Kılıçdaroğlu ve muhalefet partileri sosyolojiyi doğru okuyamadıkları ama en önemlisi seçim kazanma noktasında çok ciddi stratejik hatalar yaptıkları için kaybettiler. Ama muhalefetin seçime hazırlanırken yaptığı değişim ve demokrasi talebine ve açılımlara da toplumun güçlü bir yanıt ve destek verdiğini de gördük.

Seçim sonrası Karadeniz’e gittim.

Trabzon’dan Erzuruma olan yolculuğumda Gümüşhane, Bayburt illerine ve ilçelerine uğradım.

Muhteşem dağları ve yaylarıyla Karadeniz, seçimlerde Erdoğan’a en fazla oyun çıktığı bölge de.

İnsanlarla sohbetleştik, dertleştik.

Bayburt, ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yüzde 83 oranında rekor oy veren bir yer, sıcak insanları ve anlattıkları (bir de muhteşem dondurması ile) ufuk açıcıydı.

Buralarda, Erdoğan-AK Parti ayrımı da net.

Her yer tünellerle bağlanmış.

Bir tünelden diğerine geçiyorsun.

Karanlıkta Karadenizin güzelliği kayboluyor ama mesafeler çok kısalıyor.

Erdoğan, buraya tüneller, yollar, sağlık alanlarında ciddi yatırım yapmış.

Şikayet ediyorlar, AK Parti’yi de eleştiriyorlar, ama “Bak şu hayatımızı kolaylaştıran hizmetlere, Erdoğan’dan Allah razı olsun” diyorlar.

Karadeniz, bana şu ip ucunu da veriyordu:

2014’den beri yüzde 52-48 arasında oynanan seçim oyununda kazanmak o kadar kolay değil ve başarı için kendi seçmeninle organik bağ kurmak ve onların desteğini sürdürmek çok önemli: Erdoğan bunu başarmış.

AK Parti oy kaybediyor, ama ondan farklı ve büyük görünen Erdoğan kazanmaya devam ediyor.

Artık, Karadeniz’den başlayarak, Erdoğan-AK Parti ayrımının giderek netleştiğini, “Erdoğancılık” gibi bir olgunun geliştiğini görüyoruz.

Seçimleri yüzde 52 ile kazanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’sa, Kılıçdaroğlu’nun ve muhalefetin yaptığı büyük hatalar ve savrulmayla ve daha önemlisi, kendilerine oy veren yüzde 48’e saygı duymayan umursamazlıklarıyla, seçim sonrası etkisini ve algısını hızla yükseltti.

ü

Sosyoloji-Psikoloji arasındaki uçurum

Böyle bir durumda, muhalefet açısından da seçim sonuçlarına baktığımızda, yüzde 48’in desteğini almak, ilk turda yüzde 51 değişim ve demokrasiye oy çıkması büyük bir başarısızlık olarak okunmayabilir de.

Seçim sonuçlarında, iktidarın tüm gücü ve devlet kaynaklarını kullanmasına karşın, değişim ve demokrasi talebinin önemli bir noktaya geldiğini de gördük.

Kılıçdaroğlu ve muhalefet partileri sosyolojiyi doğru okuyamadıkları ama en önemlisi seçim kazanma noktasında çok ciddi stratejik hatalar yaptıkları için kaybettiler.

Ama muhalefetin seçime hazırlanırken yaptığı değişim ve demokrasi talebine ve açılımlara da toplumun güçlü bir yanıt ve destek verdiğini de gördük.

Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı başta olmak üzere, çok ilginçtir, muhalefet partilerinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tur ve seçim sonrası için hiç bir hazırlığı ve stratejisi yokmuş.

Bu durum, gerek ilk tur sonuçlarından itibaren ve seçimler sonrası dönemde, Kılıçdaroğlu ve CHP’de yaşanan, bırakın siyasi olarak (aşırı milliyetçiliğe savrulma), ahlaki ve etik kuralları bile zorlayan (atanan danışmanlar ve parti içi iktidar oyunları) müthiş savrulmayla, gerekse de, Millet İttifakının dağılmasıyla ve HDP’nin içe kapanmasıyla kendini gösterdi.

