarla başa çıkmada yadsınamayacak önemde bir destek sunsa da, bazı şeyleri daha geniş bir bakış açısıyla analiz etmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla felsefeyi etkili bir ruhsal terapi olarak ele almayı değerlendirmeliyiz. Örneğin bugün iletişim teknolojilerinin yarattığı aşırı enformasyon ve şeffaflık her şeye olduğu gibi duygulara da “sergi değeri açısından bir anlam” atfetmektedir. Yaşanan mutluluk ve sevinç görünür olduğu sürece anlamlı hale gelmektedir. Bu durum, çekilen acı için de geçerlidir. Bir zamanlar, dünyayla anlamlı bir bağ kuramadığını hisseden insanın kaygısının, huzursuzluğunun, derin iç sıkıntısının bir anlamı vardı. En azından bu duyguları üzerinde düşünecek mesafe, yalnızlık ve yoğunlaşma geliştirebiliyordu. Şimdi ise anlam arayışı yerini görünür olmaya bıraktı. Görünür olmak için sonu gelmeyen bir meşguliyet içindeyiz. Duygusal olarak kendimizi sakatladığımızın farkında bile değiliz. Çünkü yaşadığımız hiçbir an’a, duyguya çarçabuk görünür olmadığı sürece hak ettiği değeri vermiyoruz artık. Kendisini sürekli teşhir etme telaşında bir öznenin kendi varlığıyla, duygularıyla, iç dünyasıyla hakiki ve anlamlı bir bağ kurabileceğini söylemek güç. Byung-Chul Han’ın deyimiyle, “aşırı enformasyon ve aşırı iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir.”[1]

Dünyanın talep ettiği hıza ve etkileşime meydan okuyarak, kendimize doğru bir şekilde yoğunlaşabileceğimiz bir varoluşu sürdürmeye daha fazla ihtiyacımız var. Duyguları onlara gereken önemi verecek kadar abartalım, çünkü sahip olduğumuz tek şey onlar.

---

Kaynaklar Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları: İstanbul, 2018.

ü

[1] Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları: İstanbul, 2018. s. 23
Editör: Iraz Yaşar