CHP’nin, köhneleşmiş ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak AKP iktidarı karşısındaki yeni vizyonu, eski sekter, konformist ve rövanşist CHP’den oldukça farklı. Bu vizyonun mahiyetinin ne olduğunu akademisyen hukukçu Zeynep Yıldırım yazdı.

14 Mayıs sadece sonuçları bakımından değil, “tarafları” açısından da tarihi bir seçim. Akşener, seçimin kaderini, Türkiye siyaseti için “yeni” bir paradigmaya bırakma “riskini” almak istemedi. Ortak akıl temelli geniş bir mutabakat onun için belli ki yeterli değildi. Masaya İmamoğlu ve Yavaş’la döndü. Böylece muhalefet içindeki önemli bir itirazı da bertaraf etti.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığına İmamoğlu veya Yavaş gerekçesiyle karşı çıkanlar, onları cumhurbaşkanı yardımcıları adayları olarak meydanlarda bilfiil kampanya yürütürken buldular. Böylece, Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine özellikle bir itirazı bulunmayanların tarafı değişmedi. Altılı Masa, yalnızca Türkiye’de hâkim her siyasi görüşü değil, farklı siyaset tarz ve anlayışlarını da temsil eden “eklektik” denebilecek bir yapıya büründü.

Liberalinden İslamcısına, sosyal demokratından milliyetçisine, muhafazakâr siyaset yelpazesinin farklı renklerinden geleneksel “karizmatik lider” siyasetinin adayları Yavaş ve İmamoğlu’na herkesi bir araya getirdi. Mevcut sistemin de ikiliği zorlayıcı etkisiyle, iktidar karşısında kitlesel muhalefet, Altılı Masa ve yine Kılıçdaroğlu’nu ittifak dışından destekleyen “Yeşil Sol” etrafında konsolide oldu.

Bu bir ilk. Olağanüstü şartların şekillendirdiği olağanüstü bir ilk. Ülkenin içine düşürüldüğü durumun ve bu zihniyetle devam etmenin arz ettiği tehlikenin vahameti, tarihsel bir sorumluluğu da beraberinde getirdi. Saadet Partisi ile CHP’yi, TİP ile DEVA’yı, bir yerde İyi Parti ile HDP’yi birleştirmeyen ama bir şekilde yan yana getiren ve ilkleri yaşatan tam da bu sorumluluktu.

Bu seçim CHP için de bir ilk. Yeni CHP’nin ilk seçimi demek abartılı olmaz. Diğer partiler için değil, sadece CHP için söz konusu olan bir dönüm noktası. Bunu “tarihi” olarak nitelemek için henüz erken. Bu aşamada, ancak, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si İmamoğlu ve Yavaş gibi aynı çizgideki isimlerin liderliğinde yola devam ederse, bu çizginin devam edeceğini öngörebiliriz. Kılıçdaroğlu sayesinde CHP bu tarihi sorumluluğu omuzlayanlardan oldu. Bundan hiç hoşnut olmayanlar da vardı.

“Mustafa Kemal Atatürk ve Temizlik” kitabından özel basımının fiyatıyla ve sembolizmiyle ünlü “Mustafa Kemal” kitabına (hani şu 1881 adet basılan, tam 09.05’te satışa çıkan) çeşit çeşit Atatürk kitaplarının yazarı, ulusalcılığın önde gelen kalemi, Millet İttifakı’nın İzmir mitingini twitter’dan şiddetle eleştiriyordu. “Mustafa Kemal’in askerleri İzmirlilere” “kimleri kimleri” alkışlatacaklardı. Oysa küçük olsun bizim “karşı devrimle mücadelemiz” olsun diyip kendi kendilerini alkışlayıp dursalar ne güzel olurdu.

