Dijital kontrol ve manipülasyonun bir norm haline geldiği dünyamızda çoğu kişi kripto para biriminin ve NFT’lerin özgürlük sağladığına inanıyor. Ama bu tam anlamıyla doğru değil. Finansal sistemimizi etkileyen değişikliklerin en iyi göstergesi birbiriyle ilişkili iki yeni olgunun yükselişidir: kripto para birimi ve NFT’ler. Her ikisi de devlet aygıtlarını baypas etmek ve ilgili taraflar arasında doğrudan iletişim kurmak yönündeki özgürlükçü bir fikirden ortaya çıktı. Bununla birlikte her iki durumda da bitcoin ve NFT’lerin artık alanı hâkimiyeti altına almış ve manipüle eden kendi %1’lerine sahip olmasıyla söz konusu özgürlükçü fikrin nasıl tam tersine dönüştüğünü görüyoruz. Burada her iki aşırı uçtan da kaçınmalıyız: ne bitcoin ya da NFT’yi bize yeni bir özgürlük alanı sunuyor diye övmeli ne de onları en yeni spekülatif kapitalist çılgınlık olarak görmeliyiz. Alışıldık para deneyimimize göre paraların değeri merkez bankası gibi bazı devlet otoriteleri tarafından garanti edilir ve bununla birlikte devlet para basıp enflasyona neden olarak yetkisini kötüye kullanabilir. Dijital veya kripto para birimi olan bitcoin’in değeri ise herhangi bir kamu kurumu tarafından garanti edilmez. İnsanların belirli bir anda karşılığında ne ödemeye razı olduklarına göre belirlenir. Ve insanlar ona inandıkları, güvendikleri durumda karşılığını ödemeye ve onu para olarak kabul etmeye hazırdırlar. Burada, soğuk ve acımasız finansal spekülasyon alanında güven ve inanç sahneye çıkıyor: bitcoin, ancak yeterli sayıda insan ona inandığı durumda gerçek bir güç olarak var olan ideolojik bir Ülkü gibidir: örneğin Komünist ülküye inanan insanlar olmaksızın Komünizm var olamazdı. Bununla hisse senetlerinin fiyatlandırılması arasında bir benzerlik var: eğer daha fazla insan satın almak isterse fiyatlar muhtemelen yükselir; daha fazla satıcı olduğunda ise fiyatlar genellikle düşer. Ne var ki ikisinin arasında en azından prensipte bir fark var: hisse senetlerinin değerinin kaynağı münhasıran kendisi değildir; bu değerin “reel” üretimden kâr getirmesi beklenen yatırımlarla ilişkisi vardır. Üretilebilecek veya çıkarılabilecek maksimum bitcoin sayısı sınırlıdır; kripto para birimi mucidi Satoshi Nakamoto bu sınırın 21 milyon olduğunu açıkladı (yaklaşık 19 milyonluk kısmı hâlihazırda çıkarıldı). Bu, bitcoin’i altına ve diğer değerli metallere benzer kılar, ancak bitcoin’e içkin bir “reel değer” yoktur. Bu nasıl mümkün olabilir? Aesthetics for Birds web sitesinde yayınlanan bir makaleye göre bitcoin’ler, esasında merkezi olmayan defterler sayılan blok zincirlerine kaydedilmelidir. Blok zincirleri bilgi depolama ‘yeri’dirler ve en önemlisi, merkezi olmadıkları için blok zincirindeki diğer kullanıcıların bilgisi olmadan düzenlenemezler. Buradaki fikir, blok zincirlerinin üçüncü taraflara (örneğin bankalar ve finans kurumları) ihtiyaç duymadan bilgi kayıtlarını depolayabilmesidir, böylece sistem özünde kendine yeterlidir ve kendi kendini düzenler. Bunun dijital bir altyapı olmasının ilave bir avantajı, üçüncü şahıslar tarafından dayatılan muazzam yasal ücretlerden kaçınabilmeye olanak sağlamasıdır. Burada blok zincirlerini tanımlayan gerilimle karşılaşıyoruz: üçüncü bir taraf olmadığı ve sistem esasen kendine yeterli olduğu ve kendi kendini düzenlediği için yeni bir bitcoin’e dair her bir kayıt, yeni bitcoin’in “blok zincirindeki diğer kullanıcıların bilgisine” sunulacağı muazzam miktarda iş içerir. Bitcoin sahiplerinin başvurabileceği üçüncü bir taraf olmadığı için her yeni bitcoin sahibinin karmaşık bir algoritma ve kod dokusu oluşturması gerekir; bu, yeni bitcoin’in özel varlığının başkaları tarafından sahiplenilebilecek bir şeye dönüştürülmeden diğerleri tarafından açıkça tanınmasını garanti eder. Yabancılaşmamış bir “Büyük Öteki” olarak blok zinciri, yabancılaşmış bir üçüncü tarafa yapılan kayıt pratiğine kıyasla çok daha fazla iş gerektirir ve bu işi yapan bitcoin “madencilerinden” söz konusu