Hukukun demokrasi, insan hakları ve kalkınma üzerindeki etkisini kavramak bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntıları anlamak ve onları aşmak açısından çok önemli. Bu sorunların çözümü sadece ekonomik reçetelerle ya da iktisat politikalarındaki değişikliklerle mümkün olmayacak.

“Bütün yollar Roma’ya çıkar.” ifadesini duymuşsunuzdur. Bu ifadedeki ‘Roma’nın Nouva Roma yani Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’u kastettiği de belirtilmektedir. Bütün yollar Roma’ya (ya da İstanbul’a) çıkar mı bilmem ama hukuka çıktığının kesin olduğu söylenebilir. Bir akademisyen için böyle güçlü iddialarda bulunmak kolay değildir. İddianızı ispatlamanız, verilerle desteklemeniz gerekir. Ki veriler bile sizi yanıltabilir bazı durumlarda, bu yüzden temkinli ifadeler kullanılır akademide. Ancak hukuk ve adaletin her şeyin temelinde olduğuna inandığım için “Bütün yollar hukuka çıkar!” demekten imtina etmiyorum ve bunu biraz açmak istiyorum.

Demokratik, insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğünün var olduğu bir ülkede insanlar günlük yaşamlarında hukuk ve adalet üzerine pek fazla düşünmek zorunda kalmazlar. Bir haksızlığa uğradıkları zaman bunların önemini hatırlasalar da o ülkelerdeki hukuk sistemleri söz konusu yanlışı ortadan kaldırır ve(ya) tazmin eder. Sorun bir şekilde çözümlenmiş olur.  Bizim ülkemiz gibi demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi bir devlet için olmazsa olmaz unsurların derin yara aldığı, hatta bazı noktalarda ortadan kalktığı ülkelerde ise hukuk ve adalet her daim günlük yaşantınızın bir parçasıdır.

Bunların yokluğunu her daim hissedersiniz. Çünkü hukuk ve adaletin önemini sağlıkta olduğu gibi genelde onların yokluğunda anlarsınız. Adını koyamayabilirsiniz veya başınıza gelen ya da şahit olduğunuz haksızlığın hukukla bağlantısını tam olarak tespit edemeyebilirsiniz ama emin olun, bu haksızlıklar direkt hukuki olmadığında da (örneğin ekonomik veya sosyal adaletsizlikler) bir şekilde hukukla bağlantılıdır. Bunu daha önceki bir yazıda bahsettiğim akademik zam kampanyası üzerinden göstermek isterim.

Türkiye’de 200 bine yakın akademisyen olsa da kampanyaya destek veren akademisyen sayısı bini dahi bulmuyor, çünkü pek çok akademisyen korkuyor. Kampanya sürecinde beraber çalıştığımız arkadaşlarla gözlemlediğimiz bu korku bilimsel bir veriye dayanmıyor maalesef. Böyle akademik bir çalışma yapılması gerektiği kesin. Ancak bireysel gözlemlerimizden yola çıkarak pek çok meslektaşımızın mobbing, kadro sorunu ya da sözleşmelerinin yenilenmemesi korkusuyla sessiz kalıyor olduğunu söyleyebiliriz.

Elbette çok farklı nedenlerle destek olmayanlar ya da kampanyadan haberdar olmayanlar olabilir. Fakat bazı akademisyenler geçinememesine rağmen korku yüzünden kampanyaya destek vermiyor. Peki, bu korkunun nedeni ne? Elbette hukuk, daha doğrusu hukuka ve adalete güvenin olmaması. Burada dikkat çekici olan sorunun tüm boyutlarının bir şekilde hukukla ilişkili olması. Bunu biraz daha detaylandırarak her yolun nasıl hukuka çıktığını göstermeye çalışacağım.

Akademik zam kampanyasının ortaya çıkmasının nedeni enflasyonist ortam sebebiyle eriyen maaşlar ve alım gücünün düşmesi. Temelde ekonomik sorunlar olarak niteleyeceğimiz bu sorunların kökenine indiğimizde asıl gerekçenin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanındaki ciddi gerilemeler olduğunu söyleyebiliriz. Devletlerin kalkınması için ulusal ve uluslararası yatırımlar gerçekten çok önemlidir ve hukukun yatırımcılar için önemi büyüktür. Yargının bağımsız olmadığı, hukukun sürekli eğilip büküldüğü bir ülkeye yatırım gelmez. Bunu kavramak için ekonomist olmaya gerek yoktur sanırım. Yabancı yatırımcıyı bir kenara bırakalım, yerli yatırımcı dahi hukuki güvencenin olmadığı bir ülkeye kendi vatanı dahi olsa yatırım yapmak istemez. Bu da ekonomik gelişme açısından çok ciddi bir bariyer oluşturur. Türkiye’de de benzer bir durumun mevcut olduğunu söyleyebiliriz.

Yaklaşık on yıldır demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü noktalarında geriye gidiyoruz ve son yıllarda bu gerileme inanılmaz bir ivme kazanmış durumda. Temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesi vaka-i adiye olurken yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığındaki erozyon had safhaya ulaştı. Böyle bir ortamda ekonominin gelişmesini beklemek saflık olacaktır.

Bizim gibi hukuka güvenin olmadığı ülkelerde ise sadece korku değil, demokratik yollardan taleplerini iletme ve sonuç alma noktasında da bir inançsızlık bulunuyor genelde. Çünkü hukuk ve demokrasinin işlevselliğini kaybettiği ülkelerde bu yollarla sonuç almak mümkün olmuyor.

Ayrıca bir önceki yazıda bahsetmiş olduğum insanların refahını ve sosyal adaletin tesisini amaçlayan bir kalkınma yaklaşımının benimsenmemesi de yine hukuk ve demokrasi ile alakalı. Ülkemizde küçük bir zümreyi zenginleştirmek pahasına toplumun geniş kesimlerini yoksullaştıran bir ekonomi politikası izleniyor. Pek çok insan bu durumdan rahatsız olsa da hukukun kendisini koruyacağını düşünmediği için sesini çıkar(a)mıyor. Kısacası insanlar (bunlara akademisyenler de dâhil) en temel insan haklarını bile kullanmaktan imtina ediyorlar.

Akademide mobbing çok ciddi bir problem ve bu konuda hukuka başvurmak çoğu zaman sonuçsuz kalıyor. Normalde ifade özgürlüğünün olduğu bir ülkede insanlar baskı hissetmeden sıkıntılarını, ihtiyaçlarını ve taleplerini dile getirebilirler. Ancak Türkiye gibi ifade özgürlüğü konusunda ciddi sorunlar yaşayan ülkelerde hakkını aramak bazı bedelleri ödemeyi gerektiriyor. Akademik zam kampanyasına destek verdiği takdirde bir şekilde cezalandırılacağını düşünen bir akademisyen hukuka ve yargıya güvenemediği için sessiz kalmayı tercih ediyor olabilir.

Türkiye’de yargıya duyulan güvenin son yıllarda ne kadar düştüğü göz önüne alındığında haksız da sayılmazlar. Son dönemlerde hep seçim anketlerini konuşuyor olsak da geçen yıl Aksoy Araştırma’nın yapmış olduğu Türkiye’de Yargı Bağımsızlığı anketinin sonuçları hukuka duyulan güvenin alarm verici boyutta düşük olduğunu gösteriyor. Türkiye genelinde yargının bağımsız olduğunu düşünenlerin oranı %15.7 olarak görülürken AKP seçmenleri için dahi bu oran yalnızca %27.9.[1] 2019 yılında ORC[2], Kadir Has Üniversitesi[3] ve yine Aksoy Araştırma[4] tarafından yürütülen araştırmalarda da yargıya güven konusunda benzer sonuçlar ortaya çıkmış.

