Kim sivilleri katlediyorsa savaş suçu işliyor demektir. Gazetecilerin görevi savaşlar üzerinden kendi şahsi PR’larını yapmak ve belirli bir kesime yaranarak savaş çığırtkanlığı yapmak değildir, barıştan yana olmaktır.

Günlerdir hepimizin gözü kulağı Gazze’de; ortada çok büyük bir insanlık dramı var ve taraflarca savaş suçları işleniyor. Her gün, her saat yeni bir saldırı ve bombalama haberleri geliyor, bir türlü bitmiyor. 21. yüzyılın dünyasında Ortadoğu'da yaşanan insani dram Ortaçağ karanlığında yaşanmamıştır vesselam! Bazıları "Savaşta her şey olur" diyorlar. Hayır; savaşta her şey olmaz, savaş hukuku gözetilir, siviller katledilemez, çocuklar katledilemez. Bunun aksi bir durum savaş değildir, insanlık onuruna, şerefine ve haysiyetine karşı işlenen büyük bir savaş suçudur. Hangi taraf yaparsa yapsın; hiçbir meşruiyeti de yok.

Filistin sorununun çözümsüzlük içinde devam etmesinden hem iç politikalarında hem dış politikalarında büyük rant elde eden bölgesel ve küresel aktörler var; işte bundan dolayı tüm taraflarca yüzlerce insanın katledilmesine rağmen kimse retorikten öteye geçmiyor ve duruma müdahale etmiyor. Ben Filistin halkının ve haklı mücadelesinin yanındayım; kör şiddet uygulayan Hamas'ın ve bölgedeki bilumum İslamcı despotik grup ve örgütlerin yanında değilim. Ben İsrail devletinin ve uyguladığı kör şiddetin karşısındayım; topyekûn Yahudilerin ve İsrail halkının karşısında değilim.

Artık savaşların en önemli ön cephesi bomba atılan alanlar değildir; medya kurumlarıdır, internet ve sosyal medya mecralarıdır. Çünkü tüm algı yönetimi ve rıza üretimi bu alanlardan yapılıyor. Savaşın tarafları farklı ama manipülasyon, misenformasyon, dezenformasyon ve çarpıtma tüm taraflarda aynı. İşte burada gazetecilerin basın meslek ilkelerine ne denli önem verdikleri hayati bir mesele haline geliyor.

Savaş sırasında cephede kurşun ve bombalarla yapılan çatışmanın yanında, cephe gerisinde medya eliyle propaganda, dezenformasyon, misenformasyon ve manipülasyon savaşı yürütülüyor. Savaş ortamında medyanın dili ve üslubunun nasıl olması gerektiği konusunda pek çok tartışma yürütülse de tek bir çare var: Barış Gazeteciliği!

Türkiye’nin ana akım medyasında barış dili ve Barış Gazeteciliği’nden bahsetmek mümkün mü? Hayır, değil. Oysaki Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde bir gazetecinin savaş karşısında sergilemesi gereken tutum açık bir şekilde özetlenmiştir:

“Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve ulusların arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci; her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.”

Barış Gazeteciliği konusunda hem iletişim akademisi içinde hem de gazetecilerin içinde birbirinden farklı tanımlar ve görüşler var. Barış Gazeteciliği; aslında her nevi çatışma ve savaş karşısında yangını körüklemek yerine barışı, insan haklarını ve her türlü barış girişimini destekleyerek evrensel basın meslek ilkelerini gözeten bir perspektifi ortaya koyar. Ancak Türkiye’deki konvansiyonel anaakım medyaya ve sosyal medyadaki uzantılarına bakıldığında; savaşın ve çatışmanın devam etmesi işlerine gelen bir durum çünkü kan, gözyaşı ve şiddet reyting anlamına geliyor. Bundan dolayı da medya; kullandığı haber diliyle ve kasıtlı olarak bölgeye gönderdiği ajitasyon ve manipülasyon dilini benimseyen bazı gazetecilerle bizzat savaş ateşini harlayan bir pozisyonda duruyor.