yeni alanın yeni “proleterlerini” yaratır. Meşakkatli mesleklerini yerin derinliklerinde yapan gerçek 19. yüzyıl proleterleri eski madencilerden, dijital “Büyük Öteki” içinde bitcoin alanı inşa etmek ve bunu güvence altına almak için çalışan bitcoin madencilerine geçiyoruz. Buradaki paradoks söz konusu işçilerin yeni kullanım değerleri üretmek için değil, yeni değişim değeri alanları yaratmak için çalışmalarıdır. Bitcoin’lerin yasal bir dış otoriteye ve bununla beraber yasal ücretlere ihtiyaç duymamasını garanti etmek için, çok fazla zaman alan, çok fazla enerji (elektrik) kullanan ve ağır ekolojik yük getiren bir çaba gerekmektedir. Bitcoin’in belirli devlet aygıtlarından bağımsız ve küresel olmasını öngören potansiyel olarak ilerici fikir, böylelikle kendisini öncüllerini baltalayan bir biçimde gerçekleştirir. Bu, bitcoin’i NFT’lere benzer kılan şeydir. Collins Dictionary tarafından 2021 yılının sözcüğü ilan edilen NFT aynı zamanda tasarımcıların özerkliğini kurumsal pençelerden kurtarmak için merkezi olmayan, Devlet karşıtı, özgürlükçü bir girişim olarak düşünüldü. Bu fikir için ödediğimiz bedel şu: “NFT yaratılması, kıtlığın olmadığı yerde yapay bir kıtlık üretilmesi girişimidir. Arkasında gerçek bir varlık olmadığı durumda bile herkes dijital bir varlık için bir NFT yaratabilir!” NFT’lerin paradoksu, öğelere herkesin ücretsiz olarak erişebildiği bir alana kıtlık getirmeleridir. Bu nedenle NFT’ler bizi mülkiyet kavramını, dijital bir alanda bir şeye sahip olma kavramını yeniden düşünmeye zorluyor: Katılım hizmetleri aracılığıyla geçici erişim elde ediyoruz, ancak asla herhangi bir şeye sahip değiliz. Bir şeye sahip olsaydık bu ne olurdu diye sorabiliriz. Bir filmin veya müziğin asıl sahibi mi? Belki. Ama gerçekte bizim diyebileceğimiz şey ya geçici erişim ya da karşıdan yüklemedir (indirme). Karşıdan yüklemenin, var olan diğer tüm karşıdan yüklemelerle kesinlikle aynı olması muhtemeldir. Başka bir deyişle bizim ona sahip olmamız başkalarının ona sahip olmasını engellemez. Bu nedenle çevrimiçi bir sanat eserine sahip olma düşüncesi bile bu anlamda bir miktar saçmalık barındırıyor. Şarkı bir dosya olarak mevcutsa, sonsuz sayıda dijital alanda aynı şekilde var olabilir. Ancak NFT’ler bir tür “çözüm” sunuyorlar: yapay kıtlık. Çoğaltmanın maliyetinin sıfır olduğu bir dünyada bize dijital koleksiyon ürünleri sunuyorlar. NFT’lerde ilginç olan şey, herkesin kopyalayabileceği ve sahipliğini talep edebileceği bir dijital varlık alma fikridir. Bir NFT’nin neredeyse hiç kullanım değeri yoktur (belki sahiplerine bir miktar sosyal prestij getirir) ve onu ayakta tutan şey gelecekteki potansiyel değişim değeridir. Fiyatı olan bir kopyadır, kâr getirebilecek tamamen sembolik bir mülkiyet öğesidir. Buradaki kilit Hegelci kavrayış şudur: bitcoin ve NFT bir anomali olarak, para ve metaların “normal” işleyişinin patolojik bir sapması olarak görünse de, ikisi de meta ve para kavramında hâlihazırda var olan bir potansiyeli fiilen hayata geçirir. Buradaki örnek, “Yapay Zekânın komünist ve kriptonun özgürlükçü olduğunu” beyan eden Alman-Amerikalı milyarder ve PayPal’ın kurucu ortağı Peter Thiel’dir. Peki neden Yapay Zekâ komünist ve kripto özgürlükçüdür? Çünkü Yapay Zekâ ile, “Sauron’un her zaman, her yerde sizi izleyen büyük gözüne sahip olursunuz”. Thiel’e göre, Temel Yapay Zekâ uygulamaları insanları izlemek için büyük veri kullanıyor, … insanlar hakkında, onların kendileri hakkında bildiklerinden daha fazla şey bilebilir ve burada bir anlamda komünizmin işlemesini sağlayabilirsiniz; ekonomik bir teori olmasa da en azından politik bir teori olarak. … Yani Yapay Zekâ kesinlikle Leninist bir şeydir. Ve kelimenin tam anlamıyla komünist, çünkü Çin Yapay Zekâyı seviyor… Bu açık ve inandırıcı geliyor. Ancak Thom Dunn’ın haklılıkla belirttiği üzere: Thiel’in buradaki büyük eleştirisi veri ve gözetimin otoriter kullanımıyla ilgili görünüyor. Tamam, harika, katılıyorum, bu haklı