Şimdi kurumsal ve toplumsal muhalefet için önemli olan, iktidardaki ve katılmadığı zihniyetin “en yerel noktalara” nasıl ulaştığını ve seçime kadar da ulaşacağını çözebilmesi. İktidarını beslediği ve sürdürdüğü stratejileri söküp, kendi alternatif söylemini, eylemini ve önlemini de ona göre geliştirebilmesi.

ü

Biliyorsunuz, geçtiğimiz yıl yani Cumhuriyet’in 100. Yılında yaşadığımız genel seçimde kurumsal muhalefet “Kazanamayacak Aday” kampanyasını “başarıyla” yürüttü ve kaybetti.

Bu sonucun kaçınılmazlığını çok öncesinden, hatta bir çok kez de nasılını açık seçik manşetler ile yazmış idim. Hala da ne o sürecin, ne de AKP’nin iktidara geliş ve sürdürüş dönemlerinin doğru dürüst muhasebesinin yapılmadığı aşikar.

Bu yazıda şimdiye kadar bu konuda sayısız kereler muhtelif açılardan yapılmış analizleri  yinelemeyeceğim elbette. Zaten çoğu da çoktan aşındırıldı. Bazı argümanlar da klişeleştirilerek dillere pelesenk oldu. Kendi bakış açımdan nelerin eksik, hatalı veya irdelenmeden kaldığını vurgulamak için bile olsa, “retrospektif” bir özet sunacak da değilim.

Tersine, “prospektif” ve “proaktif” bir oryantasyonla önümüze bakmak gerekiyor. Geçmişi ve geleceği artık nihayet şu anda görebilmek Türkiye için gerçekten de hayatî bir zorunluluk olarak beliriyor.

Çünkü “tarihsel zaman” hep olduğu gibi en önemli ve geri dönüşü olmayan tek siyasî olanak. Zaman sürekli akıyor. İşte bir anda Cumhuriyet’in koca bir asrı da bitti.

NİFAK TOHUMLARI VE YEŞİL TOMURCUKLAR

Eski yıl, Suudi Arabistan’da yaşanmış futbol rezaleti ile kapandı. Yurda dönen futbol kulüpleri ellerde kırmızı TC bayrakları ve Kırmızı çizgimiz Atatürk” sloganlarıyla karşılandı.

2024 Filistin’e destek ile içe içe geçmiş “hilafet mitingi” ile başladı. Hemen akabinde de Suudi Arabistan bayrağındaki gibi üzerinde Sülüs kaligrafisiyle kelime-i tevhid yazılı ve İslam temsili yeşil bayrak taşıyan birisi yumruklandı. Tabii medyayı da birden provokatif video ve ajitasyon mesajları, yumruk yiyenin Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yapmış, yumruk atanın ise tescillenmiş bir Atatürkçü olduğu ve bu sebeple de tutuklandığı tartışmaları kapladı.

Onu da İstanbul Aydın Üniversitesi’nden bir öğretim elemanının video klibi izledi.  “Türkiye liderliğinde seküler hilafet” başlığı ile İslam ülkelerinin dünya karşısına birleşik bir siyasî güç olarak çıkmasını salık veriyor. Böylece, son yıllarda siyaset gündemine pompalanan muhtelif kavram kargaşalarına bir yenisi daha eklenmiş oluyor.

Baktım ki söz konusu klip 5 Temmuz 2022’de, yani tam bir buçuk sene önce yayımlanmış. Bilinçli veya bilinçdışı “nifak tohumları” gibi serpiştirilmiş. Belli ki o zaman bugünkü kadar ve gibi, ne dikkat, ne de tepkileri üstüne çekmiş. Fakat şimdi tedavüle yeniden sokuluyor?

Dinî-manevî ve resmî-dünyevî meseleler gibi otokrasi ile demokrasiyi de birbirinden ayrıştırabilen dış dünya, neyin ne olduğunu görüyor. Zaten Türkiye’nin geçmiş bir asırda bir türlü layıkı ile sekülerleşememiş ve demokratikleşememiş olduğunu da bizden önce biliyor.

Öyleyse, bu tartışmalar yine sadece iç siyaset malzemesi olarak gündeme pompalanıyor. Ve iktidar karşıtı kesimlerin ezelî “şeriat geliyor endişesi” kabartılıyor. Zaten halkın kafası giderek vasatın altına inmiş ve moronlaşmış siyasî tartışmalardan adamakıllı karışmışken ve siyasetten sıtkı sıyrılmışken, yaklaşan yerel seçimler öncesi “seküler hilafet” gibi bir oksimoron piyasada yeniden deneniyor!

Daha önce de defalarca yazmış olduğum gibi, “zaman(lama)” 21. Yüzyılın ilk çeyreği dolarken, dünya ve Türkiye için en manidar politik araç.  Kaldı ki, yaklaşan sadece yerel seçimler değil.

Cumhuriyet 100. yıl dönümünü 29 Ekim’de kutladı. Fakat biliyorsunuz Halifelik Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunla 3 Mart 1924’de kaldırılarak laik Cumhuriyet devrimlerinden en radikallerinden biri yapıldı.

