Türkiye’nin ekonomide yaşadığı sorunların kaynağı ekonomik değişkenler kullanılarak açıklanmaya ve bu değişkenlerin dâhil edildiği formüller üzerinden çözümler üretilmeye çalışılsa da, gerçekte ekonomik sorunların kaynağı bu sorunları yaratan ve değişmesi beklenmeyen anlayıştır. Yönetime duyulan derin güvensizlik kök sorundur.

Bir önceki yazıda önümüzdeki 3 aya ilişkin döviz kuru, enflasyon ve faiz oranlarına ilişkin beklentilerimi paylaşmıştım. Geleneksel politikalara dönüş konusunda kararlı ve inandırıcı adımların atılması ve kura müdahalelerin sonlandırılmasını içeren pozitif senaryo doğrultusunda bu öngörüleri açıklamıştım. Ancak baz senaryo tamamen farklı olup, yazının sonunda değinilecektir.

Peki, döviz kuru özelinde öngörülerimizin dayanakları nelerdir?

DÖVİZ KURU

Döviz kuru tahminlerine yönelik dile getirilen ve haklılık payı bulunan ‘adil değer hesaplamasının yapılamayacağı’ yönündeki görüşler, iktisadi birimlerin tahmin ve beklentilerle yön belirlemesi nedeniyle fiiliyatta karşılık görmemekte ve hesaplamalar dile getirilmektedir.

Döviz kuruna ilişkin hesaplamalarda, ders kitaplarına/literatüre konu yöntemler kullanılmaktadır. Uluslararası mal ticaretini esas alan ilk yöntemde (Satın Alma Gücü Paritesi), kura konu para birimlerinin ait olduğu iki ülkenin enflasyonu arasındaki fark kadar kurda değişim olacağı öngörülmektedir.

Bu yöntemin temel sakıncaları; döviz arz ve talebine önemli tesirlerde bulunan finansal işlemleri ve yatırım saiklerini göz ardı etmesi ve iki farklı ülkenin (iki para biriminin) içerdiği farklı riskleri dikkate almamasıdır.  Ayrıca bu tür bir ölçüm için sağlıklı ve güvenilir enflasyon hesaplamalarının yapılması da gerekmektedir.

İkinci yöntem ise (Faiz Haddi Paritesi), ilk yöntemin boşluklarını gidermeyi amaçlayarak yüksek hacimlere sahip finansal piyasalardaki işlemlere odaklanmakta, yatırım araçları arasındaki faiz (getiri) farkı üzerinden döviz kurunu belirlemeye yönelmektedir.

Bu yöntemin temel sakıncası ise, her riskin ya da beklentinin faiz içinde fiyatlandığını ve faizin serbest piyasa koşullarında sağlıklı şekilde oluştuğunu varsaymasıdır. Ayrıca Türkiye gibi ülkelerde her finansal değişken gibi faizin de yüksek oynaklığa sahip olması ve bu nedenle ileriye dönük tahminlerdeki yanılgı payının yüksekliği de bir zayıflıktır. Geçmişe bakılarak faiz oranları arasındaki farktan hareketle bugünkü kuru saptamak ya da bugünün kurunu, gelecekte alınacak, ancak bugünkü koşullarda belirlenmiş faiz oranına göre belirlemek (dolayısıyla dönem başında, işlem anında reel getiriyi henüz bilememek) bazı sakıncalar içermektedir.

İlk yöntem iki ülkenin tek para sistemine dayandığını varsaymakta (oysa Türkiye çift paralı bir sisteme sahiptir.); ayrıca döviz piyasasındaki işlem hacminin tamamına yakınını oluşturan finansal piyasa işlemlerini göz ardı etmektedir. İkinci yöntem ise faizin sağlıklı bir piyasada oluştuğu ve tüm risklerin fiyatlandığı gibi Türkiye için geçerli olmayan koşullara dayanmaktadır.