Seçimleri yüzde 52 ile kazanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’sa, Kılıçdaroğlu’nun ve muhalefetin yaptığı büyük hatalar ve savrulmayla ve daha önemlisi, kendilerine oy veren yüzde 48’e saygı duymayan umursamazlıklarıyla, seçim sonrası etkisini ve algısını hızla yükseltti.

New York’tan gelen önemli psikolog ve bilim insanı dostum Selçuk Şirin’in seçim sonrası yaptığı seyehatlerden çıkardığı sonuç gibi, “Yüzde 48 sanki yüzde 8’miş gibi bir toplumsal ve bireysel  psikoloji” yaşanmaya başlandı.

Yüzde 48’in değişim ve demokrasi çağrısını unutan Kılıçdaroğlu ve muhalefet, tüm siyasi ve yönetim alanını Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun kararlarına bırakmış bir havaya girdi.

Kılıçdaroğlu ve muhalefet, “Değişim ve demokrasi çağrımız ve çabamızın karşılığı  yüzde 48 oldu. Bu da önemli ve bize verilen mesajı dinliyerek yola ve çalışmaya devam ediyoruz” diyebilirdi.

Maalesef, tam tersine, ülkeyi değil kendilerini düşünmek onları parti içi iktidarlarını koruma çabasına döndürdü.

Yüzde 48’in yüzde 8 gibi bir psikolojiye girmesi ve siyasetin parti içi iktidar korunmasına indirgenmesi, 2024 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde, muhalefetin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere önemli kentlerin kaybetme riskini de giderek yükseltiyor.

Halbuki, seçim aritmetiği ve sosyolojisinin doğru okunması bize başka bir yolun da olduğunu, bu yolun sadece muhalefet için değil, Türkiye için de önemli olduğunu gösterebilir.

İktidarın başta ekonomi olmak üzere ülkeyi iyi yönetemediği, krizden çıkartamadığı, buna karşın muhalefetin savrulduğu ve zayıfladığı bir Türkiye, hiçbirimiz ve ülkemizin geleceği için iyi değil.
İktidar-Muhalefet ilişkisinde “Kutuplaşma” var, ama, Meclis’te de, ne yapacaklarını tam bilmediğimiz on iki partinin yarattığı çoklaşma ya da “atomlaşma” da var. Bunun temel nedenlerinden başında da, AK Parti’nin giderek erimesi ve oy kaybetmesi geliyor.

ü

Arjantinleşme-Atomlaşma Seçim sonrası yapılan ilginç ve önemli çalışmaların başında TEPAV ve dostum Güven Sak’ın çalışmaları geliyor. Güven Sak, gerek makaleleri, gerek TEPAV raporlarıyla, iki kavram ya da soru etrafında seçim sonrası Türkiye’yi değerlendiriyor. Birincisi, ağırlıklı olarak ekonomi ve ülke yönetimiyle ilgili: “Arjantinleşiyor muyuz” ve eğer öyleyse “Arjantinleşirsek ne olur”.

Sak, geleceğe umutla bakma olasılığımız var diyor ama iktidarın işinin çok zor olduğunun da altını çiziyor.

Ekonomi ve Merkez Bankası alanlarındaki yeni yöneticiler ve onların rasyonelliğe vurgu yapan yönetim anlayışları, iktidarın güç yoğunlaşmasına dayalı ve denge ve denetlemesiz yönetim anlayışı ile çelişkisi duruma düşme olasılığı ve genel anlamda ekonomi yönetim kadrosunun yeterli olmaması nedenleriyle, ekonomik kriz durumu devam edebilir.

Seçim sonrası yapılan büyük zamlar krizin devam edebileceğini gösteriyor.

TL’nin değersizliği, yüksek enflasyon sorunları ve ekonomik krizin devamlılığı temelinde Arjantinleşme olasılığı var.

Ekonomi yönetiminin, hem vizyon, hem kurumsallaşma, hem de kadro olarak ciddi olarak değişmesi gerekiyor.

