Mustafa Kemal Atatürk'e göre; bu denli acı tecrübeler edinen milletin, bundan sonraki süreçte egemenliğini tek bir kişiye tahsis etmesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Millet, kimsenin müsaadesine gerek duymadan kendi egemenliğini kendisi kazanmıştır.

Her sene büyük bir sevinçle karşıladığımız 23 Nisan, yalnızca çocuk bayramı değil aynı zamanda milli iradenin hükmü olan ulusal egemenlik bayramıdır. Çok bilinmese de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, aslında 3 farklı bayramın birleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. 23 Nisan günü ilk zamanlar, TBMM’nin açılış günü dolayısıyla ‘’Millî Bayram’’ olarak kutlanırken 1 Kasım günü ise Saltanat’ın kaldırılması dolayısıyla ‘’Hâkimiyet-i Milliye Bayramı’’ olarak ayrı ayrı kutlanmıştır. Daha sonrasında iki bayram birleştirilmiş ve bu iki bayrama Çocuk Bayramı’nın dâhil olmasıyla da millî gün, ‘’Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’ olarak son şeklini almıştır.

1927 yılından sonra daha ziyade ‘’çocuk’’ temalı bir kutlanma şekli kazanan 23 Nisan’ın tarihimizdeki önemi; Kurtuluş Savaşı’nın karargâhı ve yeni Türk devletinin ilk meclisi olan I. TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılışıdır. Batı’da farklı süreçlerle tezahür eden parlamento olgusu, Osmanlı Devleti'nde 1839 Tanzimat Fermanı'nın ardından takip edilen Batılaşma politikalarının bir devamı niteliğinde cereyan etmiştir.

Osmanlı Devleti’nin ilk Anayasası olan Kanun-i Esasi'nin 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edilmesiyle Osmanlı Devleti’nin ilk parlamentosu, Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusân olmak üzere iki kanatlı şekilde kurulmuştur. 13 Mayıs 1877 tarihli Heyet-i Mebusân Nizamname-i Dâhilîsi ile Türk parlamento tarihinde, idari yapılanmaya dair kuralları kapsayan ilk düzenleme yapılmıştır. 1877 Nizamnamesi, daha sonra çeşitli tarihlerde değişikliğe uğrarken 1916 yılında Meclis-i Mebusân İdare-i Dâhiliye Nizamnamesi kabul edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı döneminde kapanan Millî Mücadele döneminde Misak-ı Milli kararlarının kabulü ile son görevini yapan parlamento faaliyetleri, 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM ile yeni bir döneme kapı aralamıştır.

Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti ve Meclis-i Mebûsan üyelerinden oluşan 324 milletvekili ile kurulan TBMM, zor şartlar altında ancak 115 milletvekili ile açılabilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, seçimle alakalı yayınladığı ilk tebliğde yeni kurulan meclisin adının ‘’Meclis-i Müessisan / Kurucular Meclisi’’ olmasına dair bir öneride bulunmuştur. Meclisin adının belirlenmesiyle ilgili farklı görüşlerin de sunulmasıyla birlikte aynı gün içerisinde gerçekleştirilen toplantıda meclis adının ‘’Büyük Millet Meclisi’’ olmasına karar verilirken sonrasında meclisin adı ‘’Türkiye Büyük Millet Meclisi’’ olarak belirlenmiştir.

Klasik Egemenlik anlayışının, günümüzde eski geçerliliğinde olmadığının da altını çizmemiz gerekmektedir. Keza mutlak egemenliğe tabi olan iktidar anlayışı, günümüzün Kuvvetler Ayrılığı ve Hukuk Devleti anlayışlarıyla ters düşmektedir.

TBMM 23 Nisan 1920 tarihinde açılırken açılış konuşmasını Meclis gelenekleri uyarınca en yaşlı üye olan 1845 doğumlu Sinop Milletvekili Mehmet Şerif Bey yapmıştır. Mehmet Şerif Bey açılış konuşmasında şu cümleleri sarf etmiştir:

“Bu Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek, Büyük Millet Meclisini açıyorum.”

TBMM, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Atatürk'ü meclis başkanı olarak seçmiştir. TBMM, kendi idari yapısını oluşturmak adına, 26 Nisan 1920 tarihinde bazı değişiklikler yaparak Heyet-i Mebusanın 1916 tarihli Nizamnamesini kabul etmiş ve mezkûr Nizamnamede; idari hizmetlerinin teşkilatlanması, bu teşkilatlanma kapsamındaki organlar ve görevli personelle bunların görev ve yetkileri şekillendirilmiştir.

Dolayısıyla Ankara’da halk tarafından kurulan TBMM; bir taraftan milli mücadele devam ederken diğer taraftan da ulusal egemenlik anlayışının vücut kazandırıldığı üstelik tek görüş temeline dayanan bir kalabalıktan öte, farklı görüşlerin de aynı anda temsil edildiği kozmopolit bir merkez olmuştur.