Döviz kurunu iki tarih arasındaki enflasyona ve faize endekslemenin temel zaafı, kura tesir eden diğer bazı değişkenleri ihmal etmektir. Kontrollü olarak saptanan dönem başı-sonu döviz kuru ve tartışmalı enflasyon oranının değişmediği senaryolar üzerinden ilerlersek, ilk senaryoda, TCMB rezervlerinin negatife döndüğünü, ikinci senaryoda rezervlerin aynı düzeyde kaldığını varsayalım. Ya da ilk senaryoda siyasi risklerin belirgin şekilde artığını, ikinci senaryoda risklerin azaldığını düşünelim. Veya ilk senaryoda dış ticaret açığının makul, ikinci senaryoda yüksek olduğunu öngörelim. Hâlihazırda yapaylaştırılmış kurun adil değerini, yine yapaylaştırılmış faiz ve enflasyon oranları üzerinden hesaplayarak belirttiğimiz her senaryoya aynı adil kur düzeyini önerebilir miyiz?

Artık oyunun hâkimi piyasadır, piyasa yönü çizecektir. Artık bundan sonra konulacak tüm sınırlar piyasaya bu sınırları aşma, ucuza döviz alma ve kolay kazanç sağlama imkânı sunacaktır.
PRATİKTE DENGE DÖVİZ KURU

Öncelikle Türkiye’nin kendine özgü şartlarında döviz kurunda denge kavramına hangi anlamı yüklediğimizi açıklayalım. Denge kur düzeyi; döviz kurunun piyasa koşullarında saptandığı, enflasyon etkisi haricinde ileriye dönük keskin kur artışlarının ya da dalgalanmaların beklenmediği bir seviyedir.

Döviz kurunun nasıl belirlendiğine ilişkin sorunun cevabı, olağan piyasa şartlarında arz ve taleptir. Türkiye’de döviz bir işlem ve yatırım aracı olarak bir ulusal paranın tüm işlevlerini TL’den daha iyi yerine getirmektedir. Örneğin, Nisan sonu itibarıyla, bankacılık sektörü bilançolarında, KKM dâhil yabancı kaynakların (özkaynak hariç pasifler) %62,4’ü, mevduatın %65’i dövize dayalıdır. Döviz kredilerine getirilen sınırlamalar nedeniyle aktifler içinde bu oran %38’dir.

Mevcut durumda, TCMB kamu bankalarını kullanarak döviz kuruna aralıksız müdahale etmekte; farklı araçlarla (KKM, kredi sınırlamaları, ihracatçılara döviz satış baskısı, para transferlerine kısıtlama gibi) döviz talebini görünürde ve şimdilik baskılamaktadır. Sonuç olarak, ülkeye ticaret ve finans kanallarından giriş yapan sınırlı ve yetersiz bir döviz arzı ve baskılanmış yüksek bir döviz talebi mevcuttur.

Oyun değiştirici bir gelişme meydana gelmiştir. Ekonomi yönetimi geleneksel politikalara döneceğini net olarak beyan etmiştir. Bunun uygulanabilirliğine dönük tartışmayı bir kenara bırakalım. Konumuz açısından ve önümüzdeki 3 aya kadar vadede bu beyanın önemi, bu politikaların uygulanıp uygulanmayacağı ya da ne kadar süre tatbik edileceğine dayanmamaktadır. Çünkü bu beyan, piyasadaki müdahaleci düzenleme ve kısıtların o veya bu şekilde gevşetileceğini söylemektedir. Yani yönetim, bugünkülere göre daha sıkı tedbirler almayacak, sopa göstermeyecek ve farklı derecelerde serbestleşme sağlayacaktır.

Böylece ekonomi yönetimi kendisini bağlamış ve elini açık etmiştir. Artık oyunun hâkimi piyasadır, piyasa yönü çizecektir. Artık bundan sonra konulacak tüm sınırlar piyasaya bu sınırları aşma, ucuza döviz alma ve kolay kazanç sağlama imkânı sunacaktır. Örnekle somutlaştıralım.