bir endişe. Devrimci bir öncü partinin sınıfsız ve lidersiz bir toplum kurmak için geçiş devleti inşa etmesiyle ne alakası var bilmiyorum ama, evet, kesinlikle haklı bir endişe. Çin teknik olarak kendisine hükümet diyor. Bu yüzden sanırım Thiel’in burada ne düşündüğünü anladım. Ama şunu netleştirelim: Bu adam [Thiel] Palantir’in kuruluşuna yardım eden adam. ICE’ye otoriter taktikleri tam anlamıyla öğreten büyük veri analizi şirketinin de. Aynı Peter Thiel, Anduril gözetim şirketini kuran ve milyarlarını onu eleştiren başarılı bir haber kuruluşunu yok etmek için kullanan adam. Ve bu adam Yapay Zekâdan … komünizm yüzünden mi korkuyor? Buradaki ironiyi gözden kaçırmak imkânsız: liberal anti-Leninist Thiel, nefret ettiği “Leninist” Yapay Zekâ mekanizmalarına güveniyor. Aynı şey (yine başka bir ironi) kendisini “Leninist” olarak tanımladığı iddia edilen eski Trump danışmanı Steve Bannon için de geçerli. Thiel’in belirttiğine göre Bannon’un Beyaz Saray macerası, uzun bir yolculuğun, yani devrimci-popülist dilin, taktiklerin ve stratejilerin soldan sağa göçünün yalnızca bir aşamasıydı. Bannon’un şunları dediği söyleniyor: “Ben bir Leninistim. Lenin … devleti yıkmak istedi ve benim de amacım bu. Her şeyi yıkmak ve bugünün düzenini tamamıyla yok etmek istiyorum. Çalışan sınıftan Amerikalıları devlet aygıtlarıyla birlikte kontrol eden ve sömüren büyük şirketlere karşı atıp tutan bu aynı Bannon, iddiaya göre 2016 seçim kampanyası sırasında sofistike Yapay Zekâ uygulamaları kullanmayı amaçlamıştı. Bannon’un 2014 ve 2016 yılları arasında başkan yardımcısı olduğu politik danışmanlık firması Cambridge Analytica’nın (CA), dünyadaki siyasi kampanyaların ilgi alanına giren halklar hakkında bilgi sağlamak için Facebook’tan çok sayıda kullanıcı verisi topladığı ortaya çıktı. Şirket, eski bir Cambridge Analytica çalışanı olan Christopher Wylie’nin CA’nın veri madenciliği operasyonlarına dâhil olduğunu ifşa etmesinin ardından 2018’de kapatıldı. Kanadalı gey bir vegan olan Wylie, 24 yaşındayken The Guardian’a “Bannon’un psikolojik savaşı” olarak tanımladığı CA’nın kurulmasına yol açan fikri bulmuştu. Bir noktada Wylie’nin gerçekten tepesi attı: “Bu delilik. Şirket 230 milyon Amerikalının psikolojik profilini oluşturdu. Şimdi de Pentagon’la mı çalışmak istiyorlar? Steroid kullanan Nixon gibi.” Bu hikâyeyi bu kadar enteresan yapan şey, genellikle karşıt olarak algıladığımız unsurları bir araya getirmesidir. Sağcılar, bu açıklamaların basit geleneksel değerleri savunan ve eşcinsellerle veganlar gibi yozlaşmış garip tiplerden ve aynı zamanda dijital ineklerden nefret eden sıradan beyaz, çalışkan, derinden dindar insanların endişelerini dile getirdiğini söylüyor ve ardından onların “psikolojik savaşlarının” karşı çıktıkları her şeyi temsil eden tam da böyle bir inek tarafından yaratıldığını öğreniyoruz. Bu aslında bir hikâyeden daha fazlası: Açıkça, popüler cahil-bağnaz söylemi sürdürmek için en son teknolojik gelişmelere bel bağlamak zorunda olan aşırı sağ popülizmin saçmalığına işaret ediyor. Thiel’in anti-Leninizmi ile Bannon’un Leninizmi arasında hiçbir çelişki yoktur: “Leninizm”den anladığımız, halklar üzerinde eksiksiz bir dijital kontrol pratiği ise, her iki adam da bunu özgürlükçü bir görünümü korurken uygularlar. Aradaki fark yalnızca Bannon’a göre Leninizmin devletin ve aygıtlarının yok edilmesi (elbette bunu gerçekten amaçlamaksızın) anlamına geldiği gerçeğidir. Sonuç olarak dijital kontrol ve manipülasyon, günümüzün özgürlük projesinin bir anomalisi, bir sapması değil, onun gerekli çerçevesi, formel var oluş koşuludur. Sistem yalnızca özgürlüğümüzü düzenleyen dijital ve diğer kontrol biçimlerinin varlığı durumunda özgürlük görünümüne sahip olabilir: sistemin işlemesi için formel anlamda özgür olmamız ve kendimizi özgür görmemiz ZORUNLUDUR. (https://www.rt.com/op-ed/545405-bitcoin-nft-digital-control/ adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevirilmiştir)