CHP 100 yıllık Cumhuriyet’in kurucu partisi değil sadece. Türkiye’nin toplumsal-tarihsel-siyasi-sosyolojik-psikolojik dönüşümlerinin de bir yansıtıcı kütüğü. CHP kendisi açıp önce onu doğru okumalı ve bir Türkiye projesinin toplumla birlikte önerilmesine öncülük etmeli. Millet artık “CHP nasıl kurtulur?” sorusuyla ilgilenmiyor; “Türkiye’nin CHP’ye ne ihtiyacı var, ne verebilir?” diyor.

Geçen hafta yine bu köşede Neruda’yı, Kundera’yı ve Nazım’ı birlikte anarken, metaforların da yaşam uzamları olduğundan söz etmiştim.

Örneğin, geçtiğimiz yıllarda ekonomisinden adalet sistemine kadar her toplumsal alanda hızlı çöküş yaşayan Türkiye için sıklıkla, freni patlamış TIR, yere çakılacak pilotsuz yolcu uçağı, batmakta olan Titanik ve benzeri yığınla metafor kullanıldı.

Bunlar hala, hatta dozu daha da artmış şekilde geçerli. Dış basının karikatürlerine bile sıklıkla konu olmaya devam ediyorlar. Yani insanlarımız can çekişirken ve ölürken , bu metaforlar yaşıyorlar, ne yazık ki.

Muhalefet de zaten  Erdoğan’ı ülkeyi yönetmekten aciz ve fakat “yetersiz muhteris” olarak gören ve gösteren hararetli kampanyalar yaptı. Kendisi  de Cumhurbaşkanlığı makamına kendi adayını kaptan şoför, pilot, vb. oturtarak, ülkeyi duvara toslamaktan, yere çakılmaktan veya batmaktan kurtarmayı düşledi. Daha doğrusu bazılarımıza düşletti. En sinik olanlar bile seçim öncesi son zamanlarda şöyle bir silkindi; “her şey güzel olacak”, bize de “Bahar gelecek” diye inandı ve umutlandı.

14 – 28 Mayıs 2023 seçimlerinin sandık sonuçlarına göre muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu ve CHP kaybetti. Bu kaçınılmaz sona nasıl gelineceğini 21 Mayıs 2020’den beri adım adım yazdım.

Fakat, üstünden bir ay geçmiş olmasına rağmen, kurumsal muhalefet ittifak olarak, CHP veya Kılıçdaroğlu,  ne toplumsal muhalefet seçmeni ile ne de geniş kamu önünde iktidarın “galibiyetine” kendisinin nasıl yol açtığı konusunda ne tatminkâr, ne biraz içgörü veya idrak sergileyebildi.

CHP dışındaki partiler daha MV aday listeleri belli olur olmaz tek tük örnek dışında kendi siyasi kabuklarına çekilmişlerdi. Zaten alacaklarını muhalefet seçmeninin beklentisinin (belki kendi ilk hayallerinin bile) üstünde ve üstelik bazı isimlere açık itirazlarına rağmen almışlardı. Dolayısıyla 14 Mayıs akşamından itibaren total performansın sorumluluğu da Kılıçdaroğlu’nun omuzlarında kaldı.

Ayrıca 28 Mayıs öncesi Özdağ ile yakınlaşması, bariz ve taşıyamadığı ani kampanya söylemi değişikliği ve hele üstünde iyice sırıtan “sertleşmiş” üslup ile bir kesimin çok tepkisini topladı.

28 Mayıs sonrası ise, üstelik tam da daha önce İnce’yi eleştirmiş olduğu aynı biçimde, kamu önüne çıkmaktan imtina etti. Ne düş kırıklığını, ne de -söz gelimi sandıkları “sahipsiz” bırakanlarca, parti-içindeki “vefasızlarca”-  kandırılmışlığını hazmedebildi. Kendini haklı görüp, seçmen veya parti örgütleriyle “açık iletişime ve hesaplaşmaya” değil, tek adam kafasının içinde siyasi hesaplamalara ve kadro değişikliklerine eğildi.

Dahası, sanki suç ona oy vermiş seçmendeymiş gibi, onları yüz üstü bıraktı. Çünkü üstelik seçmen daha büyük bir çöküş içindeyken, kendisiyle ortak yası paylaşmak ve karşılıklı teselli beklentisindeyken yaptı bunu. CHP içinden ve tabanından seçmenin ayrışması ve öfkesinin giderek artması esas o noktada oldu zaten. Tanınmadıkça da çoğaldı ve kendisine duyulan antipati arttı.

12 günlük sessizlik  sonrasından bugüne kadar da  (ve bu kez de aynen iktidarı yıllarca itham etmiş olduğu gibi) seçmene “irrasyonel” gelen karar ve açıklamalardan geri duramadı. Tabii böylece, özellikle de genç, dinamik ve sabırsız seçmenin gözünde her geçen gün biraz daha itibar kaybetti.