Mevcut koşulların değişmediğini, yani tükenmiş rezervler üzerinden TCMB’nin döviz piyasasına müdahale ettiğini, banka-şirket-bireylerin döviz talebini kısıtladığını düşünelim. Bu koşullarda, eğer dolar kuru birkaç gün içinde 25 TL ve akabinde 27 TL’ye yükselirse sizce kimse elindeki dövizi satar mı? Elbette ki hayır. Peki kimse dolar artık yükselmez diyebilir mi? Tabii ki hayır.

Çünkü döviz piyasasındaki müdahale ve kısıtlara rağmen dolar bir seviyeye yükselmiştir; ekonomi yönetimi de bu müdahale ve kısıtların kaldırılacağını beyan ettiğine göre demek ki piyasa serbestleşirse ilave talep realize olacak ve dolar kuru daha da artacaktır. Elbette sonraki aşamalarda bir gerileme olması da mümkündür. Peki koşullar aynen devam ederken dolar kuru 30 TL’ye çıkarsa yine mi aynı şeyi söyleyeceğiz? Evet, yine aynı akıl yürütme işleyecektir.

Burada altını çizmek istediğimiz nokta şudur. Piyasaya müdahaleler sürdüğü ve talep baskılandığı müddetçe kurun geleceği hiçbir nokta yüksek olarak addedilemez. Kimse yukarıda kısaca açıklanan basit bir enflasyon farkı hesaplamasıyla bir düzeyi pahalı olarak nitelendiremez. Aksine, yükselen kurun daha da yükseleceği beklentisi güçlenir. Üstelik aylık 10 milyar USD’yi aşan dış ticaret ve 5 milyar USD’yi aşan cari açık ağırlıkla rezervlerle tamamlanırken ve swap hariç rezervler negatif değerlerde sürekli ilerlerken kaygılar daha da artacaktır.

Bu koşullarda, eğer dolar kuru birkaç gün içinde 25 TL ve akabinde 27 TL’ye yükselirse sizce kimse elindeki dövizi satar mı? Elbette ki hayır. Peki kimse dolar artık yükselmez diyebilir mi? Tabii ki hayır.

O zaman ekonomi yönetiminin izleyeceğini taahhüt ettiği senaryoyu içeren ikinci örneğimize geçelim. Eğer piyasada serbestleşme sağlanırsa ve kura müdahale sonlandırılırsa kur hangi düzeye kadar çıkabilir? Öncelikle bu senaryoda ülkeye yabancı sermaye girişinin olup olmadığı ve hangi tutarda olacağı belirleyicidir. Diğer yandan, kur artışının dış ticaret açığını hangi düzeyde küçülteceği de dikkate alınmalıdır.

Kanaatimiz; süratli ya da birkaç aya yayılabilecek serbestleşme adımlarının ilk etapta (ilk 3 ayda) dolar kurunun rahatlıkla 30 TL’yi aşmasını engelleyemeyeceğidir. Baskılanmış ve birikmiş talebin realize olması, iktidara duyulan güvensizlik, sermaye girişlerinin hızla çıkışa yönelebileceği beklentisi gibi gelişmeler bu duruma sebebiyet verecektir.

Ülkeye girecek yabancı sermayenin, (senaryomuzda öngörülen kura müdahalelere son verilmesi şartına aykırı olarak) rezerv biriktirme yerine yine piyasaya müdahale yoluyla heba edilmesi hâlinde, kısa bir süre daha kur baskılansa bile, bu durum en başta giriş yapan sermayenin güvenini zedeleyecek ve ileride şiddetli kur şoklarına maruz kalınacaktır. İnandırıcılık ve kararlı duruş tesis edilir, bir miktar yabancı sermaye girişi sağlanır ve bu durum rezervleri güçlendirmede kullanılırsa, 30 TL üzerindeki bir noktadan sonra kurun artık enflasyon düzeyinde bir artışı yansıtacağını belirtebiliriz.