Barış Gazeteciliği, kimi eski tip geleneksel medya mensuplarına göre tarafsızlık ilkesine aykırı bir pozisyon. Bu, çok yanlış bir sav. Gazetecilik mesleki etik ilkelerinin neresinde barışı desteklemek ve özendirmek, savaşın akıttığı kanın karşısında durmak mesleki bir etik ihlali olarak yorumlanıyor?! Bir gazetecinin barıştan ve insanların ölmemesinden yana durmaktan daha meşru bir misyonu olabilir mi?!

Ancak konu savaşlar olunca bazı gazeteciler devletlerin resmî ideolojisi, yaklaşımları ve pozisyonlarıyla aynı noktada durmayı kendilerine meşru görüyorlar çünkü bu perspektifin “haberi daha çok sattırdığı” kanaatindeler. Bu durum sadece Türkiye medyası için geçerli değil; son İsrail-Filistin savaşına dair yayınlarda Batı medyası da tamamen sınıfta kaldı. Oysaki bir gazetecinin en önemli görevi her koşulda devletler dâhil her nevi güç odağına “mesafeli” durmaktır.

Konu savaşlarda hayatını yitiren masum siviller olunca medyanın üstüne düşen görev daha da ağırlaşır. Medya; teyit edilmemiş bilgi ve görüntüleri yayınlamamalı, şiddet görüntülerinin arkasına dramatik müzikler ekleyip toplumu ajite etmemeli, bombaların yağdığı görüntülerden ziyade savaşı sonlandırabilecek ve barışı sağlayabilecek olguların yayınlanmasına odaklanmalı, yakın durdukları tarafın sivilleri için “öldürüldüler” tabirini kullanırken diğer tarafın sivil kayıpları için “öldüler” tabirini kullanmamalı. Elbette bir savaşı barış ile sonuçlandırmak ne kadar zorsa Barış Gazeteciliği yapmak da bir o kadar zordur bu iklimde, çünkü bu olgu ancak medyanın ciddi bir etik dönüşümüyle mümkün olabilir.

Her konuda bilgi sahibi olup, her konuda sürekli konuşmayı kendilerine bir hak olarak gören hep aynı “yorumcuların” konu İsrail-Filistin savaşı olunca da yine ekranlarda olduklarını görüyoruz. Ortadoğu'nun "uzmanı" olamaz çünkü bu coğrafya öyle değişken öyle öngörülemez ki kimse bunu tek başına ve tek bir bakış açısıyla yorumlayamaz. Bu iklime dair tek bir cenahtan beslenmek her zaman yetersiz kalır. Tüm farklı fikirleri takip edip hepsinden bir sentez çıkarmak en doğru olanıdır. Fikirlere açık olmak gerekiyor ancak devletlerin ve “Her Şeyi En İyi Bilenler Konseyi”nin pozisyonundan farklı bir görüş ifade etmenin ne denli büyük bedellere sebep olabileceği aşikâr.

Tekrar tekrar söylemek gerek; hangi taraf ve hangi sebep olursa olsun, hiçbir şey bir savaşta sivilleri hedef alıp katletmeyi meşru kılmaz. "Senin sivilin" veya "Benim sivilim" diye mazluma kimlik sorulamaz. Kim sivilleri katlediyorsa savaş suçu işliyor demektir. Gazetecilerin görevi savaşlar üzerinden kendi şahsi PR’larını yapmak ve belirli bir kesime yaranarak savaş çığırtkanlığı yapmak değildir, barıştan yana olmaktır.

Eğer kendimizi bir gazeteci olarak tanımlıyorsak sadece gerçeklerden yana taraf olmamız gerekir; söylediklerimizin kimin işine yarayacağı veya kimi rahatsız edeceği bizim meselemiz olmamalı. Gerçek neyse onu aktarmakla yükümlüyüz. Yani; çatışmadan ve savaştan beslenen köhnemiş geleneksel gazetecilik anlayışını bir kenara bırakıp gazetecilik yaparken barıştan yana pozisyon almamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor…