Tarihi tekrar ettirenler, öğrenmeyi öğrenmeyenlerdir. Öğrenmeyi öğrenmek ise dün yaşanan somut olaylardan gerekli soyutlamaları bugün yapıp, yarın karşılaşılması ve tekrarlanması neredeyse kesin olan “yeni” benzer durumlara bu kazanımları uyarlayabilmek ile sınanır. Ne CHP, ne Türkiye başka türlü değişebilir.

“CHP’de değişim” meselesi daha çok uzun süre konuşulacağa benziyor. Parti içinden kimileri bunun yersiz, gereksiz veya yapay bir gündem olduğunu savunuyor. ‘AKP’nin elini güçlendirir, bu tartışmalar kamu önünde değil parti (“yenin”) içinde kalmalı veya kurultaydan sonraya bırakılmalı, vs’ deniyor.

Tıpkı Altılı Masa’nın “ortak CB adayını” açıklamasını ‘iktidar hırpalar, yıpratır, vs’ diye seçime iki ay kalaya kadar geciktirmiş olmaları gibi.

Yani böyle ertelemelerin sadece daha en başından sıkıntı çıkaracağı son derece aşikar olan (bkz. iki sene önce burada yazdıklarım!) sorunların, örneğin İYİP-HDP gerginliğinin’ çatışma çıkar, iktidarın istediği olur, ittifak dağılır, vs’ diye ört pas edilmesi gibi.

Başka bir deyişle, “helalleşmekten, hesaplaşmaktan, yüzleşmekten” söz eden, devleti ve toplumu yöneten veya yönetmeye talip olan siyasetçilerin kendilerinin daha kendileri ile yüzleşememesi gibi.

Aile içinden ülke siyasetine kadar toplumun her katmanında en yaygın yöntem olarak kullanılan kurumsal, yapısal-sistemik sorunları, kişiselleştirmek ve kişilerden kurtulmak veya değiştirmek suretiyle çözümle(yeme)me ve “zamana bırakıp, kaderden medet umma” alışkanlığında olduğu gibi.

Kendileri değişmekten, yetkinleşmekten, çünkü özerk demokratikleşmenin getireceği sorumlulukları üstlenmekten korkan muhafazakârların statükoya/”istikrara” ve  iktidara bağımlı ve edilgen kalmayı seçerek, her türlü “özgürleşme” ve “yenilenme” önerilerine “erksiz muhalefet” ile direnç göstermeleri gibi.

DÜN, BUGÜN VE YARIN

Temsili demokrasilerde siyasetçiler halkla gerçek ilişkilerini genel veya yerel seçimler ile sınarlar. Tıpkı bunun gibi, yurttaş insanlara da rutin günler dışındaki Bayramlar ve tatiller de kendi kişisel/yönetsel ilişkilerini gözden geçirmeleri için ideal fırsatı sunarlar.

Dileyen dilediği birimi seçsin ve şöyle bir muhasebe, yüzleşme, vs. yapsın. Tabii tercihan da bunlardan yararlı bir şeyler öğrenmiş, öncelikle de öğrenmeyi öğrenmiş olsun. Yani yaşananlardan gerekli soyutlamaları bugün yapmış olsun ki, yarın benzerleri ile karşılaşacağı hiç kuşkusuz olan yeni somut sorunlarla karşılaşınca, öğrendiklerini onlara uyarlayarak yoluna öyle devam etsin.

Bugün bir yanda iktidar harıl harıl yerel seçimler için hazırlanıyor. Bir yanda da tüm ittifakların artık dağılması bekleniyor.

Zaten hem CHP’den alabileceklerini fazlasıyla alıp, hem de seçimlerdeki tüm başarısızlıklarının faturasını Kılıçdaroğlu’na kesenler yerel seçimlere kendi adaylarıyla gireceklerini ilan etmeye başladılar bile.

Bakalım Bayram süresince “parti-içi değişim” konusu üzerinde çalıştıkları söylenen İmamoğlu ve Özel “CHP ailesi için” ne gibi önerilerle gelecekler?

CHP’liler tutuklanan Yanardağ’ı bugün ziyarete gideceklermiş. Çetin Doğan ikinci mide kanamasını cezaevinde geçirmiş; tahliyesi için emir henüz çıkmamış.

Kılıçdaroğlu’nu ve yurt içi sıcak siyasetin yakasını biraz rahat bırakalım diye geçen hafta da yazmış idim zaten.

Rusya’da isyan yatışırken (veya Wagner biraz daha güçlendikten sonraya ertelerken!) ve hava serinlerken, Fransa karıştı.

