2001 yılına kadar tam üç hükümet değişikliği ve iki ekonomik kriz yaşanmış ve laiklik tartışmaları yerini siyasi ve ekonomik tartışmalara bırakmıştır. Din, devlet ve toplum ekseninde büyük bir ayrışma ve çatışma yaşanmasına sebebiyet veren sürecin izleri ise bugün hala sürmektedir. Nasıl mı? Hadi bakalım…

Herakleitos’un ‘’Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’’ sözünü oldukça çok severim. Özellikle son günlerde muhalefet kanadında değişimin gerekliliği tartışılırken, ben ise iktidarın değişen ve değişmeyen söylemlerine odaklanmak istedim. Toplumun siyasi partilerden beklediği değişim midir, yoksa mevcut olan siyasi söylemlerini muhafaza etmeleri mi? Değişim olacaksa neye göre ve kime göre belirlenmelidir?

Türkiye’de yaşanan din- siyaset ilişkisi her dönemin en önemli başlıklarından biri olarak günümüze kadar devam etmiştir. Cumhuriyet’in kurulmasının ardından din- devlet ilişkileri laiklik temelinde şekillenmiş ve laikliğin farklı algılanması ve uygulanması sonuçlarını da beraberinde getirmiştir. Kısa ve en öz tanımıyla din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanan laiklik, AKP iktidarında din ve inanç özgürlüğü olarak ele alınmış ve bireylerin inançlarını diledikleri gibi yaşama hürriyeti olarak değerlendirilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında devrimin gerekliliği olarak din politikaları oldukça sert bir şekilde devlet idaresinin dışında tutulmuş ve dinin yönetim içindeki hakimiyeti sonlandırılmaya çalışılmıştır. Çok partili hayata geçiş sürecine kadar laiklik konusundaki bu sert tutum devam etmiştir. 1950’de Demokrat Parti’nin siyaset sahnesine girmesiyle laiklik konusunda gevşemeler yaşanmış ve bu süreç 1997  postmodern darbe dönemine kadar devam sürmüştür. 28 Şubat süreci olarak hafızalarımıza kazınan o günlerde ‘’irticaya karşı’’ bir mücadele başlatılmış ve ‘’laiklik’’ yeniden cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi katı ve sert uygulamalarla hayata geçirilmeye çalışılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, yıkılan bir imparatorluğun ardından, ulus devlet olma sürecinde bir zaruret olarak uygulanan devrim politikaları, tüm toplum tarafından anında kabul görmemiş ve benimsenmemiş olsa da değişim o günün şartlarında kaçınılmazdı. ‘’Laiklik’’ ise bu değişimin en temel yapı taşlarından ve bizi geleceğe taşıyacak olan en önemli uygulamalarından biri olmuştur. Bugün Orta Doğu’da yaşanılanları gördükçe laikliğin önemini bir kez daha anlıyor ve bir İslam coğrafyasında bunu başarmış olmanın o kadar da kolay olmadığını idrak edebiliyoruz.

28 Şubat sürecinde yaşanılanları ise bu durumdan ayırmak gereklidir. Zaten ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle de bunu görmek mümkündür. İrtica tehlikesi söylemleri ile meşru olan bir yönetime medya baskısı ile son verip sonrasında parti kapatmalar ile devam eden süreçte, laikliğin yeniden doğru işlemesini sağlamaktan ziyade büyük bir mağduriyet yaşanmasına sebebiyet verilmiştir. Sadece mevcut yönetimin tasviyesi ile sınırlı kalmayan darbe sürecinde, kamusal alanda her türlü dini temsil tehlikeli görülmüştür. Özellikle başörtüsü konusunda yaşanan kısıtlamalar ve meslek liselerindeki katsayı sorunu, büyük bir kitlenin mağduriyeti olarak sonuçlanmış ve yansımaları bugüne dek sürmüştür. 2001 yılına kadar tam üç hükümet değişikliği ve iki ekonomik kriz yaşanmış ve laiklik tartışmaları yerini siyasi ve ekonomik tartışmalara bırakmıştır. Din, devlet ve toplum ekseninde büyük bir ayrışma ve çatışma yaşanmasına sebebiyet veren sürecin izleri ise bugün hala sürmektedir. Nasıl mı? Hadi bakalım…

Sermaye ortakları ile beraber büyüyen bir güç olan AKP, bu gücün getirdikleri ve götürdükleri ile imtihan oluyordu. Durum iyice çığrından çıkmış, neredeyse kendilerine ait yeni bir ahlak ve yeni din anlayışı ortaya koymuşlardı.