Siyasal iktidarın menşeine dair, Fransız İhtilali’nin ardından ortaya çıkan görüşlerden biri de ‘’Millî Egemenlik’’ teorisinin farklı bir çeşidi olan ‘’Halk Egemenliği’’ teorisi olmuştur. Siyasi literatürde bu iki kavram arasında çoğu zaman bir ayırım yapılmadığı ve her ikisinin de aynı anlamda kullanıldığı görülmektedir. Bu yaklaşım, günümüz atmosferinde kabul görür bir tutum sayılmaktadır.

Keza bu teorilerin pek çoğu, pratik olarak günümüzde grift bir özellik kazanmıştır. Bu durumun en belirgin örneklerinden birisini 1946 ve 1958 Fransız Anayasaları oluşturmaktadır. Zira Fransız Anayasası’nın hazırlık aşamasında Kurucu Meclis'te Millî Egemenlik ve Halk Egemenliği teorilerinden hangisinin benimseneceği tartışılmış ve nihayetinde 1946 Anayasası'na "Milli Egemenlik Fransız halkına aittir." maddesi eklenmiştir.

Esasında Millî Egemenlik kavramı, Fransız Hukukçu Julien Laferriere’in ifade ettiği şekilde bir teoriyi ifade etmekten ziyade demokrasi idealini karşılamak adına kullanılmıştır. Özetle Milli Egemenlik; siyasal iktidarın kaynağının, siyasal özneye iktidar yetkisini veren halka ait olduğunun göstergesidir.

Çoğulcu Demokrasi, hürriyetler ile ayrılmaz bir bütün oluşturarak ‘’gelecek hürriyeti’’ ideası adına bugünkü hürriyeti hiçe saymamaktadır. Kısaca Çoğulcu Demokrasi anlayışı, toplumsal hürriyetleri garanti eden en özgürlükçü demokratik rejimdir.

Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesi kabul edilirken Halk Egemenliği teorisinin de bazı yanları hissedilmektedir. Örneğin; oy hakkı ve genel oy ilkesinin kabulü, Halk Egemenliği doktrinine işareti temsil etmektedir. Türk tarihinde Milli egemenlik kavramı; Amasya Tamimi'nde yer alan "Milletin azim ve kararı" ve Erzurum Kongresi'nde alınan "Millî Kuvvetleri amil ve Millî iradeyi Egemen Kılmak" kararıyla doğmuştur.

1921 Anayasası’nda yer alan "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, idare usulü halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır." tanımı ise yeni kurulan Türk devletinin temellerinin Milli Egemenlik esasına dayanacağını özetlemiştir. Mustafa Kemal Atatürk'e göre; bu denli acı tecrübeler edinen milletin, bundan sonraki süreçte egemenliğini tek bir kişiye tahsis etmesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Millet, kimsenin müsaadesine gerek duymadan kendi egemenliğini kendisi kazanmıştır.

Ancak Klasik Egemenlik anlayışının, günümüzde eski geçerliliğinde olmadığının da altını çizmemiz gerekmektedir. Keza mutlak egemenliğe tabi olan iktidar anlayışı, günümüzün Kuvvetler Ayrılığı ve Hukuk Devleti anlayışlarıyla ters düşmektedir. Çoğunlukçu Demokrasi anlayışı çerçevesince demokrasi, kayıtsız ve şartsız halk çoğunluğunun iradesine dayanmaktadır. Dolayısıyla egemenliği, sayısal üstünlük kudretine paralel olarak azınlık ya da muhalefetin hak ve hürriyetini sınırlamaktadır.

Çoğulcu Demokrasi anlayışı ise toplumun yönetimi çoğunluğunu temel almaktadır ve çoğunluk iradesine bağlı olarak mutlak ve sınırsız bir irade ortaya koyamaz. Çoğulcu Demokraside azınlık, çoğunluk olabilme hakkını her daim sağladığı gibi bu hak, muhalefetin gerektirdiği diğer bütün hakları da muhafaza etmektedir. Çoğulcu Demokrasi, hürriyetler ile ayrılmaz bir bütün oluşturarak ‘’gelecek hürriyeti’’ ideası adına bugünkü hürriyeti hiçe saymamaktadır. Kısaca Çoğulcu Demokrasi anlayışı, toplumsal hürriyetleri garanti eden en özgürlükçü demokratik rejimdir.

Dolayısıyla ‘’Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.’’ diyen Mustafa Kemal Atatürk’ten devraldığımız korumamız ve güçlendirmemiz gereken ulusal egemenlik ilkesi, Çoğulcu Demokrasi anlayışı olmalıdır.