Peki serbest piyasa koşullarına geçildiğinde, dolar kurunun 3 ay içinde 30 TL’yi aşması uç bir beklenti olarak kabul edilebilir mi? Hayır. Çünkü kurun 25 TL dolayında dengeleneceğini öngörenlerin bir kısmı dış ticarette taraf olan kesimlerin beklentilerini dikkate alırken, kimileri ise resmî enflasyon verisini kullanmaktadır. Oysa tüm bu teori veya varsayımlar tek paralı ve sağlıklı piyasa sisteminin işlediği, enflasyonun doğru ölçüldüğü ülkeler için geçerlidir.

Türkiye gibi ülkelerde, döviz sadece ticari işlemlerde kullanılan bir ödeme aracı değil, daha da önemlisi bir varlık ve yatırım aracı, çok daha önemlisi sağladığı likidite ve sunduğu riske karşı korunma özelliği nedeniyle diğer alternatiflerden ayrışan bir üründür. Ülke içinde döviz arzının bir süre daha sınırlı kalacağına dönük güçlü beklenti de döviz talebini teşvik etmektedir.

Göreli fiyatlar üzerinden diğer mal ve gayrimenkul gibi reel varlıklarla karşılaştırıldığında dövizin şu anda en ucuz varlık olduğunu düşünmekteyim. Son 2 yıl içinde (döviz kadar likit ve riskten korunma özelliği taşımayan) mal ve gayrimenkul fiyatlarındaki artışla bir karşılaştırma yapıldığında bu durum görülecektir. Tüketimi esas alan enflasyona konu mal grubu ile değil, dayanıklı mallar ve yatırıma konu mal grubu ile karşılaştırma yapılmalıdır.

Sorun öyle bir hâle gelmiştir ki, enflasyonu (gerçekleşen ve beklenenden yüksek olanı) belirgin şekilde aşmayacak bir faiz oranı dövizden TL’ye dönüşü teşvik edemeyeceği gibi, yabancı sermaye üzerindeki tedirginliği de kaldırmayacaktır.  

Yukarıda denge düzeyine atfettiğimiz anlam doğrultusunda elbette 30 TL’den düşük bir düzey oluşabilecektir. Kritik nokta; döviz kurunun piyasa koşullarında bir düzeye ulaşması ve izlenen politika kaynaklı risklerin azaldığının geniş kesimlerce kabul edilmesidir. Böyle bir ortamda oluşan herhangi bir kur düzeyi görece dengeyi ifade eder.

Tabii bu noktada dile getirilebilecek bir soru şudur: neden döviz kurunun belirlenmesinde faize atıf yapmadığımız ve politika faizi yüksek tutulursa kurun örneğin 25 TL’de tutulup tutulamayacağıdır? Döviz kurlarında ilk denge oluşumunda faizin bir etkisi olmayacaktır. Bu konuyu açalım.

FAİZ ORANININ KURA ETKİSİ

Döviz kurları öylesine yapaylaştırılmıştır ki, ancak piyasa koşullarında (seviyesini bilmediğimiz) dengenin oluşması sonrasında olağan şartlarda kurun belirleyicileri dikkate alınabilecektir. Teknik bir dille, denge düzeyinin oluşumu ve denge düzeyinin değişimi ayrı konulardır.

Şu an itibarıyla konuşulan faiz oranlarının kur üzerinde bir etkisi bulunmayacaktır. Sorun öyle bir hâle gelmiştir ki, enflasyonu (gerçekleşen ve beklenenden yüksek olanı) belirgin şekilde aşmayacak bir faiz oranı dövizden TL’ye dönüşü teşvik edemeyeceği gibi, yabancı sermaye üzerindeki tedirginliği de kaldırmayacaktır.

Yatırımcıyı ve tasarruf yapanı ilgilendiren faiz oranı; piyasa koşullarında saptanmış ve piyasa faizi olarak nitelendirilen tahvil, mevduat ve kredi faizleridir. Hâlihazırda, TCMB başta tahvil alım zorunluluğu olmak üzere farklı düzenleme ve şifahi yönlendirmelerle bankacılık sektöründeki faizleri baskılamakta, tahvil piyasasındaki faiz oluşumunu da yapaylaştırmaktadır.