2002 yılında tek başına iktidara gelen AKP, 28 Şubat süreci sonrasında kapanan Refah Partisi, Fazilet Partisi gibi Milli Görüş düşüncesine sahip siyasi bir anlayışından içinden doğmuştur. Fakat bu doğuş, içinde değişim ve dönüşüm iddiaları barındırarak gerçekleşmiştir. Nitekim o günün şartları tam olarak bunu gerektirmiş ve dini siyasal söylemlerin toplumsal problemlere çözüm getiremeyeceğini gören AKP, kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlamıştır. Muhafazakar ve demokrat kavramları daha önce bir çok siyasi parti tarafından kullanılmış olsa da her ikisinin bir arada, bir partinin temelini oluşturması o dönemin şartları açısından önem teşkil etmektedir.

Muhafazakar kimliği, özü itibari ile geldiği tabanı kucaklayacak, aynı zamanda mağduriyet yaşayan islami kitle desteğinin devamlılığını sağlayacak, demokrat kimliği ile de laiklik karşıtı duruşa son verilmiş olunacaktı. Erdoğan, yaptığı bazı konuşmalarda; başörtüsünün birinci sorunları olmadığını,  insanların hayat tarzlarına müdahale etmeyeceklerini ve ülkeyi 28 Şubat sürecine getirecek gerginliklerin yaşanmaması için çok dikkatli olacaklarını ifade etmiştir.

Devam eden yıllarda AKP,  söylemlerinde yer verdiği gibi dini söylem ve uygulamalardan uzak durmuş, ülkeyi geren laiklik tartışmalarının olmaması için özen göstermiştir. AKP iktidarının o dönemlerde işi oldukça zordur, çünkü;  bir taraftan 28 Şubat’ın yaşanmasına neden olan siyasal islam çizgisinden uzak durmaya çalışırken diğer tarafta 28 Şubat mağdurlarının beklentilerine cevap vermesi gerekmektedir. AKP iktidarı, 2004 yılında İmam hatip liselerinde kat sayı probleminin kalkması için bir kanun değişikliği yapmış fakat dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir. Aynı kanun teklifinin tekrar sunulduğu takdirde, Cumhurbaşkanı’nın yasayı onaylamak zorunda olduğunu bildikleri halde tekrar göndermemiş ve bu konuyu askıya almayı tercih etmişlerdir. Her ne kadar tek başına iktidar olmuş olsa bile, o dönemde gerekli olan siyasi konjonktür henüz yoktur.

27 Nisan e-muhtırası bu kaygıların gerçek olduğunu kanıtlamış fakat AKP’nin elini daha da güçlendirmiştir. Yine aynı şeylerin olacağından endişe duyan geniş bir kitle AKP’ye daha sıkı sarılmış ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağlamıştır. Bununla da kalmayan güçlenme süreci 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği referandumu ile devam etmiş ve yüzde 57,88 gibi bir oranla halk desteği almıştır.  Artık bu noktadan sonra yalnızca ordunun siyaset üzerindeki etkisi bitmekle kalmamış, yargı yapısı içinde de değişikliğe gidilmiştir.  Her alanda elini güçlendiren AKP’nin, 2010 sonrasında kendi gerçek kimliğine dönmemesi için hiç bir gerekçe kalmamıştır.