Dolayısıyla, böyle tarihi sembolleri pek seven ve manipüle etmesini de bilen, bazılarını yok sayıp bazılarını abartarak kullanan “karşı-devrimci” zihniyet ve “İstanbul’u geri kazanmayı” hedefleyen iktidar için bu 100. Yıldönümü daha anlamlı olmalı.

Nitekim, Yargıtay’ın Can Atalay hakkındaki kararı “AYM kararının hukukî değeri yoktur” şeklinde açıklandı. Böylece ülkeye Anayasa Yüksek Mahkemesi’nin sanıldığı ve hiç değilse Yargıtay kadar “yüksek” ve/ya onun üstünde olmadığı bir kez daha net bir şekilde duyuruldu.

Tevekkeli değil, medya uzun zamandır AYM kısaltmasının açılımını sanki “Y” “yüksek” değil de “yasa”nın kısaltmasıymış gibi kullanıp, istikrarlı biçimde Anayasa Mahkemesi diye yazıyor(du)!

Dahası, isterse hiyerarşi yanlısı veya karşıtı olsunlar ve  Türkiye’deki hangi yargı kurumunu “en üst” devlet makamına veya Allah katına daha yakın görürlerse görsünler, başta milletin seçilmiş tüm “temsilci vekilleri” olmak üzere, Türkiye’nin hala bir “hukuk devleti” olduğu sanrısı içinde olanlara, Anayasal düzen karşıtlığı açıkça ilan edildi.

Böylece yıllardır hem bu ülkede “hukuk yok, guguk var” deyip, hem de olası Anayasa değişikliklerini filan konuşanlara “iktidarın hak, hukuk ve adalet” anlayışının geçerli, operasyonda ve iktidarda olduğu hatırlatılmış oldu. Unutmamış olanların önemli bir kısmı da hala kendilerinin hangi davranışlarının o gücü iktidara verenler ve sürdürenler arasında olduğunu pek sökememiş durumda ne yazık ki.

KIZIL(/CIK ŞERBETLENMİŞ) GONCALAR

Bütün bunlar olurken ben de kendime yeni yıl için vermiş olduğum görevlerden birini öne çektim. Ve duyanların ancak belki gözleriyle görseler inanabilecekleri bu ödevimi biraz önce tamamladım: Üzerinde çok konuşulduğunu duyduğum halde, muhtelif sebeplerle seyretmediğim ve dolayısıyla önceki yorumları ile de pek ilgilenmediğim iki TV dizisini büyük bir sabırla toptan izledim.

Her ikisi de aynı yapımcının ve başarılı oyuncularla çekilmiş. Her ikisi de bol malzemeli ve siyasî misyonlu. Bazı mesajları da zaten önceki başka bazı dizilerdeki gibi, kör göze kör parmak klişeler veya didaktik spotlar şeklinde verilmiş.

Her ikisinde de uzunca bir süredir siyasî söyleme enjekte edilmiş muhafazakar/dindar  ve modern/seküler diye etiketlenerek yarılmış toplumsal kutuplar görünürde eritilmeye çalışılıyor. Böylece aradaki sosyal mesafe kapatılmaya ve yabancılaşmanın boşluğu doldurulmaya çalışılıyor.

Her ikisi de muhtelif “sosyal temsillerin” gerçek yaşamdaki dünkü ve bugünkü karşılıkları her ne olursa olsun, hatta onlardan tamamen bağımsız olarak “beni izleyin, konuşun, tartışın” diyor.  Elbette  bunu yaparken TV sektörünün ve dizi endüstrisinin ürünleri olduğu da unutulmamalı.

Zaten  kıyaslamak da gereksiz ve anlamsız. Fakat siyasî manidarlık ve toplum mühendisliği açısından bakılınca, Kızıl Goncalar dizisi ilk iki bölümü ile bile çok daha nitelikli ve davetkar duruyor. Dolayısıyla pek çok yönden derin sosyal tartışmaları da çağırıyor.

Pek çok ipucu da birleştirici/bölücü (pek de renksiz olmayan) tohumlar olarak serpilmiş. Belli ki dizinin kervanı yolda ve gelen ekonomik-siyasi-sosyal  tepkilerle dizilecek. Ben de kendi görüşlerimi, senaryoya ilişkin beklentilerimi ve eleştirel düşüncelerimi sanırım daha sonraya erteleyebilirim. Hatta gizemli “Efendi”nin Hamdi Alkan’ın canlandırdığı hastane başhekimi çıkacağı bölümü de Agatha Christie okur gibi, sabırla bekleyebilirim.

Bu yazıya dizi eleştirisi yapmak amacıyla başlamadığım için, şimdi kimilerine alakasız gibi gelebilecek başka bir konuya ve senaryolara atlayayım. Veya en başa döneyim.

YEREL SEÇİM ADAYLARI VE SİYASÎ STRATEJİLER

Türkiye’de genel seçimlerde iktidar fırsatını kaçırmış kurumsal muhalefetin sonrasında gerek ittifak, gerekse parti içlerindeki dağınıklıkları adamakıllı dikkat çekti. Fakat ana muhalefet partisi olarak CHP “değişim” söylemi ile hızla toparlandı sayılır.