İnsanların yargıya güvenmemesi onların hak arayışlarını da ciddi bir biçimde etkiliyor. Kısacası hukuk ve adaletin olmaması dolaylı yoldan ekonomik sorunlara sebep olurken, bu sorunların (kısmi de olsa) çözümünü amaçlayan akademik zam kampanyasına desteğin sınırlı olmasında hukuk ve adalet sorununun direkt etkili olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanların yaşadıkları sorunlara sessiz kalmalarında hukuka güvenmemelerinin yanında çabalarının sonuca ulaşacağına inanmamaları da etkili olabiliyor. Demokrasi ve hukukun işlediği devletlerde insanlar kişisel ve siyasal haklarını kullanarak demokratik yollardan talep ve beklentilerini karar alıcılara iletip sonuç almayı beklerler. Bazı durumlarda bu hakların kullanılmasında sorunlar yaşansa da bu hakların işlevsel olduğunu düşünürler. Bizim gibi hukuka güvenin olmadığı ülkelerde ise sadece korku değil, demokratik yollardan taleplerini iletme ve sonuç alma noktasında da bir inançsızlık bulunuyor genelde. Çünkü hukuk ve demokrasinin işlevselliğini kaybettiği ülkelerde bu yollarla sonuç almak mümkün olmuyor.

İnsanların maaşlarına zam istemeye bile korktuğu, ilgililerin hiçbir şekilde sorumluluk almadığı bir yerde akademinin gelişme ve ülkeye katkı sunma ihtimali yoktur. Bu yüzden hukuk her şeyle ilgilidir ve hiçbir durumu ya da olguyu hukuktan bağımsız düşünemeyiz.

Örneğin, YÖK Başkanı Sayın Erol Özvar akademisyenlerin zam talebi ile ilgili hiçbir şey söylemek zorunda hissetmiyor. Başında bulunduğu kuruma bağlı meslek grubunun ekonomik sorunlarıyla ilgilenmediği gibi çağrılarına kulak tıkamakta da bir beis görmüyor. Rektörler de benzer bir sessizlik içerisindeler. Çünkü bu kişiler demokratik yollarla göreve gelmiyor ve temsil ettikleri kişilere karşı herhangi bir sorumluluk duymayabiliyorlar. Bu durum da yolumuzu yine hukuka çıkarıyor.

Çünkü 2016’ya kadar üniversitede öğretim üyeleri tarafından seçilen 6 adaydan 3 tanesi YÖK tarafından Cumhurbaşkanına sunulup bu adaylar arasından rektör ataması yapılırken, önce üniversitelerde seçim yapma aşaması sonra da YÖK’ün aday gösterme aşaması kaldırıldı. 2018’de yapılan son değişiklikle Cumhurbaşkanı kendi isteğine göre rektör ataması yapmakta. Sonuç olarak yine hukukun demokratik ve adil bir düzen kurma amacından uzak bir biçimde kullanıldığını ve akademideki problemler üzerinde ne kadar etkili olduğunu görüyoruz.

Hukukun demokrasi, insan hakları ve kalkınma üzerindeki etkisini kavramak bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntıları anlamak ve onları aşmak açısından çok önemli. Bu sorunların çözümü sadece ekonomik reçetelerle ya da iktisat politikalarındaki değişikliklerle mümkün olmayacak. Adil bir hukuk düzeni tesis edilmeden ekonomik sıkıntılardan kurtulmamız söz konusu değil.

İktidarın hiçbir politikasının özgürce eleştirilemediği ve hukukun siyasallaştığı bir ortamda ekonominin düzelmesini bekleyemeyiz. İnsanların maaşlarına zam istemeye bile korktuğu, ilgililerin hiçbir şekilde sorumluluk almadığı bir yerde akademinin gelişme ve ülkeye katkı sunma ihtimali yoktur. Bu yüzden hukuk her şeyle ilgilidir ve hiçbir durumu ya da olguyu hukuktan bağımsız düşünemeyiz.

---

[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/akp-duzeninin-mahkemeleri-turkiyede-yurttas-yargiya-guvenmiyor-1932162 [2] https://www.ensonhaber.com/gundem/orcnin-yargiya-guven-anketi [3] https://www.diken.com.tr/esfender-korkmaz-turkiyede-yargi-siyasallasmis-midir-anketi/ [4] https://sodev.org.tr/yargi-bagimsizligi.pdf