Prof. Dr. İştar Gözaydın CHP’nin geçmişten günümüze “değişim” serüvenini yazdı. Yükselen milliyetçilik, partinin fabrika ayarlarına dönme ihtimali ve bu bakımdan yapılabilecek yapıcı eleştiriler…

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 29 Ekim 1923’te yeni bir devlet olarak ilân edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasi partisi 9 Eylül 1923'te kurulmuştu bile: Mustafa Kemal tarafından, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin devamı olarak, Halk Fırkası adıyla Cumhuriyet’in kurucu siyasi yapılanması oluşturuldu. Partinin adının başına 10 Kasım 1924’te Cumhuriyet sözcüğü eklendi; 1935’teki 4. Kurultay’da fırka yerini partiye bıraktı, yani adı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) oldu. Partinin bir cumhuriyet ürünü olduğu açıktı; ama hiç halkın partisi olabildi mi, daha doğrusu böyle bir şey mümkün mü(ydü)?

Modernitenin siyasal yapılanması olan ulus-devlet, ortak paydada birleştiği tahayyül edilen/varsayılan bir ulusun oluşturduğu bir devlet yapısı. Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’indeki tanımlaması da gayet yerinde: Bir ulus oluşabilmesi için ülkedeki farklı insani unsurların bir tür hafıza kaybına uğraması gerekmekte. Kolay değil; çok sayıda farklı halktan oluşmuş bir imparatorluğun dini, etnik ve sınıfsal kimliklerini yok addedip, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olması. Modernleşerek Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşen yapıda bunun çok zor, hatta neredeyse imkânsız olduğu, hayat tarzlarıyla, dünyayı kavrayışlarıyla, değerleri ve doğrularıyla 1800’lerden beri gittikçe derinleşen bir kutuplaşma yaşanmasıyla belirginleşti.

Osmanlı’nın Avrupa’nın siyasi güçleri tarafından ölümcül bir hasta olarak görülüp, fırsattan istifade her yolla mirasına konmaya çalışılması birer vakıaydı.  Neredeyse imkansızın başarılıp, Bağımsızlık Mücadelesi neticesi kurulan yeni siyasi yapıda yol ayrımlarına gidilmesi de kaçınılmazdı. Savaşlar sonrası ekonomik durumun güçsüzlüğü ve taze Cumhuriyet’in kendini güçlendirme çabalarını göz ardı etmenin haksızlık olacağı kanısındayım; ancak CHP kadrolarının, demokratik kültürü içselleştirememiş ve fakat iktidarı eline almış her yapı gibi mutlak doğru olarak addettikleri kendi doğrularını tüm nüfusa uygulamaya girişmesi zaten mevcut olan kutuplaşmayı, telafisi güç hatta imkânsız bir hale getirdi. Kültürel ve toplumsal dokunun başta dinsel nitelikte olanlar olmak üzere hassasiyetlerine aldırmadan yürütülen siyasalar, halkın en azından bir kısmını CHP’den şiddetle uzaklaştırdı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki muhalif olan ya da muhalefet gibi sunulan/görülen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, hatta Demokrat Parti gibi yapıların söylemlerinde bu hassasiyetlerin başta gelmesi, kimilerince dinin siyasete alet olması gibi addedilse de toplumun kültürel kodlarındaki önemini ortaya koyması açısından çok önemlidir. Kaldı ki din müessesesi ile siyasetin iç içe olduğunu kabul edememenin bu husustaki sorunların kaynağı olduğu kanısındayım.

80 sonrası siyasi partilerin faaliyetlerine son verilmesi kanımca önemli bir imkân sağladı. Erdal İnönü SODEP ve SHP ile değişim adımlarını başarıyla attı; ancak Baykal tarafından yeniden kurulan CHP bütün bu umutları yok etti.

CHP uzun siyasi yaşamı boyunca ilk dönemlerinde edindiği bagajın ağırlığıyla varlığını sürdürdü, bu nedenle halkın büyük bir bölümünün kendisine yabancılaşmasının önüne geçemedi. CHP’ye atfen, kimi noktalarda haksızca da olsa İsmet İnönü’ye yöneltilen olumsuz eleştiriler, Bülent Ecevit’in 1960’ların ortalarından itibaren partiye yepyeni bir kimlik kazandırma çabalarıyla da silinemedi. Sol eğilimli de olsa milliyetçilik damarı kuvvetli Türkiye halkının büyük bir kısmı Kıbrıs harekatındaki rolüyle Ecevit’i benimsedi, ancak CHP’nin bundan da önemli bir pay alabildiğini söylemek güç.