17 yaşındaki Magrep’li Nael M.  Fransız polisinin son iki senede “patolojik milliyetçilik”, yani “aleni ırkçılık” ile öldürdüğü 15. “masum insan” oldu. Macron, gencin ailesine “taziye ziyareti” ve bayraklarındaki kırmızı ve beyaz renklerin simgelediği “kardeşlik” ve “eşitlik” ilkelerini vurgulayan bir “sükunet çağrısı” yerine, Elton John konserini seçti.

Tabii geçen sene de Beyaz Saray’da Biden’ın “Ulusal Beşerî Bilimler Madalyası” ile onurlandırmış olduğu Elton John, bu konserinde Fransa’da 900’e yakın kişinin  gözaltına alındığı olaylar konusunda bir iki lakırdı etmiş midir, bilmiyorum. Veya “Ballad of a well-known gun”ı Nael’e ithaf ederek söylemiş midir? Belki de “başka bir başkan hayranı” Trump’ın da seçim kampanyalarında kullandığı “Rocket Man”i veya Kuzey Kore diktatörüne diplomatik hediyesi “Honky Château” albümünden bir iki politik şarkısını söylemiştir.

Kısacası dünya da kaynıyor. Hatta alevler içinde yanıyor. Ülkedeki kimi şanslılar 9 günlük Bayram tatilinin son günlerinde yine yollarda, garlarda “sefiller”i oynamaya başlamadan önce, nerede su bulurlarsa orada serinlemeye çalışıyorlar.

Yarın Madımak; yani bağrı mecazi veya bedeni maddi anlamda alev alev yananları anma günü. Alevileri meşru olarak yeniden anımsama günü.

Bugünse Kabotaj Bayramı; suyu ve su sporlarını kutlama günü. Yoksa bu konuda “hafif” bir şeyler yazsam da biraz serinlesek mi diye düşünürken, kanala kaçan toplarının peşinden gidip boğulmuş üç isimsiz çocuğun bedeninin çıkarıldığı haberini duyunca birden göz yaşlarına boğuldum. Devam edemedim.

Şu üç tarafı denizlerle çevrili “cennet vatan” diye övündüğümüz memlekette yüzme bilenlerin istatistiğini bilen veya tutan birileri var mı? Doğal denizlerimizi birleştirecek yapay kanallar açmak ve doğal güzelliklerimizi yok etmek yerine, her yıl su kanallarda boğulan çocuk, genç, yetişkin yurttaşlarımızın sayılarının katlanarak artmasından da utanç duymamız gerekmiyor mu?

BİR MASAL

Kısacası ben ne yazsam şimdi derken, başka ve neredeyse doğumu suda olmuş Avustralyalılar gibi iyi yüzebilen başka bir şanslı çocuk geldi aklıma. Daha doğrusu dün akşam ona anlatmak durumunda kaldığım, yani hatırlamadığım boşlukları uydurarak doldurduğum bir masal.

Nasılsa yetişkinler ve ülke siyaseti için ciddi yazdıklarımı da okuyan, eden yok. Onlar ülke veya siyasi partileri için “yeni bir hikaye” arayadursun. Yıllar önce yazdıklarımın bazılarının bile “jetonu daha yeni yeni düşmekteyken”, kendini tekrarlamanın hiç bir işlevi yok. Bari PazarPolitik için o masalı yazayım dedim.

Masal bu ya, La Fontaine’inkiler gibi bir eşek bir Pazar sabahı, ata yadigarı beyaz badanalı, kırmızı panjurlu evinin önünde kahvesini yudumluyormuş. Derken yoldan bir tilki geçmiş ve demiş ki:

“Yahu, sen ne miskin eşeksin...Bak, evin yıllardır çok kirlenmiş…Zaten çatısı da giderek ağırlaşan kiremitlerin yükünü taşıyamaz olmuş ve bel vermiş. Hatta kaykılmış. Kıpırda biraz; kalk hiç değilse boya evini. Hem “güzel ev” yarışması da yaklaşıyor, hiç mi kazanmak istemezsin?”

Eşek: “İsterim tabii, ama olmuyor bir türlü. Orman ahalisi beni seçmiyor işte. Aslan çok güçlü, onları ya kükreyerek korkutmasını, ya da kandırmasını çok iyi biliyor. Peki ne renk yapsam kazanma şansım olur sence?”

Tilki: “Biliyorsun aslan ormanın kralı. Yıllardır da kimseye kaptırmıyor şampiyonluğu. Ama artık onun ev de çok yıprandı, sıvaları döküldü, rengi soldu. Saray gibi heyûlayı tamir edecek mecali kalmadı. Şansı çok azaldı yani. Onun için sen ampul gibi parlak sarıya boya, çünkü sarı olumlu algılanır ve hep kazandırır.”

