Market raflarına mahsun gözlerle bakan emeklilerden biriydi sadece.

Fiyat etiketlerini görebilecek olsa, aklına mukayyet olamayacaktı maazallah!

Emekliler çağ atlamıştı güya! Cumhurbaşkanı 2024’ü “Emekliler Yılı” ilan etmişti.

Etmişti etmesine ama; kimseye bir faydası olmayan, kuru kuruya ilan edilmiş bir emekliler yılıydı bu.

Ahir ömründe market rafları arasında sadece göz gezdiren, canının çektiği hiçbir şeyi alamayan bir insan olmak çok ağrına gidiyordu.

Hele torununun istediği cips, kola, çikolata ve benzeri şeyleri alamamak onu kahrediyordu. O yüzden alışverişe çıkarken yanında götürmüyordu Mücahid’ini.

1953 yılının soğuk bir kış gününde Denizli Çameli'ne bağlı bir köyde dünyaya gelmişti.

Okuyabildiği kadar okutmuştu babası. Hepi topu orta okul mezunu bir delikanlı olarak hayata atıldığında, yaz tatillerinde çıraklık yaptığı demircilik mesleğini seçmiş, askere gitmeden önce ne olur ne olmaz diye kaçırıp evlendiği Dürdane Hanımla hayatını birleştirmiş, askerden dönüşte ailesinin yardımıyla kendi dükkanını açmış, uzun yıllar kir pas içinde çalıştıktan sonra -elleri de iyice titremeye başlayınca- emekli olmaya karar vermişti.

Zaman içinde; önce annesini, ardından kayınbabası ile öz babasını ve en son kayınvalidesini kaybetmiş, çocuklar da büyüyüp yuvadan uçtuktan sonra rahmetli eşinin ısrarı, bacanağının da teşviki ve aracılığıyla emekliliğinden epeyce bir zaman önce, Köyceğiz’e biraz uzak bir dağ köyünde çok kelepir bir paraya satın aldığı küçük bir arsa üzerine, bacanağı ve akrabalarıyla birlikte inşa ettiği iki oda bir sofa eve taşınmıştı.

Bu harcına terini kattığı küçücük bahçeli ev ona uğursuz gelmişti aslında. Taşındıktan birkaç ay sonra, daha on altısında iken hayatını birleştirdiği ilk ve tek aşkı Dürdane Hanımı kaybetmiş; ardından karalar bağlayıp, yıllarca hanımının kendi elceğizi ile bu evin bahçesine diktiği beyaz güller arasında derin ve kahredici yasını tutmaya devam etmişti. Çocukluğundan beri dindar bir adamdı ama Dürdane Hanım'ın vefatının ardından hayatını tamamen İman ve Kur'ân hizmetine vakfetmiş, neredeyse cami avlusundan ayrılmaz hale gelmişti.

İlerleyen zaman içinde; elinden doksan dokuzluk abanoz ağacı zikir tesbihini, üstünden yakasız mintan gömleğini, bacağından bol kesim şalvarını, başından takkesi ile sultan sarığını, sırtından cübbesini, cebinden cep boyu Kur'ân-ı Kerîm ile İslam İlmihalini eksik etmez olmuştu.

Yaşı biraz daha ilerleyip sağlık sorunları nüksettiğinde; yine bacanağının aracılığı, çocuklarının da onayıyla, kendisinden on beş yaş küçük, iki çocuğuyla yüzüstü bırakılmış Gülayşe Hanımla ikinci kez dünya evine girmişti.

Girmişti girmesine de; Gülayşe Hanım hiç bir zaman Dürdane Hanımın yerini alamamış, Dürdane Hanımın aşkı Muhammed Hocanın içindeki yerinde baki kalmış, Gülayşe Hanımla Muhammed Hoca sadece yol arkadaşı olabilmişti.

Dürüst, namuslu, dobra sözlü, biraz aksi ama dini bütün bir adamdı. Yaz kış demeden sabahları alaca karanlıkta yatağından kalkar; hava ve su ne kadar soğuk olursa olsun hiç üşenmeden abdestini alıp, sabah namazı için caminin yolunu tutardı.