Bu minvalde emekli bir amiralin eşi veryansın ediyordu. Nasıl olurdu da adalet eski bakanı Sadullah Ergin, “Atatürk’ün Çankaya’sından” aday gösterilirdi. Yeni gibi duran bu “Atatürk’ün Çankaya’sı hassasiyeti”, elbette gayet eski, tanıdık, bildik hassasiyetlere tekabül ediyordu. Bu ülkede asker, her zaman tercihlerinin belirleyici olmasını, siyaseti şekillendirmeyi talep etmişti. Konu bakımından “kırmızı çizgileri” olduğu gibi, kişi bakımından da düşmanları hep olmuştu.

Bu alışkanlığa bir de kendi mağduriyetleri eklenmiş görünüyor. Artık kendi mağduriyetlerinin de milat olarak alınmasını talep ediyorlar. (Ergin’in Deva listesinden milletvekili adayı olması ile mağduriyetleri arasındaki illiyet bağı veya mağduriyetleri bugünün konusu değil). O milat bugünün taraflarını belirlemeliydi.

Atatürk’ün CHP’sini “kendilerinin” bilenler, tarafları belirlemek istediler. Bu dönemeçte dahi, belirleyebileceklerini düşündüler. Eski AKP’liler hatta “yetmez ama evetçiler” bile bu yelpazede yer bulabiliyorlardı. Ama olmadı.

Bir süredir, burası Norveçmiş gibi, (başarısız ve tartışmalı olanlar bir kenara) 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat hiç olmamış gibi, bugüne kadar asker ve uzantıları (paramiliter, kontrgerilla tipi yapılanmalar) bu ülkede hiçbir kesimi ve dahi hiçbir kimseyi mağdur etmemiş gibi yaşayıp gittiğimizden olsa gerek, kendi mağduriyetlerinin milat olarak alınması talebi, bir tür kibir, siyasete saygısızlık, hâlden veya siyasetten anlamama, siyasete ipotek koyma girişimi olarak ele alınamazdı.

Bu ikisi sadece örnek elbette. Kanaatimce söz konusu zihniyet dünyasını ve memnuniyetsizliğini layıkıyla temsil eden iki örnek. Birilerine atfettikleri hataların kinini gütmekten onur duyan ama kendi hatalarıyla asla yüzleşmeyen, daha doğrusu kendilerinde asla kusur bulmayan, katiyen yanılmayan ve hep haklı çıkan, adeta ilahi bir konum onlarınki. “Kimler kimlerle” yan yana gelen, “kimleri kimleri” alkışlatan ve alkışlayan fanilerinki gibi değil.

Atatürk’ün CHP’sini “kendilerinin” bilenler, tarafları belirlemek istediler. Bu dönemeçte dahi, belirleyebileceklerini düşündüler. Eski AKP’liler hatta “yetmez ama evetçiler” bile bu yelpazede yer bulabiliyorlardı. Ama olmadı. Atatürk’ün Çankaya’sında, Mustafa Kemal’in askerlerinin İzmir’inde bu sefer aday, uzlaşmaydı, ittifakın gerekleriydi, ülkenin gerekleriydi, geçmişten alınan derslerdi, -mış gibi yapmamaktı. Sonuçta tarafları belirleyemediler. RTE’nin kendi cenahı için koyabildiği o kesin ve tartışmasız milatlardan koyamadılar.

Kılıçdaroğlu’nun en büyük başarısı, hayati önem taşıyan bu seçimde, tam da bu oldu: Tarafları kendilerine göre belirlemek, kerametleri kendilerinden menkul birtakım “kırılmaları” bugün hâkim kılmak, öcüleştirdikleri kişileri cezalandırmak isteyen bu kesime meydanı bırakmamak. Siyasi olarak güç tam olarak buydu. Tarafları belirlemek, belirleyebilmekti. Bazen taraftarlarına rağmen.