İç talebe etkisi üzerinden enflasyonla mücadelenin bir göstergesi olarak yakından izlenen politika faizi ise; TCMB ve bankalar arasındaki işlemlere doğrudan hitap etmekle birlikte esas itibarıyla parasal aktarım mekanizması üzerinden piyasa faizlerini ve toplam talebi etkilemeyi amaçlayan bir araçtır. Politika faizindeki bir artış, para politikasının duruşunu ve yönelimini göstermesinin yanında bankaların sınırlıda olsa kaynak maliyetini artırmakta, bu ise kredi faizlerine yansımaktadır.

TCMB’nin, serbest piyasa koşullarında özünde içsel olan politika faizini dışsal bir değişken olarak kabul ederek ve enflasyon, parasal genişleme ve kredi gibi göstergeleri yok sayarak ekonominin gerçeklerinden kopuk şekilde politika faizini saptaması nedeniyle bu faizin piyasa faizleri üzerinde bir etkisi kalmamıştır.

TCMB ve politika faizinin gücü, ekonominin gerçeklerine uygunluk düzeyi ile paraleldir. Siz gerçeklerden koptuğunuz zaman itibarınız ve yol göstericilik kabiliyetiniz kalmamaktadır. TCMB piyasa koşullarına müdahale ederek, tahvil alma zorunluluğu, kredi faizlerine örtülü sınır ve KKM gibi uygulamalarla piyasa aktörlerini hizaya getirmeye çalışmaktadır. TCMB’nin politikaları, gösterilen sopalar nedeniyle bir noktaya kadar mecburen dikkate alınmaktadır. Bankalar hâlihazırda sınırlı miktarda kredi kullandırırken, geniş kesimlerin kredi talebine cevap vermeyerek aktif kalitesini, gelecekteki fonlama maliyetini ve sermaye yeterliliğini korumaya yönelmektedir.

TCMB, eğer kura müdahaleyi bırakır ve politika faizini hemen ya da birkaç ay içinde %30’a yükseltirse bunun döviz kuru üzerinde bir etkisi olur mu? İlk birkaç hafta haricinde olmaz.

Peki, politika faizindeki artışa paralel olarak piyasa faizleri de benzer bir yükseliş gösterirse ve piyasa faizleri üzerindeki kısıtlar kaldırılırsa döviz kuru yönlendirilebilir mi? Mesele mevduat ve kredi faizlerinin hangi noktaya kadar yükseleceğidir. Çünkü hâlihazırda mevduat faizleri %50’ler düzeyine yaklaşmıştır. Politika faizinin gerçekleşen ve beklenen enflasyonun oldukça altında bir oran olan %30 düzeyine yükseltilmesi aynı şekilde piyasa faizlerine yansımayacaktır.

Bu nedenle politika faizindeki artışın, kısmi piyasa faizi artışı üzerinden döviz kuruna yansıması birkaç haftayla sınırlı kalacaktır. İlk 3 ay döviz kuru kendi rotasında ilerleyecek ve faizden değil, kur düzeyinden etkilenecek döviz talebi ve döviz arzına (yabancı sermaye girişleri dâhil) göre şekillenecektir.

3 ay sonrasında ise (istikrarlı ve kararlı politikaların sürdürülmesi şartı ile) faizin umulan etkisi açığa çıkmaya başlayacaktır. Faiz; enflasyon beklentisi, risk primi (amacı ve kapsamı farklı olan CDS’i aşan bir risk tanımı) ve reel faiz (tasarruf-yatırım dengesi) üçlüsünden oluşmaktadır.