Zaten seçim öncesi kamplaşma ortamında iyice bilenmiş, bir süredir adamakıllı “regres” olup, ergen gibi davranmakta olanlara, her açıklamasının batmasına (yani “gıcık” olunmasına) vesile olacak yeni malzemeler vermeyi sürdürdü. Ne konuşmasını, ne susmasını bildi. Elbette, kendisi de aldığı hadsiz tepkilerden incinip zedelendikçe, savunuculuğu, dik başlılığı, eleştirileri duymazlığı daha da arttı.

Fakat Özdağ’ın açıklamaları ve kamuoyuna “sızıntı” ve “CHP’de ihanet” olarak servis edilen video meseleleri gerilimi çok daha kritik bir boyuta taşıdı bugün. Çünkü artık ciddi olarak devreye girmiş bir “güven sarsılması” ve köpürtülerek pekiştirilmiş “beceriksizlik” ve partiyi “demokratik yönetememek” meseleleri de gündeme oturdu.

CHP VE TÜRKİYE

Bu sarmal elbette bir yandan “oğul” İmamoğlu’nun “CHP’de değişim”, bir yandan da “baba” Kılıçdaroğlu’nun “kaptanının CHP gemisini sağlam limana götürmesi” söylemleri yol açtı. Çünkü bazıları “değişimi” Genel Başkan koltuğunun boşaltılması ve hatta doğrudan İmamoğlu, Özel, vb. genç isimlere yer açılması olarak yorumladıkça, Kılıçdaroğlu makamının otoritesini daha koruyucu ve parti-içi geleneksel hiyerarşiyi  savunucu oldu. Kamusal iletişim ve mantık hataları da,  tutarsızlıkları da çoğaldı.

CHP il başkanları ile ve yarın Parti Meclisi üyeleri ile yapılacak toplantı çok daha önce olmalıydı belki de. Her halükarda hem Kılıçdaroğlu başkan olarak, hem de CHP parti olarak, 21. yüzyıl “sosyal gelişmişlik ölçüleri”ne göre ciddi derecede “iletişim özürlü” sayılır. Örneğin, Faik Öztrak madem partinin demirbaşlarından, kendisinden uzmanlık konularında yararlanmayıp, hala parti sözcüsü ve tozlu vitrini olarak tutulması başlı başına talisiz bir iletişim muhakemesi hatası.

Öte yandan, hem yıllarca yandaş olmayan veya sosyal medyanın bile manipülasyonlarından şikayet edeceksin, hem de gerek kendi içinde gerekse kamu ile doğrudan ve şeffaf iletişimden kaçacaksın. Arabulucu ve arabozuculara bol malzeme vermekle kalmayıp, bir de zaten bölücülüğe ve kuşkuculuğa programlı toplumun muhtelif fantezilerini besleyeceksin. Olacak şey değil!

Bu arada, her kim akıl verdiyse, Kılıçdaroğlu’na bu “gizemli ve ahlaklı lider” tavırları daha da çok kaybettiriyor. Hem de bütün bunlar Kılıçdaroğlu’nun koltuğa kurultay sonrası da “yapışmak” arzusunda olduğu yorumlarını kamçılıyor.

Şeffaf iletişim demek, partinin siyasi mahremiyetini ve güvenliğini yok etmek, sınır tanımamak demek değildir. Fakat  örneğin Özdağ mı, İmamoğlu mu “parti-içidir” onun  kararını doğru vermiş olmak demektir.

Oysa her iki, yani “sızıntı videosu” ve “iki kişilik namus protokolü ifşası” meseleleri çok daha farklı yönetilebilirdi. Zaten her ikisinde de sansasyonel olacak ve söz konusu kişileri, süreçleri dikkatle izlemiş ve okuyan birisi için çok da tahmin edilmemiş/yadırganmış bir sürpriz yok. Sadece ahlak, mantık ve demokratlık söz konusu olduğunda bu toplumda çok yaygın olduğu gibi çifte standartlık, tutarsızlık ve hipokratlık var. Zaten temel sorun ve güvensizlik sebebi de orada.

Halbuki, örneğin duyduğum kadarıyla Günaydın’ın daha önceki açıklamasında kamusal analiz ve paylaşımları gibi, bu konudaki açıklamasını da çok ikna edici ve çağdaş. Zaten, Öztrak’ın demeci üzerine anında twitleyip özetlediğim  gibi, CHP’nin hem de ivedilikle yapması gerekenler konusundaki naçizane görüş ve önerilerim bellidir. Bunun başında da  ülkeye hakim ve paranoya boyutlarına varmış kuşkuculuk halinden çıkıp, karşılıklı güven tazelemek gelir. Yapıp yapmamak CHP’nin tercihine ve siyasi yetkinliğine kalır.

