Aydın’ın heykelleri kahramanlıkların, özel kişilerin, kanaat önderlerinin anıtlarına değil, büyük anlatıların dikkate almadığı küçük insanların temsillerine tutkundur. Anıtsal heykellerde birey ne kadar büyütülürse, Aydın’ın heykellerinde de o kadar küçülmüştür. Sanat ve Form Yaşamı bir bütün olarak kavrama iddiası taşıyan felsefe ve sanat, kavrayışlarının yöneliminde ayrılırlar. Yaşam temsili, felsefede dilsel bir söylemle zihne, sanatta görsel ya da işitsel bir formla duyguya dökülür. İlki ikna etmeyi amaçlayan mantıksal argümantasyona, ikincisi kışkırtmayı arzulayan alegoriye dayanır. Yirminci yüzyılda, bu iki kavrayış, birbirlerinin içlerine çeşitli sızıntılar yapmakla birlikte, hala iki farklı disiplin sayılacak kadar temel farklılıklarını korurlar. Sanatçı felsefeden destek almakla birlikte, olağanüstü felsefi buluşlar yapmak değil, duygularını ya da düşüncelerini özgün ve orijinal biçimlerde ifade etmek ödevindedir. Sanat, gösterdiğinden çok, gösterdiğine ilişkin keşfettiği gösterme biçiminin adıdır. Eğer böyleyse, sanat yapıtlarında form, içeriği önceler. Form, izleyicinin, sanat yapıtındaki ruhsal titreşimleri en zengin şekilde duyumsamasının, olabildiğince hazza ve heyecana kapılmasının, kışkırtılmasının aracı kılınmış bir dışavurumdur. Dışsal bir görünüm olmakla birlikte, sanatçının iç dünyasının ve içsel donanımının dışavurumundan kaynaklandığından, içeriği öncelese de, içerikten asla özgürleşemez. Sanat yapıtında form ve içerik, aynı bedene sıkışır. Mahmut Aydın’da önceliği eline geçiren form, yontucunun kavramsal yaklaşımını plastik öğelere oranla ikincil görmesinden aldığı gücünü, çağdaş bir estetik optiğinden retinaya düşürür. Kavrama ya da konuya değil, forma bir güzelleme olan bu yapıtlarda estetik klasik ölçütlerden çok, çağdaş serbestiye amadedir. Aydın’ın form estetiği, kendi inşa ettiği bir plastik dilin vurgulu, kendisini biricikleştiren lehçesinin ürünüdür. Durağanlık ile akışkanlığı tek bir form içerisinde bir araya getiren bu döküm bronzlar, kompozitler, ahşap yontmalar, gerçekliği temsil etme zorunluluğu duymayan fakat gerçek duyguları temsil etme ödeviyle yüklenmiş başarılı taşıyıcılar. Mahmut Aydın’ın felsefi argümanları yok ama bize göstermek istedikleri var.
Mahmut Aydın’ın evreni insan merkezlidir ama bu merkezi konum, Avrupa hümanizminin insanı evrenin yöneticisi kılan merkezilikten uzaklaştırılmıştır. Aydın’ın evreninin merkezindeki insan edilgen ve itaatkar oluşuyla öne çıkar.