Türkiye özelinde, enflasyonun katılığı, enflasyondaki dalgalanmanın yüksekliği ve mevcut enflasyonun beklentileri şekillendirmedeki gücü nedeniyle sadece beklenen değil, gerçekleşen enflasyon da dikkate alınmalıdır. Hatta yüksek risklerden kaynaklı olarak beklenen ve gerçekleşen enflasyondan yüksek olanı hesaplamalara dâhil edilmelidir.

%30’luk bir politika faizinin önümüzdeki 3 ay içinde döviz kuruna etkisi beklenmemelidir. Çünkü politikalara güven için zamana ihtiyaç vardır ve Türkiye’nin yüksek riski kısa sürede azalmayacaktır. Normal koşullarda politika faizinde yüksek bir artış, para politikasının kararlı duruşu üzerinden beklenen enflasyonu düşürme yönünde bir etki yaratsa da Türkiye bir girdabın içinde debelendiğinden ilk aşamada bu etki zayıf kalacak ve gelecekteki ilave adımlar beklenecektir. Hatta politika faizindeki artış miktarı yetersiz bulunarak, enflasyonla mücadele niyetinin bulunmadığı şeklinde ters yönde bir algı yaratılması da mümkündür.

Peki, dolar kuru 30 TL olsa ve politika faizi %30’a yükseltilse belirtilen denge kuru sağlanmış olacak mıdır? Yani ileriye dönük keskin kur artışının beklenmediği safhaya geçilmiş olunacak mıdır? Sadece bu iki gösterge yetersizdir. Çünkü rezervlere, yabancı sermaye girişine, politikaların sürdürülebilirliğine göre yorumlar değişecektir. Bu ilave göstergelerde düzelme olmadıktan sonra, 30 TL’lik kur ve %30’luk politika faizi yetersiz kalacaktır.

Ayrıca yukarıda da işaret ettiğimiz üzere %30’luk politika faizi zaten yetersizdir. Bir ihtimal enflasyon beklentilerinin de bu orana indirilmesi ve ciddi bir güven tesisi hâlinde bu oran bir anlam kazanabilecektir.

Kuru baskı altında tutarak, önce politika ve piyasa faizlerini artırmak ve akabinde döviz piyasasını serbestleştirmek seçeneği de yukarıda belirttiğimiz faktörler nedeniyle döviz kurundaki artışı durduramayacaktır. Döviz talebinin ve risklerin, enflasyonun oldukça altındaki faizlerle dizginlenmesi zordur.
PİYASA-EKONOMİ YÖNETİMİ DANSI

Yukarıdaki faktörlerden beslenen nedenlerle piyasanın ekonomi yönetimiyle nasıl ‘oynayacağını’ da unutmamamız gerekmektedir. Örneğin, şu anda piyasa aktörleri, politika faizinin %25 veya %30’a çekilmesinin önemli bir adım olduğunu ve kritik sorunları çözeceğini beyan etmektedir.

Bu beyanlar özünde bir ölçüde doğrudur; ama pratikte bir bakıma ‘tuzaktır.’ Çünkü eğer politika faizi bu oranlara çekilirse, ilk bir kaç hafta muhtemelen ekonomi yönetimine büyük övgüler dizilecek ve piyasa fiyatlamalarında kısmi normalleşme, belki döviz kurunda önemsenmeyecek bir gerileme meydana gelecektir.

Ancak bir kaç hafta sonrasında, bizim yukarıda belirttiğimiz faktörlere işaret edilerek, örneğin gerçekleşen enflasyon ve beklentiler, sınırlı kalacak yabancı sermaye girişinin TCMB’nin rezervlerini onarmada kullanılması ihtiyacı, ekonomi politikasının sürdürülebilirliğine ilişkin riskler gündemde tutularak %30’luk politika faizinin yeterli olmadığı ve bu oranın yükseltilmesi istenecektir.

Faiz yükseltme talebi enflasyonun (gerçekleşen ve beklenenden yüksek olanı) üzerinde bir faiz verilinceye (pozitif reel faiz) kadar aşama aşama devam edecektir. Siyasi veya başka bir nedenle bu yükseliş sürecinde bir kesinti olursa sürecin işleyişi bozulacak ve ertelenen krizle yüzleşilecektir.

Ekonomi yönetimi kademeli geçişle birlikte artık ipleri piyasanın eline vermiş olacak ve yolundan döndüğü anda darbe alacaktır. Piyasa test etmeyi ve kendisinin geleceği okuması üzerinden fiyatları belirleme gücünü etkili şekilde kullanacaktır. Kimse %25-30’luk politika faizi ile bu oyunun biteceğini düşünmemelidir. %25-30’luk faiz, oyunun başlangıcıdır. Kademeli geçişi tercih etmekle Türkiye, birilerine spekülatif kazanç sağlanan bir oyun alanına dönüşecektir. Oyunun kazananı ve kaybedeni baştan bellidir.

Diğer yandan, kuru baskı altında tutarak, önce politika ve piyasa faizlerini artırmak ve akabinde döviz piyasasını serbestleştirmek seçeneği de yukarıda belirttiğimiz faktörler nedeniyle döviz kurundaki artışı durduramayacaktır. Döviz talebinin ve risklerin, enflasyonun oldukça altındaki faizlerle dizginlenmesi zordur.

Diğer yandan, 30 TL düzeyine doğru bir dolar kuru artışı yüksek enflasyonun yanı sıra KKM üzerinden 1 trilyon TL’yi aşan bir yük yaratacaktır. Bu yükün önemli bir kısmı bütçeden değil, TCMB kanalıyla ödenecektir. Bu nedenle ekonomi yönetiminin amacı yüksek sermaye girişi ile kuru bir süre daha kontrollü yükseltmek ve uygun bir zamanda KKM’ye son vermektir.

Bu stratejinin yönetilmesi ise oldukça zordur. Öncelikle bu sürecin ne kadar süre devam edeceği belirsizdir; çünkü KKM’den dövize dönüşü engellemenin yolu sadece yüksek faiz vermek olmadığı gibi, risk algısını yönlendirmekte sadece ekonomi yönetiminin gücüne bağlı değildir.  KKM’nin yükünü sınırlamak için başvurulacak kontrollü bir sistem, her an döviz kurlarında şok hareketler yaşanabileceği kaygısıyla yabancı sermaye girişini caydıracaktır.

YABANCI SERMAYE

Türkiye faiz ve kurdan birini artırarak sorunu çözme noktasından uzaktır. İki değişkendeki keskin artışlar dahi yeterli değildir. Kur ve faiz denkleminde, faizin kuru baskılama gücü mevcut ortamda çok sınırlıdır. Çünkü ödemeler dengesindeki yapısal bozukluk, rezervlerin düzeyi, %7’leri rahatlıkla aşacak yüksek bütçe açığı ve risk-güvensizlik kaynaklı döviz talebi gibi faktörler faizin olağan bir ekonomide gösterebileceği işlevi kısıtlamaktadır.

Bu denklemde tek oyun değiştirici değişken yabancı sermaye girişidir. Türkiye’nin yüksek döviz ihtiyacına paralel bir yabancı sermaye girişi beklentisi ise abartılıdır. Kur ve faiz artışıyla yüksek seviyede yabancı sermaye çekme beklentisi hayal kırıklığı yaratabilecektir.

Yabancı sermayenin, giriş için önden bir devalüasyon beklemesi ya da arka kapı diplomasisi ile girişten sonra devalüasyon benzeri bir kur atağına izin verilmeyeceği taahhüdünü alması kendisi açısından olağan ve makul bir talep olacaktır.

Portföy niteliğinde yabancı sermaye girişinin etki yaratma süresi de tartışmalıdır. Ülkeye giriş ve çıkışın önündeki mevcut/muhtemel engellerin tamamen kaldırılması ve piyasalara müdahalenin azaltılması taahhüdünü alarak giriş yapacak sermayenin, ucuz varlık fiyatlarının bulunduğu ulusal piyasalarda 3-5 aylık sürede yüksek bir kazanç sağlayarak çıkması kuvvetle muhtemeldir.