Fakat madem ki girişte metaforlardan söz ettim, şunu da ekleyeyim: Doğru seçilip iyi kullanılmadıklarında metaforlar yarardan çok zarar verir. Kendileri başka bağlamlarda yaşar ve kalır, fakat kullananlar gider.

Örneğin, batan Titanik Türkiye’yi temsil ettiğine ve su alıp batmakta olduğuna göre, CHP gemisini onun içindeki bir havuzda filan yüzüyor olmalı. Fizikteki gibi “hareket halindeki bir araç içinde hareket eden…” problemler gibi başka bir örneğe geçmeyeyim şimdi de, kafaları daha çok  karışmadan mesajın alınmış olduğunu umayım.

Her halükarda,  madem ki CHP’de “değişim, dönüşüm, yenilenme konuşulamıyor ve kişilerden bağımsız tanımlanamıyor, önce “karşı kıyı”, sonra da “güvenli  liman”, “parçalanmadan yüzdürmek”,  “gemide isyan”, vb doğru düşünülerek ve kişiselleştirilmeden yeniden tanımlanmalı.

Türkiye için restorasyon mu, rekonstrüksüyon mu, reform mu, revizyon mu öneriyor CHP, daha o anlaşılmadı. Önümüzdeki yerel seçimlere geçmişteki oylar üzerinden, hele 25 milyon oy cepte keklik edasıyla yaklaşmak, tecrübeli siyasetçilerde kabul edilemez bir sığlık doğrusu.

Çünkü seçmenini hızla sandıktan soğutacak, hangi yerel adayın şahsında biraz kıvılcım veya rant görürse belki ona yollayacak bir tavır bu. Zaten kendisine oy veren seçmenin önemli bir kısmı istediğinden değil, diğer seçeneği istemediğinden vermişti. Bunu daha hala görememek çok büyük hata. Daha doğrusu kalın bir “inkar”.

Bütün bunlar elbette Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi daha önemsiz veya değersiz yapmıyor. Gültekin filanın imalarındaki veya komplo kuramcılarınınki gibi, Kılıçdaroğlu’nu bir “proje” de yapmıyor.

Çünkü CHP 100 yıllık Cumhuriyet’in kurucu partisi değil sadece. Türkiye’nin toplumsal-tarihsel-siyasi-sosyolojik-psikolojik dönüşümlerinin de bir yansıtıcı kütüğü. CHP kendisi açıp önce onu doğru okumalı. Ve bir Türkiye projesinin toplumla birlikte önerilmesine öncülük etmeli. Millet artık “CHP nasıl kurtulur?” sorusuyla ilgilenmiyor; “Türkiye’nin CHP’ye ne ihtiyacı var ve ne verebilir?” diyor.

Bugün CHP’nin yaşadığı “değişim sancıları” ise, Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme sendromunun, temsilî ve ayrıt edici tanı değeri yüksek mega semptomu. Bunu da iyi anlamak, doğru değerlendirmek ve yüzeysel almamak gerek.

Kendi naçizane kütüğümde ise şimdi “ben onu demiştim, şunu demiştim” diyenler başka başka şeyler söylerken, o zamanlar neleri yazmış olduğum belli. Parti içindeki/dışındaki herkes yüzleşmeli; CHP’de kendisini ve geçmişini görmeli.

Fakat CHP de bugünlerde Kılıçdaroğlu özelinde “mantıksızca zayıflatılmış” olduğuna inanılan ana-muhalefet partisine yönelmiş çaresizlik öfkesini, salt seçim sonuçlarına veya son iki haftaya filan da bağlamamalı.

Çünkü salt (ve bununla 120 yazlık!) “Politikyol kütüğüm” sınırlarında kalacak olursam eğer, seçmenin bu kızgınlığı ve güvensizliği 21 Mayıs 2020’den bu yana ısrarla yapılan önemli hatalar üzerine oluştu. Yani hepsi o zaman veya şimdi bunun pek farkında olmasa da biriktire biriktire bugüne geldi. Bundan sonra bununla yüzleşmesi veya farkındalığı ve mutsuzluğunu CHP’ye yöneltmesi daha da şiddetli olacak.

O bakımdan, kesinlikle hafife alınacak bir itiraz değil toplumsal muhalefetten yükselen bu ses. Yüzeysel siyaset ve klasik hamasi manevralarla kolay da dindirilemez. CHP kurumsal aklını başına devşirip, bu yapıcı enerjiyi kendi ve ülke yararına değerlendirmeli.

Sonuç olarak, önce bu kolektif sesi iyi duymalı ve “toplumsal değişim talebi” olarak doğru yorumlamalı. Parti içi “adabı muaşeret” her ne olursa olsun, CHP’yi bundan sonraki yerel ve genel seçimlerde yaşatacak olan seçmene daha fazla “çocuk muamelesi” yapılamaz.

ü

Editör: Aydan Gülerce