Yoksulluk Türkiye’de tüm kesimlerin sorunu. Bunların içinde akademisyenler de var ve onlar da hem yaşamak hem de mesleklerini daha iyi koşullarda yapmak için zam istiyorlar. Akademisyen Zeynep Ardıç meslektaşlarının çığlığını yazdı

2018’den beri devam eden ekonomik kriz son birkaç yılda ivmesini arttırdı ve enflasyonist ortam alım gücünü neredeyse yok etti. Artan kiralar, gıda fiyatları, faturalar ve diğer yaşamsal giderler herkes gibi akademisyenlerin de belini büktü. Ancak akademisyenler açısından mevzunun bir de başka boyutu var; ekonomik krizin yıkıcı etkisi akademik faaliyetleri durma noktasına getirdi. Yayın çıkarmak, araştırma yapmak, konferans ve kongrelere katılmak ciddi bir bütçe gerektiriyor ve akademisyenler mevcut maaşlarıyla bunları karşılayamıyor. Yurtdışındaki akademik faaliyetlere katılmak imkânsız hale gelmişken, yurtiçindekilere katılmak bile bu maaşlarla çok zorlaştı. Pek çok ülkede akademik faaliyetler için akademisyenlere bütçe ayrılır ve bunlar üniversite tarafından desteklenir. Türkiye’deki akademisyenler ise çoğu zaman bunları kendi ceplerinden karşılamak zorunda kalıyorlar ve şu anki maaşlarla bu artık mümkün olmaktan çıkmış durumda.

Türkiye’de akademinin liyakatsizlik, kadro, mobbing, verimsizlik gibi çok ciddi sorunları var ve bunlar çözüm bekliyor. Ancak maaşlardaki erime en can yakan sorun haline gelmiş durumda. Akademik faaliyetler doğaları gereği ciddi bir motivasyon ve odaklanma gerektirir. Akademisyenlik bir anlamda fikir işçiliğidir ve üretim için zihnin berrak olması çok önemlidir. Kitap ve makale yazmak, araştırma yapmak ya da proje geliştirmek için bunlara odaklanmak gerekir. Ancak mevcut ekonomik koşullarda zihinleri sürekli geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısıyla meşgul olan akademisyenler bu faaliyetleri yürütmede ciddi zorluk yaşıyorlar. Maddi sıkıntılar olmadan da üniversitelerdeki bazı yapısal problemler (özellikle mobbing) akademik verimliliğin önünde bir engel teşkil etmekteydi. Buna bir de ekonomik problemler eklenince akademinin üretkenliğine çok ciddi bir biçimde ket vurulmuş oldu. Prof. Dr. Ufuk Akçiğit’in yakın zamanda yayınlamış olduğu araştırma 12 bin akademisyenin yurtdışına gittiğini gösteriyor. Aynı çalışma giden akademisyenlerin verimliliği en yüksek akademisyenler olduğunun da altını çiziyor. Türkiye’nin yetiştirdiği en yetkin akademisyenlerin yurtdışına gitmesi sanırım beyin göçü olgusunun en çarpıcı örneğini teşkil ediyor. Akademinin hem yapısal sorunları hem de ekonomik sorunlar bir an önce çözülmezse Türkiye akademisinin tamamen çoraklaşacağını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Meseleye gelir eşitsizliği ve adaletsizliği yönünden bakmak beyin göçünün altında yatan nedenleri anlama noktasında faydalı olacaktır. Hem dünyada hem de Türkiye’de çok ciddi bir gelir eşitsizliği ve yoksulluk problemi var ve mevcut politikalar sosyal adaleti tesis etmede yetersiz kalıyor. Ekonomik büyüme vurgusu kalkınma politikalarının en temel motivasyonu olarak karşımıza çıkıyor ancak bu büyümeden kimin faydalanacağı noktasında önümüzde bir projeksiyon yok. En temelde insanların şu soruyu sorması gerekiyor: ekonomik büyüme o ülkede yaşayan insanların hayatlarını iyileştirmiyorsa biz gerçekten kalkınmış oluyor muyuz? Aslında bu sorunun cevabı belli. Adil bir dağılım olmadan ekonominin büyümesi insanlara refah getirmiyor. Kalkınmanın nasıl gerçekleşmesi gerektiği sorusu bizi bir anlamda akademiye getiriyor aslında. Çünkü bu soruların cevabını verecek olan sadece politikacılar olmamalı. Yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılacağı, toplumun her kesiminin refahını arttıracak ekonomi politikalarının nasıl oluşturulacağı hususlarında akademik çalışmaların önemi büyük. Ekonominin hukuk, demokrasi ve insan hakları ile olan ilişkisi tam olarak anlaşılmadan ekonomik problemleri çözmek de mümkün olmayacak ve iş burada yine akademiye düşüyor.