12 Eylül 1980 sonrası siyasi partilerin faaliyetlerine son verilmesi kanımca önemli bir imkân sağladı; eski siyasi yapılar kendilerini eleştirel bir yaklaşımla gözden geçirip yeni isimlerle yeniden doğabilirlerdi. Erdal İnönü SODEP ve SHP ile bu adımları başarıyla attı; ancak 1992 Eylül’ünde Deniz Baykal ve ekibi tarafından yeniden kurulan CHP bütün bu umutları yok etmeyi becerdi.

Son seçimler nedeniyle CHP yine eleştirilerin odağında. 2002’den beri süren ve özellikle son on yıllık döneminde gittikçe otoriterleşen ve yandaş medyasıyla, ulusal ve uluslararası çeşitli siyasalarıyla demokratik değerleri hiçe sayan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP karşısında, Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin seçim sürecinde izlediği politikalar, kanımca olması gerektiği gibiydi. Gayet farklı siyasi yapıların bir araya geldiği Altılı Masa birbirine siyasi tahammülü gerektiren ortak bir hedefe yönelik demokratik bir muhalefetin ifadesiydi. Bu ülkede yaşayan birbirinden farklı çok grup var. Demokratik bir yapıda ifade özgürlüğünü, dolayısıyla her türlü kılık kıyafet, inanç/inançsızlık haklarını bir arada savunmaktan başka bir çare yok beraberce yaşayabilmek için. İktidarın dogmalara dayalı otoriter ve totaliter bir siyaset dayatmasına karşı Kılıçdaroğlu’nun öncülüğündeki CHP’nin kıyafet hususundaki yasa teklifi, bir demokratik alternatif sunmak açısından çok umut verici bir girişimdi. Hem CHP üzerinden geçmiş siyasaların vebalini kaldıracak, hem AKP ve yakın çevrelerinde dolaştırılan, olası bir iktidar değişikliğinde yasaklara ve yaptırımlara dönüş yolundaki propagandaları etkisizleştirebilecek bir hamleydi. Seçim sürecinde Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği hususunda yaptığı vurguyu da Türk siyasi hayatının çok önemli bir kazanımı olarak görüyorum.

Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki CHP’nin seçim sürecinde izlediği politikalar, kanımca olması gerektiği gibiydi. Alevi kimliği hususunda yaptığı vurguyu da Türk siyasi hayatının çok önemli bir kazanımı olarak görüyorum.

Ne yazık ki seçimler sonrasında muhalefetin siyasi yelpazedeki tüm kanatlarıyla bir ya da birkaç günah keçisi aramaya girişmesi, yapıcı bir yaklaşım değil. "Ulus Nedir?", Fransız tarihçi Ernest Renan'ın (1823-1892) 1882'de verdiği ve ulusların, insanların hatırladıkları kadar ortaklaşa unuttukları şeylere de dayandığını söylediği bir seminer. Ortak bir geçmiş duygusunun bir ulus için hayati önem taşıdığı açık; ancak Türk sağı ve neo-Kemalist ideolojinin, Türkiye'nin tarihini birbirine zıt şekillerde okuması bile başlı başına gerçekle ilgili bazı sorunları olduğunun göstergesi. Farklı tarih kabulleri, güvenilir ya da hain olarak gördükleri aktörleri tamamen zıt konumlara yerleştiriyor. Böylece millet olarak kalabilmenin bir diğer şartı olan birlikte yaşama iradesi de ciddi yara alıyor. Bununla birlikte, demokratik rekabetçi bir meşruiyete sahip olmak, birlikte yaşayabilmenin tek aracı. Ne yazık ki Türkiye'de ne ortak bir etik ne de bir ahlak felsefesi toplumsal ve bireysel olarak vicdanı ve adaleti güçlendirecek vazgeçilmez unsurlar olamamış durumda. Dahası, Türkiye'de son derece kutuplaşmış toplumun hiçbir yarısı diğerine güvenmiyor.

Son tahlilde, demokratik bir toplum yaratmanın öncelikli koşullarından biri olan sekülerliği, dikkat lütfen laikliği demiyorum, herkesi kapsayacak şekilde hayata geçirme yolunu seçmek, olmazsa olmaz ideallerden biri olması gerek diye düşünüyorum. Bu çerçevede CHP de kendi hakkında yapıcı bir eleştiriye girişip, demokratik bir birlikte yaşamanın değerlerine ve mücadelesine ulaşmaya çalışmalı. Gerek sağda gerek solda hızla yükselen milliyetçiliğin dışlayıcılığına kapılıp, amiyane tabirle fabrika ayarlarına dönme ihtimali olan bir CHP’nin muhalifi olduğu mevcut otoriter yapıdan bir farkı kalmayacağı gibi, halihazır dünya siyasetinde zayıf gibi görünse de asla vazgeçilmemesi gereken demokratikleşme umut ve hayallerinde en ufak bir yeri olamaz…

ü

Editör: İştar Gözaydın