Kılıçdaroğlu, bu aceleci, prematüre ve taammüden hedef şaşıran ve şaşırtan rövanşizme kapıyı baştan kapatarak en başta CHP’yi özgürleştirdi ve Altılı Masa’ya büyük bir güç kattı. Sekter bir CHP’nin eni boyu zaten belliydi. Gerçi o birilerine yetiyordu varsın Türkiye’ye yetmesindi. CHP’siz bir masa ise, bugün eriştiği güce asla ulaşamazdı. Bu ittifakın bir felsefesi, fikri ve pratik temelleri vardı. Artık söz konusu olan bir “ekmek için Ekmeleddin” koalisyonu değildi.

Bir zamanlar, RTE’nin (daha doğrusu, o zamanlar AKP’nin) seçmen üzerindeki değiştirici dönüştürücü gücünün, AB, demokratikleşme, farklılıklara saygının benimsenmesi açılarından olumlu değerlendirilebileceği düşünülüyordu. Kılıçdaroğlu ve yeni CHP’nin böyle bir gücü var mı, olabilir mi bunu önce seçimlerde ama asıl olarak zamanla göreceğiz. Burada mesele, elbette, bazı sekterlerin veya sekterlikle kimliklerini inşa etmiş olanların ikna edilmesi değil. Daha demokratik, kapsayıcı, çoğulcu ve siyaseten akılcı, dolayısıyla bu ülke için bir iddiası olan bir CHP’nin toplumda karşılık bulması, toplumda bulacağı karşılığın artması.

Kılıçdaroğlu, bu aceleci, prematüre ve taammüden hedef şaşıran ve şaşırtan rövanşizme kapıyı baştan kapatarak en başta CHP’yi özgürleştirdi ve Altılı Masa’ya büyük bir güç kattı. Sekter bir CHP’nin eni boyu zaten belliydi.

Kılıçdaroğlu bu bakımdan üzerine düşeni yapmış görünüyor. Yavaş ve İmamoğlu da belediyelerdeki uygulamalarına dayanarak topluma bir güvence veriyorlar. Ancak sekterlik sadece siyasetin ana hatlarında kendini göstermiyor. Mesela, hiç kimsenin dikkatini çekmedi ama AKP’li İBB döneminin (25 yıllık bir dönem) bütün Kültür AŞ yayınları satıştan kaldırıldı. İBB Meclisi’nde oybirliği ile Yenikapı Meydanı’na Kadir Topbaş adını veren, hiçbir konuda devri sabık yaratmamakla övünen İmamoğlu’nun İBB’sinin kültür yayınlarında bu yaptığı nasıl yorumlanmalı? Yayın politikası mı? Ayrıca Ekrem İmamoğlu’nun, kentsel politikalarda giderek öne çıkan bazı muhaliflerin canhıraş karşı çıktığı birçok proje, örneğin, Galataport hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. Veya Taksim meydanı gibi ülkede yeri yerinden oynatmış bir konuda, projelerin bir web sitesinden oylatılması (kullanılan toplam oy 210 bin) gibi uygulamalar hakkında ne düşündüğünü.

Davutoğlu, Akşener ve Babacan’dan sık sık duyduğumuz “bizim olduğumuz yerde bu olmaz” çıkışlarının bir anlamı, bir adresi, bir karşılığı muhakkak var. Mesele, sadece başörtüsü, sadece geçmişin fay hatları, sadece helâlleşmek değil. Ortak akıl zemininde uzlaşmanın ne anlama geldiğinin, nasıl bir değişim ve dönüşüme tekabül ettiğinin, neyin rövanşizm olduğunun, neyin olmayıp hukukun konusuna girdiğinin anlaşılması, ayırt edilmesi ve benimsenmesi şüphesiz zaman alacak. Kolay da olmayacak.

Bir hukukçu olarak (yeniden) hukuk konuşmaya başlayacağımız günlerin tez vakitte gelmesi; 14 Mayıs seçimlerinin ülkemize huzur ve toplumsal barış getirmesi, ortak aklı, uzlaşmayı ve saygıyı hâkim kılması dilekleriyle.