Aydın’ın heykelleri, modernizmin heykele sağladığı dil olanaklarından yararlanmakla birlikte, soyutlamalarını uçlara götürmez. Kullandığı malzemeler de premodern ve modern dönemlerle uyumludur. Postmodernizmin sağladığı çok daha çeşitlenen malzeme evrenine direnir. Heykellerini mekanla birleştirerek izleyicinin deneyimleyebileceği düzenlemeler oluşturmaktansa, düşüncesinin tümünü, yontusunun dahli içerisinde işlemeyi tercih eder. Bununla birlikte kavramsal yaklaşımı izleyiciyi yapıtları karşısında aktif bir role de zorlar. Aydın’ın heykelleri, eğitimli bakışlara sunduğu kavramsal olanakların yanı sıra, formlarının sağladığı yüksek estetik haz sayesinde, kavram arayışında olmayan gözleri de kendisine çeker. Böylece Aydın, farklı kitlelere aynı anda hitap edebilme şansını üretir. Kavramsal yaklaşımın Aydın’daki ikincilliği, sanatçıyı kavramın bütünüyle dışlandığı soyutlamalara yöneltmez. Form arayışlarının şekillendirdiği bu yontuların dört bir yanından süzülen kavramsal sızıntılar, çeşitli konular anıştırırlar. Form ve Sızdırdığı İçerik Mahmut Aydın’ın soyutlamalarında form, temsil ettiği bedenlerin aşırı uzağına düşmez. Doğanın belirli ölçüde yapısı sökülmüş, ona yeni bir biçim verilmiş ve bazı özellikleri yok sayılmış olsa da, daha ilk bakışta Aydın’ın yonttuğu heykellerin hangi nesnelerin temsilleri olduğu kolayca anlaşılabilir: insanlar ve kargalar. Aydın, anatomik açıdan ayrıntılı işlenmiş temsillerden ziyade bir kütle etkisi vermeyi amaçlar. Form her daim yarım ve pürüzlüdür. Figürleri, izleyiciye tamamlanmamışlık hissi vermek üzere tasarlanmıştır. Tamamlanmamışlık, yonttuğu figürlerin, toplumun, geleneğin ya da siyasi otoritenin daimi baskısının altında, sürekli kendi doğalarından yitirerek eksilmelerini temsil eder. Bu girişimde formun akışkanlığı aracılığıyla, bireyin kendisini birey yapan özelliklerin kendi üzerinden akıp gidişine gönderme yapılır. Zira Aydın’ın konu edindiği kişiler, kıyıda köşede kalan, kendi sesini duyuramayan, kendilerini özgün özneler olarak inşa edemeyen, toplum, gelenek, devlet ya da benzeri bir üst-yapı tarafından kaba hatlarla zorla biçimlendirilmiş anonim nesnelerdir. Tümü birbirine benzer, aynı sosyal tornadan çıktıklarından, rahatlıkla birbirlerinin yerlerini alabilirler. Rousseau’nun “soylu vahşi” insanından eksilmişlerin temsilleridir bu figürler. Bu nedenle de kabaca yontulmuşlardır. Aykırı örnekleri bulunmakla birlikte, genellikle gerçek insan boyutlarına yaklaşan büyüklüklerdeki heykelleri, neredeyse istisnasız şekilde ayakta, kollar iki yanda bırakılmış, itaat etmeye hazır, cinsel çekiciliği olmayan çıplak insan bedenlerinden oluşur. Yontularında, sosyal statü, yaşam iradesi, karizma ya da herhangi bir pozitif özellik göstergesini bilinçli olarak dışlar. Gözler ve ağız eyleme geçmeyi reddeden, başına ne gelirse ruhsuz bir tevekkülle kabullenen bir aura yayacak şekilde kapalıdır. Yüzlerde herhangi bir hırs, üzüntü, sevinç ya da başka bir duygu okunmaz. Entelektüel bir eylemde bulunuyor olduklarına ilişkin bir görünüşleri de yoktur. Sanki beden ve zihin aynı anda eylemden çekilmiş gibidir. Düşmüş dar omuzlar, güçsüz bedenin yanlarında bıkkınlıkla aşağı sallandırılmış eller, dar bir göğüs kafesi, genişleyen göbek ve kalça ile bu bedene saplanmış gibi duran ve bedeni neredeyse güçlükle taşıyan hafif çarpık iki zayıf bacaktan ibarettir bu insanlar. Varlıkları, yokluklarına işaret eder gibidir.
Aydın, toplumun görmezden geldiği bu ezilmiş kitleleri tam da onları görmeyi en son bekleyeceğimiz platformlara taşır: lüks galerilere, uluslararası çağdaş sanat fuarlarına ve önde gelen müzelere.
Mahmut Aydın’ın evreni insan merkezlidir ama bu merkezi konum, Avrupa hümanizminin insanı evrenin yöneticisi kılan merkezilikten uzaklaştırılmıştır. Aydın’ın evreninin merkezindeki insan edilgen ve itaatkar oluşuyla öne çıkar. Hiçbir tehdit oluştur(a)mayan bu bedenler, zaman üzerlerinden akıp giderken, anın belli bir noktasına sıkışıp kalmış ve evrenin kendi üzerindeki tahakkümünü kabullenmiş silik figürler olarak canlandırılır. Bu tiplemeler, oluşun içerisinde değil gibidirler. Bir manastırın itaatkar keşişleri ya da Doğu toplumlarının acılarla yoğrulmuş ve sonsuza değin durağanlığa hapsolmuş şekilde tasavvur edilen “bilge” halkının bireylerini andırırlar. Bunlar varoluşçuluğun tam aksi tiplemeler: Anti-varoluşçular. Zamana boyun eğdiklerini üzerlerindeki akışkan formdan çıkarırız fakat zamana boyun eğişleri, zamanda değiştikleri anlamına gelmez. Bir oluş yerine, bir durağanlık içerisindedirler. Aydın’ın heykellerinde hareket dışlanır. Bireyin Sartre’yen anlamdaki “kendi için varlık” özelliği bu yapıtlarda nesnenin “kendinde varlık” özelliğine indirgenir. Birey kendi içselliği ile eyleme geçmez, onun dönüşümü yalnızca kendisine dıştan gelecek etkilerin tekelindedir. Birey, itaatkar bir nesneye geriletilmiştir. Özne(l)liği elinden alınmıştır. Aydın’ın eylemsiz heykellerindeki tek hareket, iradelerinin, bireyliklerinin, özne olma konumlarının üzerlerinden akıp kayışıdır. Aydın, kavramsal bu yaklaşımı, formda da hareket vermek için kullanarak, iki etkiyi birden sağlar, izleyiciyi sarsar. Bu figürler yaşam karşısında çırılçıplak kalmışlardır. Ne kendilerine herhangi bir güç, statü ya da özgüven sağlayabilecek kıyafetler, ne saçlar, ne kaşlar, ne de kendilerini başkalarından ayırt etmeye yarayabilecek bir bıyık ya da sakal. Kendilerini yaşam karşısında direnebilecek, bir bireye dönüştürebilecek, sürüden farklılaştırabilecek tüm olanaklardan yalıtılmışlardır. Alımsız bedenleriyle, aleladeliğin tüm insan nüfusunun en göze çarpmayacak biçimde alınmış bir ortalamasıdırlar. Otonom hareket edecek, plan yapacak, gündem oluşturacak kişiler değillerdir. Sanki bir otoritenin isteklerini karşılamak için ehlileştirilmiş, önemsizleştirilmiş, kişilikleriyle birlikte özgüvenleri de sindirilmiş, tüm hakları ellerinden alınmış biçarelerdir. Aydın, toplumun görmezden geldiği bu ezilmiş kitleleri tam da onları görmeyi en son bekleyeceğimiz platformlara taşır: lüks galerilere, uluslararası çağdaş sanat fuarlarına ve önde gelen müzelere. “Dinle Küçük Adam!” Aydın’ın heykelleri kahramanlıkların, özel kişilerin, kanaat önderlerinin anıtlarına değil, büyük anlatıların dikkate almadığı küçük insanların temsillerine tutkundur. Anıtsal heykellerde birey ne kadar büyütülürse, Aydın’ın heykellerinde de o kadar küçülmüştür. Ne bedenin kendisi gürbüzdür ne de umut vaat eder. İçe çökmüş bir hüznün taşıyıcısı ve dağıtıcısıdır bu itaatlar formlar. Sosyo-kültürel aşağılanmışlığını, iktidarın biyopolitikası karşısında bedeninin kontrolünü de muktedire teslim etmekle perçinleyen kitlenin, tek başına bir birey olmayı başaramayan, ezilen figürleridir bunlar. Yanlarından geçildiğinde fark edilmeyen, günlük rutinin çarkında görevleri kolaylıkla bir başkası tarafından üstlenilebilen, varlıkları yoklukları belli olmayan, toplumsal yaşamda görünmezliğe mahkum olan varlıklardır. Edilgen, kalabalık ve içinde boğulduğu kalabalığın ortasında ölesiye yalnız ve önemsiz, hiçbir anlatıda geçmeyen, sahipsiz savrulmuşlardır. Fiziksel sıradanlıklarını itaatkar ve edilgen kişilikleri tamamlar. Bunlar Wilhem Reich’in “küçük insanları”dır. Bu heykel figürleri için “birey” denemez. Organik bir toplumun, özgür iradelerini ellerinden aldığı şahıslardır. Kendi özgür iradeleri askıya alındığından, etkin değillerdir. Geleceğe atılma potansiyelleri yok edilerek sıkıştırılmış, benlikleri zor(balık)la biçimlendirilmiş, zora itaat ettirilmiş ve akan zamana karşın tek bir an’ın içerisinde hapsedilmişlerdir. Benlikleri, bireylikleri bastırılarak tümü birbirine benzeyen bir topluluğun/toplumun türdeş altkümelerine dönüştürülmüşlerdir. Bunlar yaşayan heykellere evrilmişlerdir; dıştan bir etki gelmedikçe, sonsuza değin pozisyonlarını koruyacak gibidirler. Burada statü üreten, anıtlaşan bir heykelleşme yerine, insani varlıkları ve atılım şansları ellerinden alınarak dondurulan ve hareket yetenekleri buharlaştırılarak heykelleştirilen insanlar söz konusudur. Direniş, kendini gerçekleştirme, yaşama irade koyma bu yorgun figürler için pek uzaktadır. Öğrenilmiş çaresizlik içerisinde bir kitlenin anonim parçalarıdır bunlar. Kişisel hiçbir özellik taşımazlar. Kitle içerisinde rahatlıkla bir başkasıyla ikame edilebilirler. Hiç kimselerdir bunlar. Varlıkları, yok hükmündedir. Aydın’ın yontmak için yaptığı kuş seçimi de Rousseau’cu anlamdaki “doğal insan”ın düşmüşlüğü tercihi gibi, yozlaşmış bir kuş türünden yanadır. Aydın, doğanın etkin, buyurgan, hükmeden şahin, kartal, doğan gibi kuşlarını değil, doğasını insani tin doğrultusunda evirerek ehlileşmiş ve kentlerde yaşamaya alışmış, avlanmak yerine çöplerden ya da sokak hayvanları için bırakılan yemlerden beslenen kargaları seçmiştir. Boyun eğdirilmiş, itaate alıştırılmış, doğal niteliklerinden yitirmiş bir evrim sonucunu yontar. Plastik öğeleri, kavramsal içeriğe öncelikli tutan Mahmut Aydın’ın heykellerinde felsefi argümanlar oluşmaz. Bir öyküleme de yoktur. Aydın, felsefi bir içerik ya da bir olay örgüsü üretmeye değil, belli bir anın içerisine sıkışmış, edilgenleştirilmiş, itaate zorlanmış insanların anlık görüntülerini göstermeye soyunmuştur. Bu figürleri böylesine itaatkarlaştıran göz de kimindir? Kim(ler) bu özgür iradenin yozlaştırıcılarıdır? Bu heykelleri donduran, belli bir anın içerisine kendi benlikleriyle mühürleten güç nedir? Bu hangi otoritenin kurduğu bir benliktir? gibi sorular Aydın’da yanıtsızdır. Onun meselesi tüm bu olup bitenin sonunda ortaya çıkan düşmüş insanı betimlemek, onun varlığını ortaya koymaktır: varlığı yok hükmünde olan “küçük insanı”.