Refah toplumları diyebileceğimiz ülkelere bakıldığında kurumsallaşmış demokrasiler görüyoruz. Bu bir tesadüf olabilir mi? Daha iyi bir yaşam arayışında olan insanlar demokratik ve insan haklarına saygılı refah devletlerine yöneliyorlar. Yurtdışına yönelen akademisyenlerin ya da diğer meslek gruplarının sadece ekonomik nedenlerle gittiğini söyleyemeyiz.

Akademinin ekonomi ve kalkınmayla ilişkisi düşünüldüğünde genelde mühendislik ve doğa bilimleri akla gelirken sosyal bilimler geri planda kalıyor. Buluşlar, patentler ve katma değeri yüksek ürünler gerçekten de ekonomik gelişme için gerekli ve bu konuda akademinin çok önemli bir rolü var. Ancak sosyal bilimlerin oynadığı rol kesinlikle yadsınmamalı. Sadece ekonominin büyümesini amaçlayan politikalar yerine insanların refahını arttırmayı, eşitsizlikleri gidermeyi ve yoksulluğu ortadan kaldırmayı amaçlayan insan odaklı bir kalkınma modelinin benimsenmesi için sosyal bilimcilerin akademik çalışmalar yapması ve bunların politika üretmede yol gösterici olması kritik öneme sahip. Refah toplumları diyebileceğimiz ülkelere bakıldığında kurumsallaşmış demokrasiler görüyoruz. Bu bir tesadüf olabilir mi? Daha iyi bir yaşam arayışında olan insanlar demokratik ve insan haklarına saygılı refah devletlerine yöneliyorlar. Türkiye’den gerçekleşen beyin göçü de bu seyirde zaten. Yurtdışına yönelen akademisyenlerin ya da diğer meslek gruplarının sadece ekonomik nedenlerle gittiğini söyleyemeyiz. İnsanlar demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüklerin olduğu devletlerde yaşamak istiyorlar, bu da çok insani bir istek. Bu yüzden beyin göçü engellenmek isteniyorsa bu sorunu tüm boyutlarıyla kavrayıp bütüncül bir çözüm bulmak gerekiyor. Türkiye insanına huzur ve refah sağlayan bir ülke olmadan bu göçü durdurmak pek mümkün olmayacak.

Akademisyenlerin zam taleplerini değerlendirirken çalışan yoksulluğuna da değinmek gerekiyor. Yoksulluk hem Türkiye’de hem de dünyada var olan en önemli sorunlardan biri, belki de en önemlisi. Çünkü diğer sorunların neredeyse hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak yoksullukla ilişkili. Normalde iş gücüne katılmış bir insanın yoksulluktan kurtulması beklenirken durum hiç de böyle değil. Pek çok insan tam zamanlı işlerde çalışmasına rağmen açlık sınırında yaşıyor. Akademisyenler de yoksulluk sınırının çok çok altında maaşlarla çalışıyorlar. Ancak son yıllarda akademisyenler açısından neredeyse hiçbir ülkede görülmeyecek bir durum ortaya çıktı. Bazı işçi maaşlarının akademisyen maaşlarını geçtiği gözlemlenmekte. Burada şunu vurgulamak gerekiyor; herkes insan onuruna yakışacak bir yaşamı mümkün kılan bir maaşı hak ediyor.

Aslında söz konusu işçilerin aldığı maaşlar da yoksulluk sınırının çok altında ve onlar da emeğinin karşılığını alamıyor. Ancak bir belediye işçisinden daha az maaş alan üniversite hocalarının olması gerçekten olağandışı bir durum teşkil ediyor. Çok açık bir biçimde bu ülkede bilime ve akademiye veril(mey)en değeri gösteriyor. Bu durum akademisyenlerin motivasyonunu da ciddi ölçüde düşürüyor. Her meslek dürüstlük ve liyakatle yapıldığında onurludur ve kıymetlidir. Ancak doğası gereği yüksek eğitim ve yetkinlik isteyen mesleklerde ücret de bununla orantılı olarak yüksek olur. Türkiye’deki mevcut durum ise bunun tersine ilerliyor. Yıllarını kendilerini yetiştirmek için harcayan akademisyenlerin aldıkları ücretler trajikomik bir seviyeye geldi ve bu sorun acil bir çözüm bekliyor. Akademinin bu ülkenin gelişmesine ve kalkınmasına katkı sağlayabilmesi için akademisyenlerin en azından yoksulluk sınırının üzerinde ücretler alacak şekilde maaşlarının iyileştirilmesi gerekiyor.