Başta  Genel Başkan Özel olmak üzere belli belirsiz bazı yenilikler ile farklı bir yolda ilerliyor. Fakat yeni yılı karşıladığım (“Yeni ve Yine”) yazımda da altını çizmiş olduğum gibi bunlar hem yinelenenler arasında kayboluyor, hem de “yavaş/rötarlı” kalıyor. Üstelik ülkenin bugün geldiği şu tarihsel açmaz noktada partiden beklenen radikal davranışları yine yakalayamayacak gibi duruyor.

Başta İmamoğlu ve Yavaş olmak üzere bazı açıklanmış CHP Büyükşehir Belediye Başkanı adaylarının daha güçlü ve şanslı olduklarını, hatta iktidarın “kazanacak aday” bulmakta zorlandığını yazmak önemsiz kalabilir. Zaten ben de iktidarın alternatif “aday” değil; senaryo ve seçim stratejisi peşinde olduğunu yazacağım. Anadolu, taşra, çeper ilçe belediyelerinin ve meclislerinin hep bu senaryolarla kazanılıp yönetildiğini hatırlatacağım.

İktidar kendi elindeki “koz” kartları veya “blöf” yapıp yapmadığını, nerelerdeki zafiyetini  bilmiyor olamaz. Örneğin İstanbul’a adı çok telaffuz edilenlerden ya şu, ya da bu aday gösterilirse gösterilsin, “güvenlikçi”,  “inşaat rantiyeci/kentsel dönüşümcü” ve “yoksulu/mazlumu kollayıcı” söylem ve eylemlerinde bir değişiklik yapacağı beklenemez. Çünkü mevcut kampanyalara eklenmiş, güçlendirilmiş “yeni”, hatta “adaysız” veya bilinen “tek adaylı” bir strateji var.

Şimdi önemli olan, kurumsal ve toplumsal muhalefetin, iktidardaki ve katılmadığı zihniyetin “en yerel noktalara” nasıl ulaştığını ve seçime kadar ulaşacağını çözebilmesi. İktidarını beslediği ve sürdürdüğü stratejileri söküp, kendi alternatif söylemini, eylemini ve önlemini de ona göre geliştirebilmesi.

Seçmen yurttaşların “en yerel” noktası ise elbette kendi “özel alanındaki”/evindeki TV köşesi. Kamusal alandaki, sokaktaki, sosyal medyadaki şiddet gösterileri, hukuk ihlalleri, Anayasa veya insanî hakları tanımazlık ve hilafet çağrıları, özellikle ezelî endişesi “şeriat geliyor” olan ve “laik” diye damgalanmış kesimlerin bu “kaygısını kaşımak” ve “korkularını körüklemek” elbette her zaman işlevsel oldu. Din, tarikat, şeriat, dinsel veya cinsel ahlak, namus ve adalet, vb sorunlu ve tartışılamayan konularda ajitasyon karşısında insanlar sadece eve kapanmakla, mecazi anlamda da içlerine çekilmekle ve dönmekle de kalmaz artık. Çünkü o dönem de çoktan aşıldı.

Popüler kültürdeki yüksek reyting amaçlı, siyasî mesajlı, yapıcı veya iyi niyet elçisi olan böyle TV dizileri, iktidardaki bazı söylemleri ve imgelemleri kendilerince seçerek yeniden paketliyor.

Böylece paradoksal olarak “yasaklanıyor-muş gibi” dikkatleri çekerek, bir yandan “ifşa” veya “itiraf” yanılsaması gibi onları olağanlaştırarak “norm-al”leştiriyor. Daha da önemlisi, diğer bir yandan da özdüşünümselliği, vicdanı daha gelişmiş kişileri, dış dünya ve öteki yerine kendiliğini sorgulamaya ve nihayetinde kendinden kuşkuya sevk ediyor.

Nitekim, Türkiye gibi kolektif karakteri bir asırda borderline/sınırda bir toplumsal yapıya evrilmiş bir ülke ahalisi için en büyük tehlike de böyle bir “kolektif paranoya”, “bilişsel/duyuşsal konfüzyon” ve  “içerden parçalanma” hali.

Sonuç olarak, Cumhuriyet’in yüzyıllık varlığının demokratikleşme serüveni sonunda geldiğimiz bu tarihsel noktada başarmış olduğu toplumsal üretimlerini doğru kavrayabilmesi. Kaldı ki (ve bir buçuk yıl önce de bu köşede yazmış olduğum gibi)  hem siyaseten de en manidar, hem de Türkiye’ye ve arzulanan demokratik toplum düzenine en zarar verici engel olanlar da onlar:
  • Muhafazakarlık ve dindarlığın eşleştirilip/özdeşleştirilmesi ile “dinbazlar”,
  • laiklik ile bilimciliğin eşleştirilip/özdeşleştirilmesi ile “bilimbazlar”, ve
  • liyakat ile sadakatin eşleştirilip/özdeşleştirilmesi ile “hokkabazlar”.

ü

ü