Namazdan dönüşte hanımıyla beraber Allah ne verdiyse kahvaltısını yapar, çoğunlukla biraz Kur’ân okuyayım diye eline aldığı kutsal kitabın sayfaları arasında ilerlemeye çalışırken uyuya kalırdı.

Vaktinin çoğunu cami avlusunda veya camiye yakın bir çay ocağında geçirir, ilmini takdir ettiği emekli müftü Niyazi Hoca gibi insanlarla sohbet etmekten büyük zevk alır, arada bir de Köyceğiz’e inerdi.

İlçeye iniş(ler)i iki önemli nedenle olurdu. Köyceğiz’e indiklerinde ya hastaneye giderlerdi, ya da pazartesi günleri kurulan pazardan alışveriş etmek için ayrılırlardı köylerinden.

Normalde ev kirası gibi bir dertleri de olmadığı için emekli maaşıyla pek bunalmadan geçine biliyorlardı ama, son zamanlarda giderek artan hayat pahalılığı karşısında zorlanmaya başlamışlardı.

Parası pulu olan; istediği gibi yiyip içip gezerken, onlar artık ilçeye bile inemez olmuşlardı!

Böyle derin düşünceler içinde; üç harfli marketler arasında mekik dokuyup, ne nerede daha ucuz diye bakınırken, birden karşısında buluverdi iki tanıdığını.

Onlar da emekliydi ama birinin çift emekli maaşı vardı, diğeri ise Almanya’dan emekli, hali vakti yerinde bir adamdı.

Almancı Şakir “ne o Muhammed Hocam dalıp gitmişsin maziye” dedi “alışveriş etmiyor da yas tutuyor gibisin”.

“Öyle ya” diye cevap verdi. “Yas tutuyorum Şakir Bey”. “Çarşı pazarın haline baktıkça yas tutar olduk artık, ekmek bile on lira oldu”.

“Abartma” dedi çift emekli maaşı olan İhsan Bey. “Tamam ortalık biraz pahalı ama ne ararsak bulabiliyoruz marketlerde”!

“Senin için hava hoş” diye cevap verdi İhsan Beye.

“İki emekli öğretmen maaşı cebinde, araban altında, üstüne iki de kira parası alıyorsun! Ya biz ne yapalım? Hala yedi bin beş yüz lira emekli maaşına talim ediyoruz. Hayat sana güzel İhsan Bey”.

“Hakikaten abartıyorsun” dedi Almancı Şakir. “Anlaşılan sen yine  tersinden kalktın bugün”.

“Tersimden de kalksam, sabah namazında düzeliyorum ben Şakir Bey” diye tersledi onu. “Sen kendine bak”! Bunların ikisinden de pek hoşlanmazdı zaten.  İman, Kur’ân bilmez, ceplerinde para, altlarında araba, sağda solda gezip duran boş beleş insanlardı bu zındıklar! Kötü oldukları söylenemezdi belki ama yine de başı pek hoş değildi onlarla. Ne abdest, ne namaz! İki tane sure oku desen gıkları çıkmaz, ama yüce yaradan onlara yürü ya kulum demiş bir kere!

Kendisine kalansa sabretmek, sabretmek ve yine sabretmek!

“Bak önümüzde seçimler var” dedi Şakir Bey. “Böyle kara kara düşüneceğine hiç değilse bu sefer verme oyunu artık şu AKP’li Belediye Başkanına”.

“Vermeyip de ne yapayım” dedi, “sizin gibi beynamaz, dinden imandan anlamaz, ihlastan nasibini almamışlara mı bırakayım meydanı”?

“Yoo” dedi Almancı Şakir “Cumhuriyet Halk Partisinin bu seçimdeki başkan adayı namaz falan da kılıyor benim bildiğim”.

“Yaa öyle” diye cevapladı “Cuma Namazı kılarken onu gören çok, peki ya vakit namazları? Onlardan ne haber? Kur’ân bilir mi Ali Çavuş? Şimdiki Belediye Başkanımız hiç olmazsa din dersi öğretmeni. Abdesti de bilir, namazı da. Camide minbere çıkıp hutbe bile okur”!

Almancı Şakir “boşver sen hutbeyi” deyince, bir anda gözü döndü Muhammed Hocanın.

“O kadar da değil efe” dedi “ağzından çıkanı, kulağın duyuyor mu senin”.“Dini bütün bir adama laf ettirmem ben”.

“Tamam ettirme o zaman” dedi Şakir bey. “Ona laf etmem, buna laf ettirmem deyip duruyorsunuz ama hayat pahalı diye de en çok sizler ağlıyorsunuz”.

“O ağlamak değil” dedi sinirli sinirli “o tazâllüm”!

“Aç kalsak, sefil olsak ve hatta öleceğimizi bilsek bile, şu fani dünya nimetlerine tenezzül etmez, zinhar sizin tarafınıza dönüp bakmayız biz”.

“Hem sadece Türkiye’de mi ekonomik kriz var? Pandemi'den bu yana bütün dünya darda! Her ülkede enflasyon var. Size birazcık yüz versek, hemen lafı döndürür dolaştırır Cumhurbaşkanımıza getirir, ipe sapa gelmez laflar edersiniz”.

“Onun sayesinde memleket çağ atladı. Daha geçen gün ilk astronotumuzu gönderdik uzaya. Sizin Mustafa Kemal yaptı mı bunların onda birini”?

“Hop de! Muhammed Hoca” dedi yan taraftaki emekli astsubay Sedat Bey “Ağzını topla, Atatürk’e laf ettirmem haberin ola”!

“Yahu” diye araya girdi bir vatandaş “hepimize bir vatan bırakan adamın arkasından nasıl konuşuyorsunuz siz öyle”? “Ayıptır ayıp”!

“Atatürk’ün sağlığında uzaya giden bir millet oldu da biz mi duymadık” dedi başka birisi.

“Hem sizin uzaya giden ilk Türk Astronot dediğiniz adam, bizlerden toplanan vergilerden ödenen neredeyse altmış yetmiş milyon dolar karşılığında uzay yolculuğuna çıkan bir turist aslında! Parası olan herkes de, bastırıp parasını uzaya gidebiliyor zaten”.

“Bindiği roketi biz mi yaptık, yok! Orada kalacağı uzay üssü bizim mi? Ne gezer”! “İnşallah o günlerde gelecek” diye cevapladı yekünunu birden!

“Tayyip Erdoğan öncesinde kıçı kırık tabanca bile yapamıyordu bu devlet, bak şimdi bütün dünyanın gözü bizim İHA’larımızda, SİHA’larımızda”.

“İyi de Kırıkkale Silah Fabrikası 1935’de kurulmadı mı”?

“O zamanlarda sizin Tayyip Erdoğan varmıydı bu dünyada”? diye höykürene “onu yapanlardan da Allah razı olsun ama kimse babasının parasıyla yapmadı o fabrikayı” diye cevap verdi.

“Peki ya Tayyip Erdoğan, yaptığı işleri babasının parasıyla mı yapıyor Muhammed Hocam” diyen densizin ağzının ortasına vurası geldi ama ya sabır!

Kula düşen tevekkül etmek, sabretmek. Felaha, feraha ulaşmak için, bu densizlerle vakit kaybetmek yerine tevhid etmek, ibadet etmek, sabretmek gerek.

“Ben” dedi “her gün sabah namazından başlayıp, yatsı namazını da kılıp, taa ki yatana kadar sizin için, bütüün milletimiz için, herkes için tesbih çekip dua ediyorum. Dualarımda Allah-u Teâlâ'ya niyaz ediyorum. Allah hepinizi ıslah etsin. Doğru yola, hak yoluna erdirsin diye”.

Yurdun dört bir yanında benzer tartışmalar oluyordu aslında! Demirci Muhammed Hocalar da çoktu, Almancı Şakir’ler ve benzerleri de. Tevellüt (doğum tarihi) 1953!

Demirel’i, Erbakan’ı, Türkeş’i, Ecevit’i, Özal’ı, Çiller’i velhasıl aklınıza kim geliyorsa hemen hepsinin dönemini görmüştü bu adam.

