İsrail-Filistin, Rusya-Ukrayna ya da Rusya’nın işgalinin ardından Afganistan’ın dönüştüğü hale bakarak cumhuriyetin ve modernleşmenin Türkiye’nin ayakta kalması için ne kadar önemli bir faktör olduğu değerlendirilebilir.

Cumhuriyetimiz 100 yaşında. Her ne kadar bu rakam bize çok gibi görünse de aslında tarih dersi kitaplarında bir sayfadan az yer tutuyor. Elbette yakın tarih ele alınırken orta çağ gibi ya da antikite gibi değerlendiremeyiz. Çünkü daha fazla bilgi ve belgeye sahibiz. Sözü kestirmeden söylemek gerekirse aydınlanmış bir yüzyılın çocuklarıyız. Ne var ki cumhuriyetimizin ilk asrı ile ilgili duygularım biraz karışık.

Sevinç hüzün bir arada

Bir taraftan 100. seneye tanıklık etmenin gururunu yaşarken diğer yandan devletin aldığı hal ve geçtiği aşamalar hayli hüzün veriyor. Birçok kişi üzerinde bulunduğu insan hakları zemininin, seküler dünya görüşünün üzerinde tepinip gayri insani sistemleri istediklerini haykırıyorlar. Genelde şeriat isteyenlerin sesleri daha çok duyuluyor. Örneğin, aynı kişilere Taliban rejimini sorduğunuzda onlar gerçek İslam değil diye cevap veriliyor.

Ama mesele sadece toplumsal çelişkiler de değil. Bu cumhuriyet kurulduğunda murat edilen ile bugün gelinen aşama arasındaki kapanmaz farka şahit olmak da son derece acı veriyor aslında. Eğitim, fırsat eşitliği, sermaye birikimi, bağımsız sanayileşme, özerk üniversite, bilgi toplumu olsun diye bir sistem kurulmuş, buna karşın giderek eğitimsiz, kalitesiz, mantık yürütemeyen, daha itaatkâr ve en kötüsü yoz bir topluma dönüşmüşüz.

Tekke ve dervişler ülkesi olamaz denmiş, 100 sene sonra nereye adım atılsa ortalık derviş kaynıyor. İç çatışmaların engellenmesi için üniter devlet kurgulanmış, şimdilerde ayrılıkçı fikirler havada uçuşuyor. Yerli malları diye yola çıkılmış şimdilerde yediğimiz soğan bile ithal. Kurumların özelleştirilmesi, çarpık kapitalistleşme ve neredeyse monarşiye geri gidişin emaresi gibi bürokraside keyfi uygulamalar, hepsi ama hepsi demokrasiden adım adım vazgeçişin izleri gibi görünüyor bana.

Gelecek umudu olmayanların geçmişte yaşadığı söylenir. Melankolinin ya da diğer bir deyişle depresyonun göstergesiymiş nostaljiye düşkünlük. Ama hayır bu yoruma itirazım var… İnsan onuruna yakışır bir sistem sunuldu da biz mi seçmedik sanki?

Zaman Makinesi

Her resmi bayramda sosyal medyada, TV'de, cumhuriyetin ilk yıllarına dair videolar ya da görseller yayınlanıyor. Ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün mecliste, savaş meydanlarında, kürsüde, okulda, birçok fotoğrafı var. O görüntüler günümüzdeki gibi sadece bir lideri yansıtmıyor, fotoğraftakiler aynı zamanda dönemin atmosferini de şimdiye aktarıyor. O fotoğraflarla nerede karşılaşsam zaman makinesine atlayıp o yıllara seyahat edesim gelir. Elbette o zaman yaşanan birçok zorluk ve bugün var olan imkanların o zaman diliminde bulunmadığının farkındayım. Ancak bu imkansızlıklar kimi kez günümüzün yozluğuna üstün gelebiliyor göğüs germek için. Tabii tüm bu sözlerim lafı güzaf. Geçmişi geri getiremeyiz. Ama yarına dair umudumuz da çok sınırlı. Bu nedenle bir kısmımız zamanın ruhunda sıkışmış hissediyor, birçoğumuz ise çoktan kabullenmişiz yaşayıp gidiyoruz öyle.

Olmasaydı olmazdık

Burada amaç Atatürk güzellemesi yaparak bir lider kültü yaratmak değil. Ancak 100. yıla pek kolay gelinmedi. Bu yazıda Kurtuluş Savaşı veya cumhuriyetin nasıl kurulduğuna değinmeyeceğim. Zira herkesin ama az ama çok bu süreci bildiğini zannediyorum. Mamafih hele ki şu konjonktürde bildiklerimizin muhakemesini yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile…

Bazıları fütursuzca cumhuriyete, Atatürk’e ve yoldaşlarına, devrimlere kısacası modernleşmeye dair ne varsa sövüyor. Lozan Antlaşması’nın bir hezimet olduğu, Türkiye’nin bugünkü sınırlarının pes etmenin bir göstergesi olduğu ve batıya yaranmak için Müslümanlık kimliğinden vaz geçildiği gibi akla, bilime ve tarihi gerçeklere uymayan söylemleri yıllardır dinliyoruz. Ha bir de cumhuriyetin ilanının Osmanlı İmparatorluğu’na darbe olduğu yalanı var tabii. ‘Yalan’ kelimesini seçtim çünkü Anadolu direnmeseydi ve Sevr imzalansaydı ülkeye bırakılan toprakların haritası ortada.

Bu sözleri edenlerin çok tutarlı tezler sunduklarını söylemek zor. Zira bu cenahlar tarih, konjonktür, coğrafya ve askeri donanım gibi parametreleri yok sayarak yorum yapıyor. Bu bağımsızlık mücadelesi Atatürk’ün liderliği etrafında toplanmasaydı ya da bir kurmay geleneğimiz olmasaydı. Belki yine bu topraklarda bir Türkiye kurulurdu ancak küresel alanda egemenlik hakkımız bu denli tanınacak mıydı? Ya da işgalcileri bir masaya oturtmak ve sınırlarımızı kabul ettirmek mümkün olur muydu bilemiyorum… Aslında İsrail-Filistin, Rusya-Ukrayna ya da Rusya’nın işgalinin ardından Afganistan’ın dönüştüğü hale bakarak cumhuriyetin ve modernleşmenin Türkiye’nin ayakta kalması için ne kadar önemli bir faktör olduğu değerlendirilebilir. Gören gözler için tüm bu yaşananlar, kuru lafla devlet kurulmayacağının kanıtı.

Cumhuriyetimize ve devrimlere bir de bu açıdan bakalım derim. Sözün özü, ilelebet yaşasın cumhuriyet!