İktidar, bunu yapabilir mi? İmkansız değil ama var olan güç ilişkiler içinde çok zor.

Daron Acemoğlu’da, seçim sonrası yaptığı analizlerde bu zorluğu vurguluyor.

Bu durum, bir taraftan, iktidarın ülke yönetiminde çok zorlanacağını, diğer taraftan da, muhalefet alanının ve bu alanda yaşanan savrulmanın durmasının ve değişimin başlamasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

İkincisi, Sak’ın, seçim sonuçlarını il il değerlendirmesiyle ilgili. Bu bağlamda da, Sak, yüzde 52-48 kutuplaşmanın yanı sıra, gerek Meclisteki parti sayısının artmasına, gerekse de AK Parti’nin ciddi oy kaybına işaret eden, “atomlaşma”, yani, “tek tek parti sayısının fızla artması” gerçeğini ciddiye almamızı öneriyor. AK PARTİ, CHP, MHP, YSP (HDP), ZAFER, DEVA, GELECEK, SAADET, YENİ REFAH, HÜDAPAR, TİP, DEMOKRAT PARTİ; Gelecek ve Saadet’in “Ortak Grup” kurma kararları: tüm bunlar farklı seslerin ve siyasi ideolojilerin olduğu bir Meclis yapısına işaret ediyor. İktidar-Muhalefet ilişkisinde “Kutuplaşma” var, ama, Meclis’te de, ne yapacaklarını tam bilmediğimiz on iki partinin yarattığı  çoklaşma ya da “atomlaşma” da var. Bunun temel nedenlerinden başında da, AK Parti’nin giderek erimesi ve oy kaybetmesi geliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim sonrası yaptığı konuşmalarda sıklıkla AK Parti’nin oy kaybına referans vermesi de, Sak’ın bu tespitini destekliyor.

Bu da bize, muhalefet partilerindeki seçim sonrası savrulma ve parti içi iktidara dönemlerine karşın, ülke yönetimi için dinamik muhalefet ve yeni siyaset alanın var olduğunu gösteriyor.

Başkanlık sistemiyle yönetilsek de, muhalefet alanının tekrardan dinamikleşmesi, yeni bir siyaset anlayışı için çalışmaya başlaması ve Meclis’de etkili olması hala mümkün.

Bu, Türkiye için de hayırlı olan durum.

Ama, vurgulayalım: eğer muhalefet partileri kendi iç iktidar oyunlarını tercih ederlerse, kendilerinin ve Meclisin zayıflaması ve etkisizleşmesi, böylece tüm yönetim alanını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bırakmaları da güçlü bir olasılık.

Hakkaniyet, Kapsayıcılık, Hakikat: ancak kendimizden başlayarak nefsimizi dönüştürmek çabasını sürekli kılmak ile bulunabiliyor. Öyle değil mi?

ü

Değişim-Dönüşüm Bu bağlamda, anahtar kavramın “değişim-dönüşüm” ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Partiler de lider değişimi ya da yeni yönetim anlayışı ile siyasi-söylemsel değişim önemli ama yeterli değil.

Değişimin dönüşüme de yol açması, el vermesi gerekiyor.

Yerel yönetimlerde başarı ve kilit kentlerin yönetimişnde olmak; Cumhuriyetin ikinci yüzyıla girerken “Türk-İslam Sentezi ve milliyetçi-muhafazakar modernleşme” yerine, “Demokratik, Hak-temelli Kapsayıcı ve  Yaşamdaş Türkiye” olasılığının güçlenmesi; ve “Demokrasi, Denge ve Denetleme ve Eşit Vatandaşlık” ekseninde “Yeni Anayasa” için çalışmak, sadece değişimi değil, her alanda dönüşüm  için çalışmayı gerekli kılıyor. Hakkaniyet, Kapsayıcılık, Hakikat: ancak kendimizden başlayarak nefsimizi dönüştürmek çabasını sürekli kılmak ile bulunabiliyor. Öyle değil mi?

ü