O dönemleri yaşamış, belki ezilmiş, belki ezmiş ama hep biat etmiş, hep inat etmiş ve zinhar yolundan dönmemişti! Siyaset de dahil yolun sağından gitmişti hep! Yemeğini sağ eliyle yemiş. Kur'ân'ı yerinden her daim sağ eliyle almıştı. Evine, dükkanına girerken, önce sağ ayağını içeriye atmış. Evden, dükkandan çıkarken de; -hayırlara vesile olsun diye- önce sağ ayağıyla atmıştı sokağa doğru ilk adımını. Bu arada Türkiye’nin solu da, biraz daha sağa yanaşayım, sağdan biraz daha fazla oy toplayayım derken, işi iyice şirazesinden çıkarıp epeyce bir sağa kaymıştı aslında.

O kadar ki; hep birlikte sağa kaya kaya, mecliste temsil edilen sol bir parti bile kalmamıştı sonunda.

“Ama unutma Hacım” diye seslendi tevekkül ehli, emekli müftü Niyazi Hoca!

“Bu işin sağcısı solcusu kalmadı artık. Sen yoksun, ben fakir. Senin çocuğun avare, benim çocuğum divane. Kiralar desen, almış başını gitmiş”.

“İşçi memur, dul yetim perişan. Emekli desen kimsenin umurunda değil. Namaz niyâz diye diye geldiğimiz yer de işte burası. Aklımızı başımıza devşirme vaktidir”.

Uzaktan gelen bu ses hiç de yabancı değildi! Doğru da söylüyordu aslında ama, bu sözlerin altında kalmaması lazımdı. Bir hışımla geri döndü; baktı, baktı, bakakaldı! “Sen miydin Niyazi Hocam” dedi. “Sen ki, bizim kardeşimizsin. İman ihlas ehli bir adamsın! Nasıl konuşursun bunların arasında böyle ileri geri”!

“İman sahibi olmak; tevhide, tekvine inanmak elbette ki hepimizin temel düsturudur ama, inancımız sahih diye, yaşadığımız ülkenin ve dahi dünyanın sorunlarını sıkıntılarını da görmezden gelemeyiz”.

“Biz de yoksuluz. Ama bizim gibi düşünen, düşündüğünü söyleyen, yaşayan zenginler de var”.

“Dönümlerce narenciye bahçesi olan Kadem Bey var mesela. Kızına beş milyonluk araba alan Nadi Bey var. Oğluna yirmi altı metrelik yat yaptıran Resul Bey de öyle. Hangisinin bize bir nebze faydası var”?

“Ne yani” dedi kekeleyerek “sen bunlara hak mı veriyorsun şimdi”? “Şaşırmışsın sen Niyazi Hocam”! “Git bir abdest al, kendine gel, zinhar günaha girme”.

“Sonra kendi aramızda konuşalım bunları, kendi cemaatimizde”.

“Yok” dedi Niyazi Hoca!

“Laf açık, söz açık. Gerçekler orta yerde. Yaşadığımız tüm sıkıntılar da  malum”!

“Biz mevcut Belediye Başkanımız Kamil Başkanı da biliriz, CHP’nin Belediye Başkan Adayı Ali Çavuş’u da”.

“Gençliğinden bu yana, neredeyse otuz yıldır tanırım ben onu. Senin anlayacağın sadece namaz kılıyor diye oy vermeyeceğim Ali Çavuş’a”!

“Otuz yıldır hiç ayrım gözetmeden herkese yardımcı olduğu; fakir fukaranın elinden tuttuğu, garip gurebanın yanında durduğu, hak yemediği ve bundan sonra da yedirmeyeceği için, hak yolunda ahlaklı, faziletli ve liyakatli bir adam olarak herkesin hizmetine eşit koşacağına inandığım için oy vereceğim ben ona”.

ü

“Dünya işlerini, ahireti öne sürerek halledenlere yeterince oy verdik zaten”. “Allah-u Teâlâ hepimize akıl fikir vermiş, koyun da değiliz evelallah”!