Eşek Pt. sabahı ilk iş olarak denileni yapmış ve evini cart sarıya boyamış. Tam ellerini yıkıyormuş ki yoldan geçen kurt:

“Ama böyle pencereler boş, balkonlar açıkta olmaz ki;  onları da perdelerle de kapatmalısın. Zaten orman halkı çok mutaassıplaştı, haberin yok mu senin? “Şeffaflık”/meffaflık, laiklik/maiklikmiş; benden sana dost tavsiyesi. Yoksa kazanamazsın bak!”

Eşek gidip bu kez aslan yelesi sarısı kalın perdeler almış. Onları asarken, yahu şu kurt da ne akıllı diye düşünmüş. Tilkinin aklına gelmedi ama, böylece hem ormandaki eski veya yeni aslancıların, hem de şampiyon Galatasaray’lıların da oyunu alırım diye pek bir sevinmiş.

Günün sonunda bahçesinde oturmuş, yorgunluktan gözleri kapanmak üzereyken yoldan geçen zürafanın seslenmesiyle sıçramış:

“Aaa, sen n’aptın öyle, eşek kardeş?…Onca yıl durdun durdun da, neden şimdi?...Hem niye bu renk?” diye sorunca eşek de anlatmış sebebini.

Zürafa: “İlahi eşek, kurnaz tilkiyi tanımadın mı sen hala, kandırmış seni. Daha bu sabah yukarıdan gördüm ben aslanın evini; hem daha parlak, hem de yeni motiflerle sarıya boyuyorlardı. Senin böyle hiç şansın yok anlayacağın.

Eşek: “E, peki ben ne renk yapsam şimdi?”

Zürafa: “Bence alttaki sarı zeminde kalsın yine, sen üstüne mavi boyayla böyle benimkiler gibi benekler yap. Hem çok değişik ve postmodern bir hava verir. Panjurlarını ve bahçendeki ok gibi çitlerini de maviye boyarsan daha da güzel olur tabii. Kentlileşmiş  zenginler ve neoliberaller de oy verecek ev bakınıyordu  zaten. Bahçeni de fenerlerle süsle. Hem zaten bu ormanda GS’lıdan daha çok Fenerbahçeli var, benden söylemesi.”

Eşek zürafanın dediklerini aynen yapmış. İrili ufaklı benekleri yapabilmek için büyük bir sabırla, ama kazanmak uğruna çok ama çok uğraşmış. Günlerce çırpınmış durmuş. Sonra üstünü başını temizlemiş ve tam uzaktan evinin fotoğrafını çekecekmiş ki yoldan geçen zebra;

“Eşek kardeş, haydi “selfie” yapmayı bırak, da kadraja gir; fotoğrafı ben çekerim. Hem de yarışma için reklam afişlerinde filan kullanırsın bunu” demiş…Ancak sonra devam etmiş:

“Ama doğrusunu istersen, bu senin tipine ve aile geleneğinize hiç yakışmamış. Madem değiştirecektin, neden sanki siyah-beyaz çizgili yapmadın ki, benimki gibi? Hem sana esas oy verecek olanlar ne GS’lı ne FB’li. Çünkü gerçek muhalefet Çarşı’dır, o her zaman iktidara karşıdır” demiş.

Bizim eşeğin kafası çok karışmış. Ama zebra da kendine en benzer, gözüne en dost göründüğünden ona inanmış. Tutmuş nalburun yolunu yine.

Neyse ki bu noktada, bütün gün sudan çıkmamış fakat güneşten ve yorgunluktan pestili çıkmış çocuk ben daha kendi takımının renklerine gelemeden uyudu bile…Yoksa sorup dururdu.

Biz yine de bir “eşeklik etmeyip”, büyükler için bu masalı biraz daha sürdürüp tamamlayalım tabii.

Eşek de zaten her fikir beyan edene “helal olsun!” diye diye ve evini boyaya boyaya helak olmuş. ‘Birleşe birleşe kazanacağım, kazanınca da tüm bu hayvanları birleştire birleştire ormanı ben yöneteceğim. Ama kral olmayacağım, hepsini adam edeceğim’ inancından yılmamış. İnadından hiç caymamış.

Fakat büyük güne az kala yine ve bu kez fena halde paniklemiş. Tüm artık kalan boyalarla evinin her bir duvarını başka bir renge boyamış. Tabii hiç satın almadığı için zaten kırmızı boyası yokmuş ve alttaki renkleri kapatmak, örtmek için bolca kullandığından hiç beyazı da kalmamış.  Zebra çizgilerinden orada burada biraz bırakmış.

Ancak yine de bu önemsiz bir ayrıntı; nasılsa herkes eski kırmızı-beyaz evimi ezberledi, diye keyfi yerindeymiş. Bunu daha önce niye akıl edemedim, kesin ben kazanacağım; hatta herkesin hor gördüğü ve kimseyi beğenmeyen LGBTQİ+’cı ve çoğulcu gençlerin bile desteğini alacağım diye umuyormuş.