Ayrıca, yabancı sermayenin girişi için piyasaların serbestleştirilmesiyle açılan kapıdan, siyasi riskler nedeniyle bu serbestleşmeyi fırsat olarak görecek yurt içi kesimin bir bölümünün çıkışı da mümkündür.

Yapılan yanlışların ve izlenen akıl dışı politikaların bedeli ödenmeden düzlüğe çıkış mümkün değildir. Mesele, bu bedelin toplumun farklı kesimleri arasında paylaştırılmasıdır.  
ROTA

Piyasanın taleplerine boyun eğilmesini ve bunun yapılmaması hâlinde iplerin kopmasını içeren ve istenen başarıyı sunması mümkün olmayan kademeli geçiş, finans sektörünün haksız kazanç elde edeceği ve reel sektörün zarara uğrayacağı bir tercihtir. Bu nedenle ‘finansal istikrar’, ‘kredi akışı’ ve ‘reel sektörün desteklenmesi’ gibi kavramlar üzerinden finans sektörü hararetle kademeli geçişi talep etmektedir.

Gerek reel sektörün konuyu okuyamaması, gerekse finans sektörünün etkisindeki bürokrasi, medya ve lobilerin bastırmasıyla gerçekler tersten sunulmaktadır. İktidar, kademeli geçişin albenisine kendisini kaptırmıştır.

Türkiye, (-) Ya 2 yıl süresince reel ekonomide daralma ve/veya sıfır dolayında büyüme ve kontrol altına alınmış %30 düzeyinde bir enflasyonla yüzleşecek (daha da yoksullaşma) ve sonrasında büyüme ve düşük enflasyona geçişi sağlayacak, (-) Ya da yanlış politikalarda ısrar ederek keskin bir küçülme, bir ihtimal döviz krizi ve üç haneli enflasyonla (çok yüksek yoksullaşma) yüzleşerek dip yapacaktır.

Yapılan yanlışların ve izlenen akıl dışı politikaların bedeli ödenmeden düzlüğe çıkış mümkün değildir. Mesele, bu bedelin toplumun farklı kesimleri arasında paylaştırılmasıdır.  Hızlı geçişle birlikte, bütçeye ek maliyet oluşturmaksızın (ekonominin işleyişini bozmadan yükü belirli kesimlere aktararak) sanayi sektörünü ve dar-orta gelirli kesimleri koruyacak adımların atılması mümkündür. Bu konuda önceki yazılarımızda kapsamlı değerlendirmeler ve öneriler yapılmıştır.

Türkiye’nin ekonomide yaşadığı sorunların kaynağı ekonomik değişkenler kullanılarak açıklanmaya ve bu değişkenlerin dâhil edildiği formüller üzerinden çözümler üretilmeye çalışılsa da, gerçekte ekonomik sorunların kaynağı bu sorunları yaratan ve değişmesi beklenmeyen anlayıştır. Yönetime duyulan derin güvensizlik kök sorundur.

Normalleşme yönünde keskin adımların atılmasına karşı bir direnç bulunduğunun sinyalleri alınmaktadır. Mevcut normalleşme girişiminin başarısızlığa uğraması hâlinde, siyasi iktidar bunu bir fırsata çevirerek ve kamuoyu oluşturmada bir argüman olarak kullanarak siyasal dönüşüme benzer bir başkalaşımı finansal piyasalar üzerinden ekonomik sistemde gerçekleştirmeye yönelecektir.

9 Nisan tarihli yazımızda öne çıkardığımız üzere, yarım ve aksak yürütülerek farkında olunmadan başarısızlığı hazırlanacak bir serbestleşme denemesinden sonra en geç bir yıl içinde (yerel seçim sonrasında) ekonomik sistemde başkalaşıma geçilecektir. Siyasal sistemin ilerlemekte olduğu yön ekonominin rotasıdır.