YİNE BİR DEĞİŞİM

2011 seçimlerinden de oy oranını artırarak çıkan AKP iktidarı artık muhafazakar kimliğini rahatça öne çıkarmaktan yana bir sakınca görmeyecektir.  Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı aynı yıl kapatılarak yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurularak başlanmıştı ilk değişim sinyalleri..Yine AB uyum sürecinde gerekli olduğu için kurulan Kadın Bakanlığı artık gerek kalmadı diyerek adından feragat etmişti. Yine devamında, aynı sebeplerle imzalanan ve aynı gerekçelerle bir tehdit olarak algılanması sağlanan, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi durumu yaşandı. Öyle ya; muhafazakarlık demek ailenin korunması demekti ve ne hikmetse bu koruma sadece kadınlar üzerinden yapılabilmekteydi. Aynı şekilde marjinalleştirilen tüm gruplara yönelik siyasi söylemleri sertleşmiş bir AKP bulduk karşımızda, 2011 sonrası Türkiye’nin değişen yeni AKP’sinde. Bundan nasibini herkes alıyordu sırasıyla. Feministler, LGBT’yi savunanlar, Gezi’de eylem yapanlar, iktidarı eleştirenler… Gittikçe genişleyen bir çemberin yuvarlandıkça herkesi içine alması gibi, her gün bir yenisi ekleniyordu bu çembere.  Bir gün çapulcu oluyordunuz, bir diğer gün sürtük, bir başka gün hain, terörist…

Samimi ve gerçek olmayan hiçbir şeyin asla erdemli bir sonuca erişemeyeceği gibi, bu hikayenin sonu da onurlu bir şekilde elbette bitmeyecektir. Ve bana göre bu hikayede en çok zarar gören değer, DİN olmuştur.

Durum hızlı bir şekilde özgürlük ve demokrasi söylemlerinden buraya evrilirken diğer taraftan din adına fetva verenler daha çok görünür olmaya başlamıştı. 28 Şubat sürecinde medyanın gücünü fark eden AKP iktidarı, medyada kendisini ve düşüncelerini savunacak geniş bir güç kalkanı oluşturmuştu.         Uygulamak istenilen tüm politikalar muhafazakar medya aracılığı ile yazılıyor, çiziliyor ve sonra hayata geçiriliyordu. Tıpkı İstanbul Sözleşmesi ve diğer birçok konuda olduğu gibi. VE tabii ki iktidar politikalarının fetva makamı olarak Diyanet’in katkısını da unutmamak gerekir. Camilerde yapılan siyasi söylemlerle,  gerekli konularda iktidarın işine yarayacak fetvalarla ve haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk karşısında asla ses çıkarmayan vakur(!) duruşunla, iktidarın en gerekli kurumlarından olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı… (Bu konuda yazılacak çok şey var, fakat başka bir yazıya konu olmalı.)

İktidarın meydana getirdiği sermaye ortakları ile beraber büyüyen bir güç olan AKP, bu gücün getirdikleri ve götürdükleri ile imtihan oluyordu. Evet halkın uzun yıllar teveccühünü almış bir parti olarak güçlenmesi ve belli oranda kendi çevresine bir güç devşirmesi anlaşılabilir olabilirdi. Fakat durum iyice çığrından çıkmış, neredeyse kendilerine ait yeni bir ahlak ve yeni din anlayışı ortaya koymuşlardı.

28 Şubat süreci ile başlayan bir değişim hikayesi olarak AKP, iktidarı içinde başka bir değişimi de gerçekleştirmiş, fakat aslında değişen tek şey, değişmemenin kendisi olmuştur. Bizim değişim ve dönüşüm olarak izlediğimiz sadece bir illizyon, toplumun ve siyasetin rengine uyumlanmak olmuştur. Samimi ve gerçek olmayan hiçbir şeyin asla erdemli bir sonuca erişemeyeceği gibi, bu hikayenin sonu da onurlu bir şekilde elbette bitmeyecektir. Ve bana göre bu hikayede en çok zarar gören değer, DİN olmuştur.

(HAFTAYA DEVAM EDECEĞİM)