Gelgelelim yine kaybetmiş işte. Tabii aslanın hükümranlığından kurtulmak istedikleri için kendisine mecburen de olsa oy verenler de, hararetle destekleyenler de ondan bile daha çok üzülmüşler bu duruma.

Eşek evine kapandıkça, günlerce kendilerini ihmal edip konuşmadıkça “orman kanunlarını değil, biraz daha demokratik yaşam ve ekonomik refah” isteyenler daha da büyük düş kırıklığı yaşamış ve öfkelenmiş. Bazıları iyice umutsuzluğa kapılıp ‘bir daha sandığa filan asla gitmem’ dahi demiş. Bazıları da bu öfkesini ona yöneltmiş ve açıkça saygısızlık edip “çekil artık başımızdan moruk, camiadaki genç eşeklere liderliği bırak” diyenler bile olmuş. Ormandaki diğer eşekler zaten birbirine girmek için yıllardır olduğu gibi yine bahane kolluyorlarmış.

Çoktan kendi dertlerine düşmüş olan tilki, kurt, zürafa ve zebra eşeğin yüzüne bile bakmamış, ‘ne hali varsa görsün’ demişler.

Ormanın hafızası en kuvvetlisi, en bilgesi fil üzülen halkın da sözcülüğünü üstlenip, ziyaretine gitmiş. Eşek onunla biraz dertleşmiş, ama ;

“Ben kazanamadım, ama kaybetmedim de, sadece ikinci oldum” demiş. Tabii orman yönetim kuruluna temsilci üyelerin seçiminden sonraya kalan kral koltuğu için sadece iki aday varmış zaten. Sonra da devem etmiş:

“Yahu aslanın yıllardır hükümranlığın tüm imkanlarını nasıl kullandığını, her türlü hileyi  yaptığını, zaten eşek kafalı bu ahaliyi yine nasıl kolay kandırdığını görmedin mi? Orman halkına verdiğim sözleri tutacağım, mutlaka bir gün kazanacağız, daha çok çalışacağız.

Fil de eşek yeterince üzgün diye pek bir şey demek istememiş. Fakat, dürüstlük adına ve yaşını başını almış da olsa kendisi de aynı ormanda yaşadığı için bu duruma ilgisiz kalamamış. Ve şu bir iki lafı etmeden duramamış:

Barış Manço gibi “Arkadaşım eşşek” diye başlamış. Yahu siz halka ‘eşek kafalı’ deyip duruyorsunuz, demesen de onları cahil veya ahmak sanıyorsunuz. Fakat siz de “kendi kafanızı” hala iyi tanımıyorsunuz! Ne türünüzü, ne orman ahalisini, ne kim olduğunuzu, ne de ne olmak istediğinizi biliyorsunuz.

‘Okuyup babalarınız gibi eşek olmadığınız’ halde, tarihin akışını değiştirmiş olan sülalence ‘kendinizi nasıl evcilleştirip’, hem ‘eşşek gibi çalışıp’ ve fakat ‘liyakatli ve ama muhalefete razı olduğunuzu’ bir türlü anlamak istemiyorsunuz!

Hem tarihe, siyasete, sosyolojiye, psikolojiye, bilime meraklıyım, bunun için dünyanın öbür ucuna giderim, bu ormana sevdalıyım filan diyorsunuz. Hem de ata yadigarı diye böbürlendiğiniz 100 yıllık evinizi yenileyerek koruyamadığınız gibi, babalarınızın da zaten ‘eşek kafalılık’ ettikleri için ormanın egemenliğini aslana kaptırdıkları ile bile hala yüzleşemiyorsunuz. Kökten değişemiyorsunuz; ormanı da hayalini kurduğunuz gibi dönüştüremiyorsunuz!

Diyorsun ki, ‘ev yarışması’ geçti, bitti. Sıradaki ‘ormanı güzelleştirme yarışmasını’ kazanmalıyız. Aileni derhal topla, ama diğerlerini de dinle ve iyi gözlemle. Hem eski önerilemi iyi oku ve şimdi dediklerimi de doğru anla ki ormanın her köşesinde ayrı yapılacak yarışmalarda da aynı veya başka hataları tekrarlama bari.

Sana/bize/ormana/Doğa’ya iyi şanslar dostum!”

Not: Bu masalın adını “Eşek ve fil” diye de koyabilirdim. Fakat hızla küçük Amerikalılaşmış ülkede ABD’deki gibi iki partili (Eşekler ve Filler!) sistemi çağrıştırmasını istemedim. Zaten Türkiye o yönde ilerlese de, iki ana partili döneme “gerilemesi” (regression) veya iki ana partili başkanlık sistemine “evrilmesi” (evolution) gibi “dönüşümlere” (transformations) daha çok var sanırım.
Editör: Aydan Gülerce